GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Millî Savunma Bakanı Fikri Işık'ın, Fırat Kalkanı Harekâtı'na ilişkin gündem dışı açıklaması nedeniyle HDP Grubu adına konuşması
Yasama Yılı:2
Birleşim:45
Tarih:22.12.2016

HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; ben de hepinizi saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum.

Dün de ifade etmiştim, bugün de tekrar ifade ediyorum, bu operasyonda hayatını kaybedenlerin sayısı 40'a yaklaştı, yaralılar ise bunun çok daha üzerinde. Gerçekten, birazdan vereceğim örneklerde de görüleceği üzere, oraya ne için girdiğini bilmeyen bu güvenlik güçlerinin, askerlerin ölümünden duyduğum derin üzüntüyü ifade etmek istiyorum. Onlara Allah'tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum; yarılara da acil şifalar diliyorum.

Yine, tekrar söylemiştim, birazdan ifade edeceğim üzere amacı net olarak konulmamış, belki de bırakın oradaki zavallı askerleri, komutanlara bile tam tariflenmemiş bir operasyonla karşı karşıyayız. Şunu söyleyeyim: Şu Meclis altına attığı bir imzayla o askerleri oraya gönderdi. Şu Meclis muhalefet eden veya tezkereyi destekleyenlerle birlikte bu ölümlerin gerçekleşmesine sebep olmuş olan tezkerenin sahibidir. Ben kendi adıma onları oraya göndermiş olan bu Meclis iradesinin tamamının bu ölümlerden sorumlu olduğundan hareketle partim ve şahsım adına bunların ölümünü engelleyemediğim için onlardan özür diliyorum. Bütün içtenliğimle onlardan haklarını bize helal etmesini temenni ediyorum. Şundan ötürü özür diliyorum: Biz tezkereye muhalefet etmiş bir parti olarak diğer partileri bu tezkerenin doğru olmadığına inandırtamadığımız için özür diliyorum ve oraya onları güvenli göndermediğimiz için, orada bilmedikleri, tanımadıkları arazi ve kentlerde her anı ölüm kokan süreçleri onlara yaşattığımız için bir daha özür diliyorum ve haklarını helal etmelerini temenni ediyorum. İmzalamamış olsak bile, bu yönde oy kullanmamış olsak bile şu Parlamentonun bir üyesi ve grubu bulunan bir partisi olarak bu kanaatimizi ifade etmek zorundayız.

Değerli arkadaşlar, amacı ve sınırı belli olmayan bir operasyon söyledik. Şundan ötürü söyledik: Çünkü Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve iktidar yetkilileri 24 Ağustostan bugüne kadar orada Türk Silahlı Kuvvetlerinin bulunmasına dair biri biriyle çelişen, biri birine zıt çok farklı bulunma amaçları öne sürdüler. Gâh Kuzey Suriye'deki federasyona ve oluşuma izin vermemek için orada bulundukları açıklandı, gâh DAİŞ tehdidini ortadan kaldırmak için; yeri geldi, rejimi değiştirmek için orada olduğumuzu söylediler ve en son, iki gün önce Moskova'ya giden Dışişleri Bakanı mutabakat imzalıyor ve seküler yapıyı korumak için, Suriye Arap devletinin egemenlik hakkını korumak için orada olduğumuzu söyleyen bir mutabakatın altına imza atıyor.

Şimdi, hani, ilk Suriye'de kargaşa başladığında Emevi Camisi'nde namaz kılacaktık. 24 Ağustosta ise sınır ötesi operasyona giriştiğimizde oyun kurucu olarak girdiğimizi söyledik. Şimdi bütün dünya görüyor ki Türkiye orada bir oyun kurucu değildir, Türkiye orada neredeyse -amiyane tabirle- bir yancıdır, bir figürandır. Dün de söyledim, bugün de söylüyorum: Biz Bab'ı alsak ne olur? Bab bize mi kalacak? Göreceksiniz, Bab düştükten sonra en fazla bir hafta içerisinde rejim ve Suriye ve Rusya, hep birlikte "İşiniz bitti, çıkın buradan." diyecek. Onların yerine bizim gençlerimiz, çocuklarımız ölüyor, onların yerine biz orada savaşıyoruz, onların yerine biz orayı temizliyoruz ve onlara hediye ediyoruz. Bundan ötürü, bu ölen askerlere karşı bir özür ve hak helalliği isteme borcumuz var bizim bu Meclis olarak. Hiç birbirimizden de ayırt etmeksizin söylüyorum bunu.

