| Konu: | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı ilk görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 31 |
| Tarih: | 05.12.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün 5 Aralık. 5 Aralık 1934 tarihi Türkiye Cumhuriyeti'nin birçok Avrupa ülkesinden de ileri bir adım atarak kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıdığı tarihtir. Yani, bir yıl dönümündeyiz. Tabii, seksen iki yılda ne kadar mesafe aldık -herkes kendi grubuna bakarsa ya da Hükûmet sıralarına bakarsanız- bu Parlamentoda kadının eşit temsiliyle ilgili, siyasette sesinin duyulmasıyla ilgili nerede olduğumuzu görürüz. Ama, galiba, bir teşekkür borcumuz var, o da bu resimdeki eşit temsiliyettir. 10 milletvekilinin 5'i kadın, 5'i erkek. Yani, kadın temsiliyeti konusunda, galiba tutuklamada, milletvekillerini cezaevine koymada seksen iki yılda epeyce bir mesafe almışız.
Değerli milletvekilleri, biraz önce, tabii, bir polemik, bir tartışma olduğu için galiba söze oradan girmem gerekiyor. Biz, hepimiz imzalarımızın arkasındayız. Bizim önerimiz, hem bireysel dokunulmazlıkların ileriye de yürüyecek biçimde tümden kalkmasıdır hem de Anayasa değişikliğiyle ilgili önerimiz çok açıktır yani geriye dönük birikmiş dosyaların toptancı halinde milletvekili satılır gibi komisyondan geçirilmesi değildir bizim önerimiz, çok açık. Bundan sonrasıyla ilgili işlenecek suçları bu düzenleme kapsıyor mu kapsamıyor mu? Kapsamıyor. Eğer bu Parlamentodan geçen düzenlemeyi, üç partinin de desteğiyle, referanduma gitmemesi için verilmiş destekle geçen düzenlemeyi herkes, hepimiz bir daha, yeniden okursak göreceğiz ki söz konusu olan değişiklik sadece o güne kadar fezlekesi hazırlanıp gönderilen dosyalarla ilgilidir. Dolayısıyla, dokunulmazlıklar kalkmamıştır, kaldırılmamıştır. Biz hâlâ istiyoruz ve varız. Buradaki herkesin, 550 milletvekilinin dokunulmazlığı kalksın, biz söylediğimiz sözlerden dolayı yargılanalım, birisi zimmetten, birisi rüşvetten, birisi haksız kazanç elde etmekten, irtikaptan yargılanmaktan dolayı korkuyorsa onlar da çıksınlar yargı önünde hesap versinler.
Değerli milletvekilleri, bu tarihler, bugünler bir şeyin daha yıl dönümü, 17 Aralığın yıl dönümü. Bu bütçe biterken neredeyse üzerinden üç yıl geçmiş olacak. "Bakanlar yargılanmasın." diye burada eller kalktı, indi ve bakanlarla ilgili yargılanmama kararı bu Parlamentodan çıktı. Eğer bir yargı korkusundan bahsediyorsak, yargılanma korkusundan bahsediyorsak galiba o bakanları yargıdan kaçıranların korkusu çok daha belirleyici, çok daha net.
Değerli milletvekilleri, tabii ki Türkiye tarihi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, Türkiye Parlamento tarihi geçmişte de siyasetin yargı sopasıyla cezalandırıldığının ya da daha farklı yöntemlerle etkisiz, işlevsiz hâle getirildiğinin örnekleriyle doludur ama bunun en somut örneği aslında istiklal mahkemeleridir. İstiklal mahkemelerinde milletvekilleri, Kurtuluş Savaşı'nın önderleri, Mustafa Kemal'in silah arkadaşları yargılanmıştır ve tabii ki, bu uygulamalar, bu tutum Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'den beri Türkiye siyasi tarihine bir kara leke gibi geçmiştir. Bu sıralarda oturanlar siyasete girerken sonunun nereye varacağını bilerek gelirler, siyasete bu niyetle girerler, yakınlarını zengin etmek için, büyük ihaleler almak için gelmezler. Dolayısıyla da Ali Şükrü Bey'den bu yana Türkiye'de muhalif olmanın ne demek olduğunu, muhalif gazeteci olmanın ne demek olduğunu, muhalif akademisyen olmanın ne demek olduğunu, muhalif sendikacı olmanın ne demek olduğunu nasıl herkes biliyorsa, muhalif siyasetçi olmanın ne demek olduğunu da gayet iyi bilerek, bunu göze alarak buraya gelirler.
