GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: ARDAHAN MİLLETVEKİLİ ENSAR ÖĞÜT VE 28 MİLLETVEKİLİNİN, UYGULANAN GIDA, TARIM VE HAYVANCILIK POLİTİKALARI İLE ÇİFTÇİ VE ÜRETİCİLERİ SIKINTIYA SOKARAK GÖREVİNİN GEREKLERİNİ YERİNE GETİRMEDİĞİ İDDİASIYLA GIDA, TARIM VE HAYVANCILIK BAKANI MEHMET MEHDİ EKER HAKKINDA GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGENİN ÖN GÖRÜŞMELERİ
Yasama Yılı:3
Birleşim:9
Tarih:16.10.2012

BDP GRUBU ADINA HALİL AKSOY (Ağrı) -  Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Türkiye'de tarım ve hayvancılık sorunu, kuşkusuz, sadece bugünün, bu Hükûmetin sorunu değil, ancak bir gerçek var, hiçbir dönemde çiftçi ve üretici AKP dönemindeki kadar ezilmemiş ve sömürülmemiştir.

Türkiye'nin tarım politikalarını aslında tarım bakanları belirlemiyor, hatta hükûmetler de belirlemiyor. 1980'den beri Türkiye'ye dayatılan bir IMF politikası söz konusudur. Dolayısıyla, aslında Sayın Tarım Bakanı hakkında verilen bu gensorunun çok da anlam ifade etmediğini belirtmek istiyorum. Ancak ortada çok büyük bir gerçek var ki tarım ve hayvancılık alanında Türkiye'nin çok temel sorunları bulunmaktadır. Bu sorunlardan başta on yıldır iktidarda bulunan AKP Hükûmeti olmak üzere 1980'den bu yana bütün hükûmetler de sorumludur.

İnsanların yaşamak için ihtiyacı olan malların üretiminin tarım üzerinden sağlandığı göz önüne alındığında, ülkelerin tarım politikalarının insanı esas almayan, insanları düşünmeyen, önemsemeyen siyasi yapılara terk edilmesi çok doğru değildir. Dünyaya egemen olan siyasal sistemi ve bu sistemin işleyişini algılamadan ne AKP'nin ne de bakanlarının durumunu analiz etmek de çok mümkün görünmüyor.

Bugün Türkiye'de başta tarım olmak üzere birçok alandaki politika oldukça bilinçli tercih edilmiş ve belirli hedeflere kilitlenmiştir. Onun için dünya egemen sistemi ışığında AKP'yi ve politikalarını değerlendirmek hem daha aydınlatıcı hem de var olan tabloyu daha gözler önüne serici bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Normal şartlarda, bilim ve teknolojinin almış olduğu boyut ve bununla beraber üretim araçlarının gelmiş olduğu nokta, dünyamızda  12 milyar insanın karnını doyurabilecek bir potansiyelin olduğunu göstermektedir. Gerçeklik böyle iken, istatistiklere göre, bugün dünyada 2,5 milyar insan yoksul ve 1 milyarın üzerinde insan da açlıkla karşı karşıyadır. Her gün 20 bin insan açlıktan ölüyor, her beş saniyede 1 çocuk açlık nedeniyle ölüyor, yoksulluğun doğrudan ve dolaylı etkileri sonucu günde 300 bin çocuk ölüyor. Aç kalanların yüzde 70'i kadın ve çocuklardır. Bir sermaye krizi olan 2008-2009 ekonomik krizi nedeniyle 100 milyon insan açlığın pençesine düşmüştür. 

Dünyada milyonlarca ton tahıl ve gıda maddesi piyasa aktörlerinin elinde fiyat manipülasyonu için kullanılıyor, depolarda tutuluyor, çünkü kapitalizmin ve onun ihtiyaç duyduğu gücün pazar kuralları bunu dayatmaktadır, çünkü birilerinin zengin olması için başka birilerinin açlıktan ölmesi gerekiyor. İşte, piyasanın kuralları buna göre gelişmektedir.