Değerli milletvekilleri, bakın, şunu ifade edelim ki: Yaşamın çok ucuz olduğunu, oradaki gençlerimizin ve çocuklarımızın bilasebep yaşamlarını sonlandırır hâle geldiğimizi bir örnekle ifade edeyim. Hepimiz inceleyebiliriz, 19 Aralık günü yani fazla değil, üç gün önce Hürriyet gazetesinde... El Bab'a dayanmış olan Afyonlu asker Fatih Olcay babasını arıyor gece ikide -bakın, hiçbir yoruma mahal bırakmaksızın- "Nereye gittiğimizi, ne yapacağımızı, nereye ilerleyeceğimizi bilmeden gidiyoruz; hakkınızı helal edin." diyor ve sabaha onun şehit olduğu haberi geliyor. Hürriyet gazetesi yazıyor. Afyonlu asker Fatih Olcay adlı gencimiz babası Ramazan Olcay'ı arayarak -baba beyanıdır bu- "Nereye gittiğimizi, nereye ilerlediğimizi, amacımızın ne olduğunu bilmiyoruz." diyor. Sözün bittiği yerdir. Bu Meclisin nasıl bir yükümlülük altına girdiğinin resmidir bu. Ondan, zavallı Fatih Olcay ve acısını çeken baba Ramazan Olcay değil, biz sorumluyuz, biz, bu Meclis sorumlu.

Şimdi, değerli milletvekilleri, tabii, bu çocuklarımızın, gençlerimizin kanı üzerinden hamaset yapmak, gelip burada başsağlığı dilemek veya onların bilinmezliklerle dolu, hayatlarının artık bir alt yazıya, bir son dakika haberine indirgendiği kadar ucuzladığı bir süreci yaşıyoruz biz. Ya değilse, eski bir bakanın kalkıp bir televizyon programında "Ben de şehit olmak istiyorum." veya aynı memleketten yeni bakanın kıta denetler gibi "İnşallah şehitlik size de nasip olur." demesini veya bir başka iktidar milletvekilinin "Tabii ki şehit olacaklar..." -cümleyi eksiksiz okumak için alıyorum- "Maaş alıyorlar, evet, şehit olacaklar, bunun için para alıyorlar." demesini -peki, bu çocuklarımız maaş alıyor diye ölmek zorunda mı yahu Allah aşkına- veya Başbakan Yardımcısının ifade ettiği gibi "Bugün Türkiye'de yaşadığımız birçok problemin sebebi Suriye politikalarımızdaki yanlışlıklardır." cümlesini nereye oturtacağız? Bakın, bunu bir söylem üstünlüğü sağlamak için demiyorum. Bu gençlerimizin birinin daha canı toprağa düşmeden, yol yakınken geri dönmek için bu Parlamentonun bir üyesi olarak söylüyorum. Ya değilse "Biz bu tezkereye 'hayır' dedik, sizi ikna etmeye çalıştık." deyip işin içinden çıkabilme lüksümüz yok bizim. Bu noktada da asla değiliz.

Şimdi, değerli milletvekilleri, bakın, size bazı gazeteler göstereceğim. Dün bu gençlerimizin, çocuklarımızın hayatını kaybettiği an merkez medyanın baskıya girmesinden çok önce, buyurun, havuz medyası, Sabah gazetesinin manşeti büyükelçi cinayeti. Burada, "Mehmetçik El-Bab'da 138 DEAŞ'lı öldürdü." Peki, 14 gencimizin ölümü ne kadar? Şu kadar. Gazete bu işte. Bu çocuklarımızın değeri bu. Yani burada manşet dahi olamıyorlar. Çocuklarımızın nerede, nasıl öldüğü bile havuz medyasında habere yansıma biçimini belirliyor.

Diğeri farklı mı? Yeni Şafak. "DEAŞ'ın Son Çırpınışları" Peki, çocuklarımız nerede? Şurada. Çocuklarımızın hayatını kaybetme öyküsü bu kadar, bu işte. Bu Parlamento böyle bir sürecin altına imza atmış.

Bunda daha küçük. Buyurun bir başka gazete değerli arkadaşlar. Evet, sadece şu tırnağımın, bakın, başparmak tırnağımın büyüklüğü kadar haber, bu kadar işte. Bu, bu çocuklarımıza verdiğimiz değer. Bir de geleceğiz, onların -aflarına sığınıyorum hepsinin- kanı üzerinden burada da her birimiz kendi siyasi zaviyemizden hamasetimizi, ahkâmımızı kesip gideceğiz.

Şimdi, hiç kendimizi götürüp getirmeyelim, kaldırıp indirmeyelim. Moskova mutabakatı bizim Suriye ve Orta Doğu politikamızın iflasının nişanesidir. Ne dedik? Suriye Arap devletini tanıyoruz artık, rejimle bir ilişkimiz yok. Ne Emevi Camisi ne rejimi, artık Esed değildir o, Esad'dır. Moskova metni bunun göstergesidir.

Yine şunu söyleyelim değerli arkadaşlar, 138 ile 14'ü kıyaslıyoruz ya, Allah aşkına, her şeyi yapalım ama bu çocuklarımız ve gençlerimizin kanı üzerinden bir ölüm skorları yarışına girmeyelim.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Yıldırım, beş dakikalık ek sürenizi veriyorum.

AHMET YILDIRIM (Devamla) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Ne yaparsak yapalım skor yarışı içerisine girmeyelim.