Değerli arkadaşlar, çok net bir tabloyla karşı karşıyayız. Eğer milletvekillerinin tutuklu yargılanabileceğine dair bir yeni düzenleme bu Parlamentodan geçmiş ve bizim haberimiz olmamışsa gayet tabii biz çıkar, özür dileriz, düzeltiriz. Aksine, milletvekillerinin tutuklu yargılanamayacağına dair daha önceki dönem tutuklanan ve uzun süre cezaevinde kalan CHP'li, MHP'li ve BDP'li milletvekillerinin, bağımsız milletvekillerinin yaşadığı durumla ilgili Anayasa Mahkemesinin kararı çok nettir. Milletvekili yargılamasının tutuklu olamayacağı çok net biçimde ortaya konmuştur. O kararın gerekçesinde ifade edilen mevzuatta hiçbir değişiklik olmamıştır. Bu Parlamentoda geçen ve şimdi milletvekillerimizin ifadeye gitmedikleri için gözaltına alınma, tutuklama nedeni olarak gösterilen mevzuatla ilgili değildir yapılan değişiklik.
Sayın Başkan, sizi bağlayan Anayasa'nın 83'üncü ve 85'inci maddesinde yazılı düzenleme nettir, dolayısıyla buradan geçen düzenleme, burada hukuk dışı biçimde gerçekleştirilen düzenleme de 83 ve 85'i esasen değiştirmemiştir. Ama size bir teşekkür borcumuz var, o da, sizin muhtemelen bilginiz dâhilinde, belki talimatınızla Mecliste uzmanlar çok güzel bir çalışma yapmışlar, dünya örneklerini, Avrupa karşılaştırmalarını yapmışlar, siz de biraz önce kürsüden paylaştınız; çok değerli bir çalışma, emeği geçen herkese teşekkür etmemiz lazım. Avrupa'da kürsü dokunulmazlığı nedir, dünyada yasama dokunulmazlığı neyi kapsar, buna dair çok güzel değerlendirmeler ve mevzuat karşılaştırmaları var ama bir de o kitapçığın sonunda -ben herkese tavsiye ederim ve herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum- pratik karşılaştırması var. O pratik karşılaştırması gösteriyor ki, sizin de biraz önce kürsüden aktardığınız gibi, dünyada milletvekillerinin tutuklanması ya da cezalandırılmasıyla ilgili somut örnekler sadece zimmet, rüşvet, yüz kızartıcı suçlarla ilgilidir, bunun dışında tek örnek İsrail cezaevlerinde tutulan Filistinli milletvekilleriyle ilgilidir. (HDP sıralarından alkışlar) Bundan başka hiçbir örnek, hiçbir gerekçeyle, terörle mücadele de dâhil olmak üzere hiçbir gerekçeyle dünya örnekleri arasında yer almamaktadır. Sizin basıp dağıttığınız kitapçıkta da bu, çok net biçimde ortaya konulmuştur.