Peki, bu aç kalanların ülkesinde kuraklık var mı? Hayır, sadece hegemonya var ve bu hegemonyanın adı da "neoliberalizm"dir, uygulayıcıları da hükûmetleridir. Kendilerine "gelişmiş" adı veren ancak vicdanen yoksul olan ülkeler, bugün, kendi tarımsal politikalarını ülkesel çıkarları bağlamında ele alıyor ve buna göre politika oluşturmaya devam ediyorlar. Ancak, geri bırakılan ya da "gelişmekte olan ülke" adıyla avutulmaya çalışılan Türkiye gibi ülkelerde ise, hükûmetler eliyle, gelişmiş ülkelerin istediği rotada politikalar da üretilmektedir. Gizli bir el, âdeta, ülkeyi belli bir hedefe götürüyor; bu hedef, her alanda yıkım ve piyasanın kurallarına tam bir teslimiyettir. İşte, Türkiye'de bu elin adı da, açıkça belirtmek gerekirse, AKP Hükûmetidir.

Türkiye'de, 1980 darbesiyle beraber 24 Ocak kararlarıyla başlayan neoliberal ekonomiyi inşa etme çabaları, bugün, AKP siyaseti döneminde zirve yapmıştır. 1970'li yıllarda 30'un üzerinde tarımsal ürün desteklenirken, 2004 yılında bu ürün sayısı 5'e düşürülmüştür.

Bakanlık şahsında Hükûmetin sürekli övünerek, bulduğu her meydanda dile getirdiği destekleme primleri, bugün, tarım sektörünün fişini çaktırmadan çekme girişiminden başka bir şey değildir. Tarımı ve çiftçiyi geliştirmeyen, âdeta öldürmeyip süründüren politika, çiftçiye aba altından sopa göstermektir. Kırsal kesimde yaşayan insanlarımızı, çiftçiyi, köylüyü metropollerde ucuz iş gücü hâline getirmek için oluşturulmuş bu politikalar, tarımsal üretimi bugün büyük şirketlerin tekeline bırakma eğilimi gütmektedir.

Yine, bugün Ege'de, Trakya'da ve daha birçok yerde çiftçilerin bankalardan almış oldukları krediler karşılığında arazilerin yarısından fazlasının ipotekli olmasını açıklamak da mümkün değildir. Bugün çiftçinin kullandığı krediler çiftçiyi yüksek faizlerle borç altına ve bataklığına sürüklemişken, çiftçinin son on yılda kullandığı kredilerin ve faizlerin enflasyon oranı yüzde 30'lar civarındadır. Bu da çiftçiye daha fazla faiz yüklemek anlamına gelmektedir, bugün çiftçi maalesef yüksek kredi faizleri altında âdeta ezilmektedir.

Değerli milletvekilleri, yanlış ve yetersiz tarımsal desteklemeler, borç batağında bulunan çiftçiyi daha da yormaktadır. Bankaların takipteki alacaklarında patlamalar yaşanırken AKP'nin bunu gizleyecek gücü de artık kalmamıştır. Bugün takipteki kredilerin toplam kredilere oranı yüzde 3 dolayındadır. 2011 yılında bu oran yüzde 2 dolayında idi. Bu tablo, bir ilerlemenin değil, aksine, bir çöküşün de ifadesidir.

Türkiye birçok tarımsal üründe kendine yeterliliğini oluşturacak bir ülke iken bugün artık buğday başta olmak üzere arpa, mısır, pirinç, kuru fasulye ihracatçısı konumuna düşürülmüştür. İstatistiklere göre, Türkiye'de on yıl önce 24 milyon hektar alanda tarım yapılıyorken bugün 21,5 milyon hektara düşmüştür yani 25 milyon dönümde çiftçi tarım yapmaktan vazgeçmiştir. Bunun nedenlerinin iyi araştırılması gerekmektedir.

Tarım reformu kapsamında, amacından saptırılarak başlatılan arazilerin toplulaştırılması çalışmaları köylüyü ve çiftçiyi karşı karşıya getirmiş, amaçlananın tersine, olumsuz sonuçlar doğurmaya başlamıştır. İthal edilen her ürün üreticiyi daha da yıkmıştır, yıkmaya devam edecektir. Türkiye'nin tarımsal üretiminde kendi kendine yeterliliğinin yaklaşık ilk 10 ülke arasında olduğu günler vardı ancak bu tablo bugün artık gerilerde kalmıştır. Türkiye her yıl 6-7 milyar dolar tarımda dış ticaret açığı vermektedir. Ne yazık ki Türkiye yılda ortalama 8 milyar doların üzerinde tarım ürünü ham maddesi ithal eder noktasına gelmiştir. Türkiye yılda 1,5 milyon ton soya, 1 milyon ton düzeyinde mısır -ki bunların tamamı GDO'ludur- 3 milyon ton dolayında pamuk ithal etmek durumunda kalmıştır. Daha da acısı ve trajik olanı, tarım ülkesi olan Türkiye tarihinde ilk kez saman ithal etmek zorunda kalmıştır. Evet, saman ithal etmek?