Şimdi, en son gelinen nokta itibarıyla bilinmezliklerle dolu bu süreçte... Sayın Bakan az önce konuşmasında şunu söylüyor: Kaçan DEAŞ'lıların gizlenme derinliğini öngöremediğimizden söz etti. O zaman, biz öngöremediğimiz, tahmin edemediğimiz yerlere doğru ilerliyoruz. Dün bu sebeple bu kürsüden bu konuya dair konuşurken bir Vietnam sendromundan söz ettim. Bütün uluslararası literatür bunu "Vietnam sendromu" olarak tanımlar. Bir ülkenin, bir zümrenin, bir siyasi yapının kendi egemenlik hakkının olmadığı bir toprakta, amacı belirsiz bir şekilde operasyonlar düzenlemesi ve orada kayıplar vermesinin adı Vietnam sendromudur. Bunu diplomatik literatürde başkaca izah edebileceğimiz hiçbir şey yoktur değerli arkadaşlar.

Şunu söyleyelim: Son günlerde cumhuriyet tarihinin en zor günlerini bu ülkenin içte ve dışta yaşadığını ifade ettiğimizde, siyasi iktidarın içte ve dışta birbirini tetikleyen, kışkırtan yanlışlar içerisinde sonu belirsiz bir mecraya ülkeyi sürüklediğini söylediğimizde, siyasi darbelerle milletin seçmiş olduğu iradeyi rehin alma politikası diye ifade ettiğimde ve bu az önce de Sayın Başkanın rahatsızlık duymasını beraberinde getirdiğinde, bize kalkıp -burada değil ama- yayın kuruluşlarında ahkâm keserek yakın geçmiş tarihten ders çıkarmadığımızı söyleyen iktidar hakkında şunu söylemek isterim: Zerre kadar 15 Temmuzdan eğer ders çıkarmış olsaydılar...

Şu anda bizim öngörümüz o ki ülke yeni bir darbeye doğru gidiyor. Ülkede darbe mekaniği hiç hız kaybetmeden, bütün hücreleri yeniden canlanmış bir şekilde, içte ve dıştaki yanlışlar bu darbe sürecini besleyen bir noktaya doğru ilerliyor. O gençlerimizin ölmediği, kanın akmadığı, ülkenin kısmi ve süreli de olsa gün yüzü gördüğü, askerlerin, polislerin doğuda, güneydoğuda neredeyse terlikle rahat rahat gezebildiği bir çözüm sürecine dair -bitirirken- dönemin Başbakan Yardımcısı kalkıp "Artık filmini çekersiniz." demişti. Keşke onun filmini daha uzun uzun çekseydik de bugün bu çocuklarımızın kanlı görüntülerini, televizyondaki filmlerini ve haberlerini hiç izlememiş olsaydık.

Çözüm sürecinin elbette bir gün kadri kıymeti bilinecek, filmi çekilecek, ondan yana hiç şüpheniz olmasın. Ve gençlerin ölümüne engel olabilecek her sürecin bu toplum vicdanında yeri olacak, bir filmi olacak. Peki, çocuklarımızı anlamsız bir şekilde gönderdiğimiz bu bataklık içerisinde, bu kanlı hem de kararmış kanlar içerisinde bu filmi çekmeye ve bunun hesabını vermeye kimin yüreği yetecek, onu da biz çok merak ediyoruz. Özellikle bu Rojava'yla ve Kuzey Suriye Federasyonu'yla ilgili çok sıkça dile getirildiği için söyleyeyim: Türkiye de çok çok iyi bilmektedir ki oradaki Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin yönetimde ve Mecliste ortak bir süreci işlettiği yönetişim sürecinin, tabandaki her türlü etnik, dinsel, mezhepsel renkliliğin yönetime katıldığı o Kuzey Suriye Federasyonuda Suriye'nin bu kaotik ortamındaki tek istikrar adası olarak duruyor ve bir modeldir; Orta Doğu'daki çoğulculuğa, kültürel, dinsel, etnik çoğulculuğa bir rol model olarak duruyor ve Türkiye'yi tehdit eden hiçbir tarafının olmadığını en az Türkiye'deki devlet aklı da bizim kadar biliyor ama oradan hiçbir tehdit gelmediğini bildiği hâlde, özellikle Türkiye'nin orayı hedef hâline getirmesi, oranın Türkiye'ye tehdit olmasından kaynaklı değil; oradaki sistemin, zihniyetin rol model olma anlayışının Türkiye'yi, Türkiye'nin siyasi ve ideolojik genetik kodlarını ürkütmesinden kaynaklıdır. Ki bu Türkiye toplumunun, 80 milyon insanın da öyle bir derdi yoktur; oradaki insanlarla en ufak bir probleminin olduğunu düşünmüyorum, oradaki oluşumlarla da probleminin olduğunu düşünmüyorum. Herkes kendi diliyle, rengiyle, kültürüyle, diniyle, mezhebiyle yaşasın diyor. Sadece siyasi iktidarın bu aklıselimi yitirmiş olma hâlinin, bu ülkeye yaşatmış olduğu ezadan başka bir durum değil yaşanan.

Bir an önce bu tezkerenin gözden geçirilmesi, o operasyona, bir can kaybına daha bu toplumun tahammülünün olmadığı saikiyle son verilmesini temenni ediyor, bütün Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Yıldırım.