Değerli arkadaşlar, ifadeye gitmeme sorunu olsaydı eğer karşı karşıya bulunduğumuz sorun, 10 milletvekilimizin tutuklanmasının gerekçesi ifadeye gitmeme olsaydı yani buralardan söylenen gerekçeye söyleyenlerin kendileri inanıyor olsalardı, sanırım, diğer 3 arkadaşımıza yapıldığı gibi onlar da zorla götürüldükleri ifadeden sonra serbest bırakılırlardı ama burada çok açıkça bir tutuklama durumu var ve bu tutuklama durumunun biz tabii, koşullarını konuşmayı, tartışmayı çok doğru bulmuyoruz, tutuklamanın kendisi hukuksuzluk ama bu uygulamaya baktığınızda şunu net biçimde görüyorsunuz: Çok açık biçimde, Sayın Demirtaş Sayın Zeydan'la aynı cezaevinde birlikte kalmak istiyor. Tecridin -biraz önce arkadaşımız da söyledi- insan hakları ihlali olduğunu Türkiye imzaladığı sözleşmelerle, anlaşmalarla kabul etmiştir. Ortak kullanım alanları, cezaevinde en az kaç kişinin birlikte kalabileceğine dair düzenlemeler çok nettir ama Sayın Demirtaş'ın Sayın Zeydan'la birlikte kalmasının önündeki engel, kendisine sunulan gerekçe güvenliktir değerli arkadaşlar.
Yani siz inanabiliyor musunuz, aynı partinin eş genel başkanı, kendi grubundan milletvekiliyle birlikte kalmak istiyor ve cezaevi yönetimi, güvenlik nedeniyle, Sayın Demirtaş'ın güvenliği nedeniyle bunu uygun bulmadığını söylüyor. Şimdi, biz, bunu yargının bağımsızlığı diye mi tarif edeceğiz? Cezaevi idaresi böyle bir şey mi? Cezaevi müdürleri canlarının istediğini yapma hakkına mı sahipler, yoksa bu çatı altında imzalanan anlaşmalar, sözleşmeler, Anayasa cezaevi müdürlerini de kapsıyor mu?
Değerli milletvekilleri, tabii, bütçeyle ilgili teknik bir konuşma, teknik bir tartışma yapmanın koşulları yok ama ben birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Çok ilginç biçimde, burada, biraz önce, Sayın Maliye Bakanı, örneğin dış borç miktarının gayrisafi yurt içi hasılaya oranıyla ilgili rakamı telaffuz etti; yüzde 32 yanlış hatırlamıyorsam, rakam böyle.
Değerli arkadaşlar, bir süredir Avrupa Birliğine üye olmak isteyen ülkeler muhasebe sistemlerini bozuyorlar, değiştiriyorlar; Maastricht Kriterlerine göre rakamları yakalayabilmek için, tutturabilmek için, yani o oranın işte yüzde 60'ları bulmamasını sağlamak için, kamu-özel iş birliğiyle gerçekleştirilen sözleşmeleri, kamu dış borcu kalemi içerisinde muhasebeleştirmiyorlar. Bu rakamlara yalan söyletmekten başka bir şey değil, kendinizi kandırmaktan başka bir şey ifade etmiyor. Başka ülkeler de yapıyor ama kötü emsal, emsal olmaz. Biz, bu çatıda, bu halka hesap vermek zorundayız.
Şimdi, yüzde 32 diye açıkladığınız rakam, sadece şehir hastaneleriyle ilgili yükümlülüğü eklediğinizde yüzde 42'nin üzerine çıkıyor. Ulaşımla ilgili yükümlülüğü, kamu-özel işbirliğiyle (KÖİ) ilgili sözleşmeleri eklediğinizde rakam yüzde 45'e çıkıyor. Bakın, sadece dış borç, gayrisafi yurt içi hasıla oranıyla ilgili bu söylediğim şey. Bunun gibi birçok rakam var üzerinde konuşacağız, bir hafta boyunca tartışmalar yapacağız.
Mesela, eğitim rakamlarının karşılaştırılması. Eğitim rakamları en çok harcama kalemi olduğu için üzerinde duruyorum. Eğitim yatırımlarının eğitim harcamaları içerisindeki payının 2002'den 2017'ye gelene kadar neredeyse yüzde 100 düşmüş olması gibi birçok şey var konuşulacak.