Özellikle tarım alanında beterin beteri diyebileceğimiz AKP Hükûmetinin uygulamalarının rakamsal karşılığı da oldukça açıklayıcıdır. Örneğin, 2002 yılında Türkiye'de buğday 30 kuruştu, mazot 1 liraydı. 3,5 kilo buğday satan bir üretici 1 litre mazot alabiliyordu. Bugün ise mazot 4 lira, buğday 60 kuruştur. 1 litre mazot alabilmek için 7 kilogram buğday satmak gerekiyor. Verdiğim bu örnek birçok defa ifade edilmiş olsa da altını ne kadar çizsek azdır.

AKP'nin tüccar zihniyetinin başka bir sonucu da tarımsal ürünlere ulaşımda vatandaşın karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Bugün çiftçi binbir güçlükle ürettiği malını tüketiciye birkaç elden geçtikten sonra ulaştırabilmektedir. Üreticinin tüccarlara çok küçük rakamlarla sattığı mal vatandaşın eline geçene kadar fahiş fiyatlara yükseliyor ve bu durumda mağdur olan, üreticiler ve biz tüketiciler oluyoruz. Bu işten tek kazançlı çıkan, AKP'nin her fırsatta desteklediği tüccar kesimler olmaktadır.

Bugün üretici fiyatlarıyla market fiyatları arasındaki fark yüzde 400'leri bulmuştur. Ürün grupları itibarıyla baktığımızda ise bu oranın yaş sebzede ve meyvede yüzde 498, kurutulmuş ürünlerde yüzde 286, baklagillerde yüzde 252, pirinçte yüzde 199 ve hayvansal ürünlerde yüzde 206'lara kadar çıktığı da görülmektedir. Peki, kimin buna hakkı vardır? Üreten, ter döken, üreticiden yok pahasına malını alan tüccar hiç zahmet etmeden, değer üretmeden tüketicinin yüzlerce kat fazlasını nasıl kazanıyor? Keza, eğer GDO'lu ürünler alınıyorsa ve bu tohum olarak da kullanılıyorsa, bunun sürekliliği de düşünüldüğünde karşı karşıya olduğumuz tehlike daha da büyüktür.

Değerli milletvekilleri, tarımda olduğu gibi hayvancılıkta da iç açıcı bir tablodan söz etmek mümkün değildir. Hayvancılığa oldukça elverişli bir ülke olmamıza rağmen Türkiye, canlı hayvan üretiminde de "ihracatçı" konumundan "ithal eden ülke" durumuna gelmiştir. Hayvancılığa sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi bakımından baktığımızda dahi hayvancılığın artık sinyal verir düzeyde olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. 1991 yılında büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayısı Güneydoğu için 8 milyon 386 bin iken AKP İktidarı döneminde, 2008 yılına geldiğimizde bu sayı 5 milyon 880 bine inmiştir. Bu, yaklaşık yüzde 30 oranında bir azalma demektir.

Yine, bölgenin Türkiye nüfusuna göre kişi başına ürettiği süt miktarı 1991 yılında yıllık 12 kilogram iken 2008'de 8 kilograma kadar gerilemiştir. Bu da yaklaşık yüzde 30'luk bir azalmaya denk gelmektedir.

Ülkemiz, bir tarım ve hayvancılık ülkesiyken şimdi dünyanın en pahalı etini yiyen bir ülke oldu. Yani, şimdi Sayın Bakan'a sormak gerekir: Acaba etin kilosu kaç lira, Ankara'da özellikle?

Otuz yıllık hayvancılık politikasının geldiği nokta: 1980'de 16,5 milyon olan büyükbaş hayvan sayısı 10,5 milyona düşmüştür. 50 milyon olan koyun sayısı 25 milyona, 16 milyon olan keçi sayısı 5 milyona düşmüştür. Üstelik, Türkiye'nin nüfusu da artmıştır, 44 milyondan 72 milyona yükselmiştir.