Yine, Türkiye Cumhuriyeti 11 pilot ilde toplumsal cinsiyet farkındalığıyla ilgili projeler yürüttü, sadece Aile Bakanlığıyla ilgili olduğu için söylüyorum. Ama, bu 11 ilde Birleşmiş Milletlerin fonlarıyla, hibeleriyle yürütülen projelere bile bu bütçe hazırlanırken uyulmuyor, dikkat edilmiyor ve dolayısıyla da bu bütçenin ne yazık ki Türkiye'deki kadın erkek eşitsizliği başta olmak üzere her türlü eşitsizliği, gelir dağılımındaki çarpıklığı gidermeye dair sosyal boyutu da ciddi biçimde zarar görüyor ama son yılların en kritik tartışmalarından biri -şeffaflık konusunu da kapsadığı için söylüyorum- Sayıştay denetimi konusudur.
Değerli arkadaşlar, neredeyse bütün bakanlıklarla ilgili Sayıştay diyor ki: "Şeffaflık konusunda özen gösterilmemiş, harcama kalemleri somut biçimde ifade edilmemiş." Üstü örtülü biçimde, örneğin Aile Bakanlığıyla ilgili, "kültürel faaliyetler" diye geçiyor ama bu kültürel faaliyetlerin tam neye denk geldiğiyle ilgili kapalı değerlendirmeler... Aslında biz biliyoruz hangi harcama kalemlerine denk geliyor ama kamuoyunun gözünden bunlar kaçırılmaya çalışılıyor. Yine, etki değerlendirmesi için bilgi sunumu konusunda Sayıştay uyarıyor bakanlıkları, diyor ki: "Benim etki değerlendirmesi yapabilmem gerekiyor, bunun için de senin benimle bilgiyi açık, somut paylaşman gerekiyor." Ama bakanlıklar bunu yapmamışlar.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sonuç itibarıyla, Türkiye ekonomisinin gayet tabii, hissedildiği ölçekte, hissedildiği ölçüde tartışılması gerekiyor. Burada çok rakamları iyi sunabilirsiniz. Kulağa hoş gelen rakamları dinleriz, duyarız, bu haftayı geçiştirebiliriz ama hemen şuradan Tunus Caddesi'ne -bir tebdilimekân- gidin lütfen, Tunus Caddesi'ndeki dükkânları bir ziyaret edin; kimliğinizi söylemeyin, bakan olduğunuzu, milletvekili olduğunuzu söylemeyin; işlerin nasıl olduğunu sorun. İsterseniz aşağıya doğru yürüyün, Olgunlar Sokak'a gidin, Sakarya'ya gidin, esnafın hâlini görün, kaç dükkânın devir ilanı astığını görün.
Şimdi, bir ülkenin ekonomisi, maliyesi neyle ölçülür? Ya devlet bütçesiyle ölçülür ya da kişi refahıyla ölçülür. Kişi refahı yoksa, devlet bütçesiyle ilgili rakamların da üzerinde oynanarak sadece bir göz boyama, durumu kurtarma pozisyonu ortaya çıkarılmışsa, o zaman o bütçenin emekten yana olduğunu, o bütçenin çalışandan yana olduğunu, o bütçenin dar gelirliden yana olduğunu söylemek son derece zordur.
Güzel bir söz var: "Uzun vadeli planlama, gelecekteki kararlar için değildir, bugünkü kararların geleceğiyle ilgilidir." denmiş. Yani, biz, bugün aldığımız kararların, bugün oyladığımız kararların gerçekten ne kadar uygulanır olup olmadığını, uygulanabilir bir durumun yakalanıp yakalanamayacağını aslında öngörülerimizle ortaya koyarız.
Bakın, bütçede 2017'yle ilgili olumlu beklentilerden birisi, iyileşme nedeni sayılan önemli başlıklardan birisi, jeopolitik ortamın iyileşmesi. Şimdi, beş yıl önce, yanı başınızla ilgili, en uzun sınırınız olan komşunuzla ilgili, Suriye'yle ilgili bir öngörüde bulunmuşsunuz, demişsiniz ki: Birkaç hafta içerisinde -aylar değil, yıllar değil- Suriye'de Esad gidecek, rejim değişecek ve Suriye'de insan hakları ihlalleri bitecek." Şimdi, dört beş yıl önce, en uzun sınırınız olan komşunuzla ilgili öngörünüzde bu kadar ıska geçtiğinizde, 2017'yle ilgili bölgesel gelişmelerde jeopolitik durumun iyileşeceğini varsayarak Türkiye ekonomisinin daha iyi bir noktaya gideceğini neye göre öngörüyorsunuz? Hangi ülkeye bakarak, hangi komşunuzdaki gelişmeler ya da hangi müttefikinizle kurduğunuz ilişkiler üzerinden bunu söyleyebiliyorsunuz, doğrusu ben merak ediyorum.
Değerli arkadaşlar, dört yıl önce, beş yıl önce biz Suriye sürecine müdahil olurken, bu kürsüde konuşmalar yapılırken, miting meydanlarında hamaset dolu mesajlar verilirken Suriye halklarına, Suriye'deki Türkmenlere, Suriye'deki diğer halkların geleceğine -işkence, kötü muamele- orada Sünnilere yapılan haksızlığı gündem yapıyorduk. Yani, biz orada aktiftik, Suriye halklarının geleceği için aktif pozisyon aldığımızı iddia ediyorduk; ne kadar doğruydu, değildi, ayrı bir şey ama şu anda Türkiye'nin gündeminde Suriye neden var? Sadece savunmak için var, Türkiye'ye yönelik tehdit için var, Türkiye'ye yönelik tehlikeyi öngörebilmek ve bunun önüne geçmek için Türkiye orada var. Şu anki girişimler, El Bab'daki operasyon Türkiye'nin güvenliğini ne kadar garantiye alıyor, bu da tabii ayrı bir tartışma konusu.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sadece bölgeyle ilgili jeopolitik öngörümüz değil, aslında bütün dünyayla ilgili jeopolitik öngörümüz baştan sona sakat. Bakın, biz Avrupa Birliğine karşı alternatif olarak Rusya'yla ilişkiler, Şanghay hesabı yapıyoruz. Çin dünyada döviz rezervi en yüksek olan ülke, son yıllardaki düşüşe rağmen 3 trilyon doların üzerinde döviz rezervi var. Biz, bir taraftan, yastıkaltındaki dolarlara göz dikmişiz ekonomiyi kurtarmak için... Bunun da nasıl bir rakama tekabül ettiğini ben bilmiyorum -çünkü yastıkaltıyla ilgili bir öngörüde bulunuyorsanız kayıt dışının düzeyini itiraf ediyorsunuz demektir- ama sadece bir Çin karşılaştırması için bunu söyledim.
Rusya'yla ilgili planlar yapıyoruz değerli milletvekilleri ama Rusya Devlet Başkanı Putin birkaç gün önce 2017 değerlendirmesi yaptı. Bu, senelik yaptıkları rutin konuşma, değerlendirme Rusya Devlet Başkanının. Bu seneki değerlendirmesindeki mesajının özü Avrupa Birliğiyle, Avrupa ülkeleriyle ilişkileri iyileştirme üzerine kurulu. Yani, biz Avrupa'ya posta atıyoruz Şanghay'a güvenerek ama Şanghay'ın patronu da Avrupa'yla ilişkileri iyileştirme üzerine 2017 mesajı veriyor.