Hayvancılık politikası yanlış olan Hükûmetin, büyükbaş besiciliğine de önem verirken hayvancılığın yeniden üretiminin önünü kestiği ve ithalata doğru kayan bir sistem oluşturduğu da bir gerçektir. Et ithalatını serbest bırakmasına karşılık fiyatlar düşmedi. Tarım ülkesi olan Türkiye, halkımızın et ihtiyacını Amerika ve Avustralya kıtalarından getirdiği hayvanlarla sağlamaya çalışan bir ülke durumuna geldi. Dün kanguru getiriliyordu, bugün Anguslar getiriliyor. Sanırım bu durum hayvancılığın ne aşamada olduğunu gösteren bir veridir.

Tüm pembe tablolara rağmen ortaya çıkan gerçek şu ki: Fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu bir sömürge düzeninde yaşıyoruz. Yoksul Türkiye halklarının yaşadığı bu tablo, 2,5 milyar dünya yoksulunun başına gelenden farklı değildir.

Değerli milletvekilleri, hepimizin bildiği gibi haftaya Kurban Bayramı'dır. Bu vesileyle halkımızın Kurban Bayramı'nı bugünden kutlamak istiyorum. Kurban Bayramı'nda ortalama 2 milyonun üzerinde küçükbaş, 500 binin üzerinde de büyükbaş hayvan kesiliyor. Hükûmet bu sene kurbanlık ithal etmeyeceğini söyledi. Zira, ithal kurban yok ama kaçak kurbanlık biliyorsunuz var. Ayrıca, devlet kurbanlık ithal etmiyor olabilir ama yandaş tüccarlar ithal etmeye de devam ediyor. Türkiye tarihinde ilk kez AKP Hükûmeti döneminde, 2010'da kurbanlık ithal edildi. Sadece kurbanlık ithalatı da yapılmadı, besilik, damızlık, kasaplık büyükbaş, koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanlar da ithal edildi. Nihayetinde karkas et de ithal edildi. Bu da yetmedi, ot ve saman ithal edildi. Kurbanlık hariç diğer kalemlerde ithalat hâlâ devam ediyor.

İthalat devam ederken Başbakan geçenlerde grup toplantısında yaptığı bir konuşmada bu yıl kurbanlık ithal etmeyeceklerini belirtti. Kurbanlık ithal etmemesi önemlidir fakat diğer taraftan, Kurban Bayramı öncesinde özellikle Suriye'den ülkeye çok sayıda kaçak koyun sokulduğu biliniyor. Bu, resmî kurumlarca da kabul edilen bir gerçek. Suriye'den kaçak olarak sokulan kurbanlıklar bir yana, Başbakanın kurbanlık ithaliyle ilgili o sözlerini anımsatmakta yarar var. Şöyle diyor Sayın Başbakan: "Bakın, bu yıl Kurban'da artık dışarıdan kurban almıyoruz. Niye? Çünkü hamdolsun artık fazlamız var. Nasıl? İşte, hayvancılıkta attığımız adımlarla. İnşallah, biraz daha devam edelim, ihracatlara başlayacağız. Buralara böyle durup dururken gelmedik. Önümüzde güzel günler var, bütün ekonomik krizlere rağmen var."

Başbakanın sözlerine baktığımızda, sanki geçen dönemde kendisi Başbakan değilmiş gibi bir duyguya kapılıyor insan. Başbakanın sözlerinden de anlaşılan da şu: Hayvancılıkta o kadar doğru bir yerde politikalar uygulanıyor ki kurbanlık ithalatından vazgeçildi. Peki, gerçekten de Türkiye hayvan ihraç edebilecek bir durumda mıdır? Başbakanın sözlerindeki pembe tablo doğru mudur? Aslında, Türkiye'nin hayvan ihraç etme potansiyeli var ancak bugün uygulanan yanlış politikalar nedeniyle bunun gerçekleşmesi neredeyse olanaksız. Öyle anlaşılıyor ki Sayın Başbakan, hayvancılık politikası konusunda çok yanlış bilgilendirilmiş. Oysaki Türkiye tarihinde ilk kez bu hükûmetler döneminde kurbanlık ithal edilmiştir. İthalata neden olan yanlış politika varsa o da bu Hükûmete ait. Hayvancılığı da tarımı da bitiren bu Hükûmetin kendisi olmuştur. Yani başka bir hükûmet döneminde kurbanlık ithal edilirken Başbakan tarafından durdurulmuş değil.