Değerli milletvekilleri, tarih okumamız yanlış, gelecek okumamız yanlış, hem de çok kötü karşılaştırmalar yapmaya sebebiyet verecek yanlışlıklar içeriyor. Dünya ekonomik krizinin 1920'li yıllarla -1929- karşılaştırması yapılıyor; Birinci Dünya Savaşı'nın en kötü koşullarına yakın koşullarda bulunduğumuzu, o tarihten bu yanaki en kötü durumda bulunduğumuzu bizatihi Hükûmetin üyeleri söylüyor. Sayın Cumhurbaşkanı daha köklü bir değerlendirme yapıyor -bence de yerinde ve doğru bir tespitte bulunuyor- diyor ki: "İslam Dünyası fetret dönemi yaşıyor." Bu tespit de son derece kritik, son derece önemli ama ister Birinci Dünya Savaşı'ndan okumaya başlayın ister İslam dünyasının bin dört yüz yıllık tarihini okuyun ama şu kesin: Eğer siz fetret dönemlerini, kriz dönemlerini bir araya gelerek, sorunları konuşarak aşmayı denerseniz mesafe alırsınız. Fetret dönemlerinden nasıl çıkıldığını Selçuklu tarihinden, Osmanlı tarihinden çok ayrıntısıyla okuyup, ulaşıp değerlendirebilirsiniz ama tersini yaparsanız, kamplaşmayı, çatışmayı derinleştirirseniz, ötekileştirirseniz, ayrımcılık yaparsanız, dışlarsanız o fetret döneminden sadece kopuşla çıkarız, sadece çatışmayla, sadece iç savaşla çıkarız. Değerli milletvekilleri, yüzyıl önce denediğimizi bu ülke niye bir kez daha denesin?
Bakın, Osmanlı'nın son döneminde en az saray kadar etkili Babıalide tartışmalar yapılıyordu ve o dönemde özellikle İttihat ve Terakki içinde ve tabii ülke siyasetinde etkili siyasi partiler arasında da önemli tartışmalar vardı. O dönemde Prens Sabahattin yetki devrini önerdi. "Ademimerkeziyet" diye tarif ettiği şey şuydu: "Osmanlı tebaasıyla yetkileri paylaşalım, yetkileri dağıtalım, yerelleşelim, ne kadar yerelleşirsek o kadar birleşiriz, ne kadar yetkilerimizi devretmeyi başarırsak o kadar kader birlikteliği yapar, birlikte savunur, birlikte yaşarız." dedi. Ama, karşısındakiler tersini yaptılar, dediler ki: "Biz Özbekistan'a gider, ayaklanma çıkarırsak Rus çarını deviririz. Alman generallerine güvenir, dünyada yeniden egemenliği sağlarız." Sonuç ne oldu? Özbekistan'a, Orta Asya çöllerine, Sarıkamış'a Osmanlı askerlerini götürenler, Anadolu çocuklarını götürenler ortaya bir avuç toprak parçası bıraktılar ama Prens Sabahattin'in sözünü dinlemiş olsaydık belki başka bir noktada olacaktık.
Şimdi, dönüp tekrar bütün yetkileri tek elde toplamaya kalkmak, bir kişinin her şeyi doğru bildiği varsayımı üzerinden siyaset yapmak en azından yüzyıl önceki yanlışı tekrarlamaktan başka ne anlam ifade ediyor? O zaman da sarayın her şeyi doğru bildiğini, duruma vaziyet ettiğini, tehlike olmadığını söylüyorlardı ya da İttihat ve Terakki Partisinin yetkilileri kendilerine böyle bir güç vehmediyorlardı, bugün de ne yazık ki aynı noktadayız.
Daha acısı, 1920'li yıllarda Almanya'da Hitler nasıl ekonomik krizin faturasını yabancılara, başkasına, içerideki yabancılardan olan Yahudilere fatura ederek toplumu başka türlü motive ediyor idiyse, başka tarih algıları oluşturmaya çalışarak, toplumu kamplaştırarak krizden çıkmaya çalışıyor ise biz benzer şeyler yapıyoruz. Çok ironik bir benzetmedir ama o yıllarda Almanya Versay Antlaşması'nı tartışıyordu, aslında biz de şimdi Lozan'ı aynı duygularla tartışıyoruz, aynı psikoloji içinde tartışıyoruz ve eğer birilerinden hesap sorarsak, birilerini suçlu gösterirsek ekonomik krizi örteceğimizi sanıyoruz.
Değerli milletvekilleri, bu ülke -çok değil, birkaç ay önce- 15 Temmuzda bir büyük badire atlattı. Ama, bir ülke düşünün ki darbe yaşamış olsun ve derdini dünyaya anlatamıyor olsun. Şimdi burada ya bizim anlatışımızda bir sorun var ya birilerinin niyetiyle ilgili şüphe olur ya da ikisini de kapsayacak başka nedenler vardır ama ben sadece birkaç tanesini size hatırlatmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, bir ülkede bir örgüt Silahlı Kuvvetlerdeki en üst rütbeli makamlara, generaller içerisine üçte 2 oranında sızmış olacak ama siyasette bir tek milletvekilliği makamını elde etmemiş olacak, bir partinin merkez yürütme kurulunda bir tek koltuğa sızamamış olacak. Şimdi, sormazlar mı sizin güvenlik birimleriniz bu kadar ele geçirilmiş, bu kadar sızılmış ama siyasetiniz bu kadar temiz, siyasetiniz bu kadar korunaklı, bu kadar güvenilir diye?
Başka tartışmalar yapılıyor şüphesiz. Mesela, bu darbenin bir numaralı ismi olduğunu herkesin bildiği, ana muhalefetin de dillendirdiği meşhur şahıs, malum şahıs "Emlak satın almaya gitmiştim." diyerek askerî üste yakalanmış ve gözaltına alınmış olmasına rağmen sonrasında bırakılıyor. "Emlak satın aldım." diyor, başka bir şey yok. Şimdi, bu şahsı eğer Türkiye üç yıldır, dört yıldır dinlemiyorsa, izlemiyorsa ben bu ülkeyle ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Ama, siz de biliyorsunuz ki, bu ülkeyi yönetenler de biliyor ki bu şahıs, üç yıldır, dört yıldır attığı her adım, girdiği her ilişki, yaptığı her toplantı biliniyordu. Şimdi, siz darbenin bir numarasını serbest bıraktıktan sonra "Türkiye'de darbe oldu." dediğinizde müttefikleriniz, dostlarınız size nasıl inanacaklar? Ve darbenin asıl faillerini bu Meclis Komisyona çağırıp dinleyemiyorsa, asıl sorumlularına ne olup bittiğini soramıyorsa burada darbenin gerçekten ortaya çıkarılmaya çalışıldığına dünyayı biz nasıl inandıracağız?
Değerli milletvekilleri, bir ülkede sadece görevinden alınan akademisyen sayısı 4 bini geçmiş, öğretmenlerin sayısı 10 binleri bulmuş, yine çeşitli gazete ve televizyonlardan kapatılanların sayısı 30 civarındaysa siz gece yaşanan o menfur olay dolayısıyla, o tablo dolayısıyla 15 Temmuzdan sonra olan biteni dünyaya anlatamazsınız. Çünkü, darbeyi yapanı gece yarısı bırakıp ilgisiz binlerce öğretmeni tutukluyorsanız, işinden atıyorsanız, o zaman yaşadığınızı dünyaya anlatmakta gerçekten zorlanırsınız.
Bir ilginç anekdot sizlerle paylaşacağım. Herhangi bir akademisyen bunu yazsa, bunu tartışmaya açsa elbette "bir akademisyenin görüşü" dersiniz. Ama, kapatılan harp akademilerinin yerine kurulan Millî Savunma Üniversitesinin başına getirilen şahsın cümleleri, diyor ki: "Osmanlı Devleti neden altı yüz yıl ayakta kaldı? Çünkü, kardeş katliyle ilgili düzenleme dolayısıyla. Çünkü, bu, geleceğe dair istikrarın teminatıydı. Çünkü, bu, aslında saray kavgalarını, entrikalarını bitiren bir yöntemdi. Daha önceki Türk devletleri bu kadar uzun süre ayakta kalmadılar ama Osmanlı bu düzenlemeyi yaparak kendi geleceğini kurdu, ömrünü uzattı."