Türkiye, sahip olduğu potansiyeli değerlendirdiği takdirde ve doğru hayvancılık politikasıyla bu temenniyi yani keşke "ihracat" temennisini yerine getirebilse ama bugün uygulanan politikalarla değil. Bu politikalarla ihracat yapmak bir yana üretim yapmak bile olanaksız hâle geliyor. Bunu öğrenmek için Türkiye'nin herhangi bir köyüne, kasabasına giderek gördüğümüz ilk hayvancılık işletmesinin sahibine, çalışanına sorabiliriz. Çiğ sütün ucuz, yemin çok pahalı olduğunu, üretimin bu şartlarda sürdürülemeyeceğini söyleyeceklerdir bize. Yem ve diğer girdilere para yetiremeyen üreticilerin süt ineklerini dahi kesmeye gönderdiklerini anlatacaklardır. Besicilerin yüksek maliyet fiyatlarıyla hayvanlarını zararına kestirdiklerini ve ucuz ithalat nedeniyle işletmelerini kapatmak zorunda kaldıklarını dile getireceklerdir. Devletten aldıkları sıfır faizli krediyle yatırım yapanların bin pişman olduklarını, krediyi ödeyemeyeceklerini mutlaka söyleyeceklerdir. Zaten hep duyuyoruz.

Kars'a gidin, Bingöl'e gidin, Ardahan'a, Iğdır'a, Edirne'ye, Balıkesir'e, Konya'ya, Van'a, Muş'a gidin ve sorun, sorunlarını dinleyin, çiftçiler, üreticiler artık kan ağlıyor. Size seçim bölgem Ağrı'dan bir örnek vereyim: Tarım Bakanlığı, kooperatiflere koyunun çiftini 1.100 liraya verdi. Şimdi Ağrı'da koyunun çifti ne kadar biliyor musunuz? 500 lira yani yarı fiyatına bile yok. Peki, geçen sene Ağrı'da samanın ton fiyatı ne kadardı, bugün ne kadardır? Geçen dönem 200 liraydı, şimdi 900 ile 1.000 lira arasında değişiyor.

Yüzlerce çiftçiye ağır şartlar altında 30 bin TL karşılığında 50 koyun verdiler. Şimdi, bu 50 koyunun toplamı 12-13 bin lira ediyor. Bu hayvanlara kışın bahara kadar 15 bin lira da yem masrafı yapılacak. Ayrıca, ahır parası, makine denetimi, işletme parası derken çiftçinin üzerindeki bu borç neredeyse 50 bin TL'ye yükseliyor. Üstelik, verilen bu koyunlar kısır olduklarından bir yıl boyunca çiftçi sadece masraf yapacak, bırakın kazanç elde etmeyi, sürekli zarar edecektir. Dolayısıyla, çiftçi çok ağır bir yükün altında boğulacaktır.

Bu sadece kooperatifler için geçerli bir durum değil, bireysel kredi alan ya da daha değişik sayılarda hayvan alan çiftçilerin durumuyla da doğrudan doğruya ilgilidir ve aynıdır. Bugün, Ağrı'daki bütün çiftçiler kan ağlıyor. Sadece Ağrı için değil, bütün bölgenin hâli içler acısıdır.

Yurttaşı devlete karşı ağır şartlar altında borçlandırıyorsun, yetmiyor eziyorsun, sonra da seçim zamanı bu borçları pazarlık konusu ediyorsun. İşte, AKP Hükûmetinin tarım ve hayvancılık politikası budur.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Lütfen sözlerinizi tamamlayınız.

Buyurunuz.

HALİL AKSOY (Devamla) - Bu politika Türkiye halklarını refaha götürmeyecektir.

Son olarak bir şey daha hatırlatmak istiyorum: Siyasi tutuklu ve hükümlüler açlık grevinin otuz beşinci günündedirler. Yaşamları, sağlıkları tehlikededir. Vicdan sahibi herkesin bu çığlığı duyması gerekir. Bu çığlığı, 12 Eylül döneminde bile duyurabilmiştik ama bugün bu çığlığı duymazsak insanlık karşısında, halkımız karşısında sorumlu duruma düşeceğiz. Bu nedenle herkesi bu konuda duyarlı olmaya çağırıyorum.

Bu duygularla hepinizi saygıyla selamlıyorum, teşekkür ederim. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyoruz Sayın Aksoy.