Değerli milletvekilleri, şimdi, eğer insani değerleri, insan haklarını, evrensel kazanımları azıcık kendimize referans almış olsaydık, hiç olmazsa tarihteki "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." felsefesiyle 2000'li yılların başlarında konuştuğumuz gibi bugün de bunu konuşuyor, bunu tartışıyor olurduk. Ama, kardeş katlinden medet uman, kardeş katlini iktidar ömrünü uzatmanın reçetesi sanan, sayan bir anlayışla korkarız ki bu ülkede kardeş kavgası da kardeş savaşı, çatışması da bir iktidar etme biçimi, iktidar ömrünü uzatma biçimi olarak önümüzde duruyor.
Değerli milletvekilleri, bölgede çok kritik gelişmeler yaşanıyor, çok hayati gelişmeler yaşanıyor ve biz ne yazık ki bu hayati gelişmeleri hâlâ doğru okuyamıyoruz. Ben bir iki karşılaştırma yapmak istiyorum. Mesela Mısır, hani önce darbeye karşı çıktığımız, mitingler düzenlediğimiz -gayet tabii, hâlâ karşı çıkıyor olmamız lazım; kapalı kapılar ardında, diplomasi ortamları inşa ederek âdeta darbeyi meşrulaştıran, normalleştiren siyasetin asla izlenmemesi lazım ama- Mısır'da birkaç gün önce 41 dernek kapatıldı, sadece 41 dernek İhvan'la ilişkili olduğu için. Bizdeki rakam bunun yaklaşık 10 katı, kapatılan dernek sayısı. Şimdi, Mısır'da darbe başarılı oldu, bizde darbe püskürtüldü. "Bizde darbe başarılı olsaydı, o zaman kaç dernek kapatılacaktı?" diye sormak gerekiyor.
Başka bir karşılaştırmayı Tunus'la yapalım çünkü Orta Doğu'da farklı örneklerden birisi. Gannuşi diyor ki: "Biz başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçmeye çalışıyoruz, sizse tersine gidiyorsunuz. Tabii ki tercih sizin ama ben hangisinin daha İslami olacağı yönünde -bunu tırnak içerisinde aktarıyorum- tercihi size bırakıyorum, bizimki daha İslami demiyorum." Tabii bu, Gannuşi'nin tevazusuyla ilgili bir şey ama sonrasında da çok ilginç değerlendirmeler yapıyor. Aslında, neredeyse Arap Baharı'nın birlikte yönetmeye hizmet ettiği, dışlanan toplumsal kesimlerin siyasete katılmasına hizmet ettiği, iyi örnek diye sayabileceğimiz tek vaka Tunus'tur neredeyse. Diğer birçok ülkenin hâli ortada, Libya fiilen 3'e bölünmüş durumda. Ama, hiç olmazsa, bu birlikte yönetme alışkanlığı, kültürü açısından Tunus'la ilgili bu örneği sizlerle özellikle paylaşmak istedim.
Değerli milletvekilleri, bugün, bugünler, aynı zamanda Cemil Meriç'in doğumunun da 100'üncü yılı, 3 Aralık doğumlu. Cemil Meriç, çok güzel sözleri olan, çok ileri görüşlü, gözleri görmese de -Engelliler Günü dolayısıyla da bir kez daha analım- kültürden irfana uzanan bakışı son derece birikimli bir isimdir. Diyor ki: "Zulmün olduğu yerde, haksızlığın olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur, tarafsızlık şahsiyetin felce uğramasıdır ve çıkar konuşunca vicdanlar susar."
Değerli milletvekilleri, ben hem bir taraftan Cemil Meriç'i anarken bir kez daha da şunu sizlere hatırlatmak istiyorum: Bu sıralarda oturan arkadaşlarımız yerlerine dönmedikçe, bu kürsüde konuşma imkânını bulmadıkça hiçbir gerekçeniz, hiçbir açıklamanız bu ülkedeki zulmü, haksızlığı örtmeye yetmeyecek.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Çok teşekkür ediyorum Sayın Bilgen.