| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Arasında Hükümetlerarası Tahıl Grubu 31 inci Oturumu ve Hükümetlerarası Pirinç Grubu 42 nci Oturumu Ortak Toplantısına İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 78 |
| Tarih: | 07.03.2017 |
HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de hepinizi saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum.
Konuya farklı bir yerden girmek istiyorum, o da şu: Gerçekten üç haftadır şu Meclis niye açık? Yani, ben bir grup yöneticisi olarak uzun süredir soruyorum ve Danışma Kurulunda da yaptığımız görüşmelerde bu sorunun cevabını arıyorum: Şu Meclis üç haftadır niye açık? Hangi yasama faaliyetini yerine getirmek üzere açık tutuyor iktidar bu Meclisi? Şimdi, tabii, 16 Nisanda bir referandumun yapılacağı ve bu referandumda bütün partilerin kendi duruşları, bakış açıları üzerinden bir kampanyayı başlattığı açık seçik orta yerde duruyor. Ama "Hani açıkken orada böyle raflarda bekleyen, sadra şifa olmayan, zülfüyâre dokunmayan uluslararası sözleşmeler var, bari bunlarla bir zaman geçirelim." deniyor. Çünkü hakkı olmadığı, anayasal bir aykırılık teşkil ettiği hâlde Cumhurbaşkanı, valiler, kaymakamlar, mülkü amirler üzerinden bir kampanya yürütüyor. Başbakan, devletin bütün olanaklarını kullanarak bir kampanya yürütüyor. Aklınca, muhalefeti burada tutmak adına Meclis açık tutuluyor. Ne kadar önem verildiği zaten şu sıralardaki iktidar partisinin katılım düzeyiyle belli oluyor.
Şunu söyleyelim: Uluslararası sözleşmeler hazırlanırken özellikle bütün partilerle ortaklaşarak ülkenin uluslararası imajını, sosyal, kültürel, siyasal, ticari gücünü artırabilecek içerikte hazırlanması durumunda, bütün herkesin toplumu rahatlatabilecek kısa, orta, uzun vadeli bu sözleşmelere katkı sunabileceğini belirtelim. Ama bundan daha öte, bu ülkenin cumhuriyet tarihi boyunca belki de uluslararası ilişkilerde, uluslararası toplum nezdindeki en büyük imaj kaybı, en büyük imaj dejenerasyonunu yaşadığını ifade edelim.
Şimdi, sizin uluslararası ilişkilerde, diplomatik ilişkilerde doğru ya da yanlış bir tavrınız, bir tutumunuz, bir bakış açınız olur ancak uluslararası ilişkilerde bir siyasi iktidarın kendi devleti adına bir tavır takınırken takındığı tavrın yanlışlığı ve doğruluğu kadar, en az onlar kadar önemli olan bir husus vardır; o da izlediği dış politikanın ilkeli, tutarlı ve istikrarlı olmasıdır. Yani mevcut siyasi iktidarda olmayan bir şeyden söz ediyorum. Takındığınız tavır yanlış olabilir, uluslararası ilişkilerde gerçekten belli bir bakış açınız, belli bir siyasi tahayyülünüz olabilir, belli bir uluslararası doktrin üzerinden bakabilirsiniz, buna saygı duyarız; bu yanlış da olabilir ama ilkeli olmalıdır. İlkelilik, tutarlılık, istikrarlı olma hâli, doğruluğun ve yanlışlığın dışında en az onlar kadar önemli olan bir husustur. Ama şunu söyleyelim: Bunu neye binaen söylüyorum? Günübirlik, bakın, haftadan haftaya, günden güne, bazen saatten saate aynı siyasi iktidarın mensuplarının birbirini tekzip ettiği açıklamalarının değiştiğini görebiliyoruz.
Şimdi soruyorum: Son bir ayda Cumhurbaşkanı, Başbakan, Millî Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı kaç defa Bab operasyonunu bitirdi, kaç defa? Zamanlama anlamında kaç kere birbirlerini tekzip ettiler? Menbic, Rakka, Avrupa Birliği ilişkileri konusunda her biri bir telden çalıyor. Ama tutarlı, ilkesel bir dış politikanın olması durumunda -iktidarın kendi içerisindeki tutarlılığını bir yana bırakalım- devlet refleksinde bile bir tutarlılık olabilir.
Şimdi, buradan hareketle, bakın: Katar'a gidilir, Körfez ülkelerine, orada İran ve Rusya günahkâr ilan edilir ama oradan gelinir, Moskova'ya gidilir, Moskova-Şam-Tahran hattı kutsanır, "Aslında çok da bakmayın bu IŞİD'in arkasındaki Körfez ülkelerinin hâline." denir. Üçer gün arayla, bir devleti yönetenlerin kendisini uluslararası toplumda saygınlıktan ne kadar uzak bir pozisyona düşürdüğünü çok net tecrübe ediyoruz biz.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bakın: En son, hiç kimsenin, özgürlük isteyen, düşünce ve ifade özgürlüğü isteyen, siyaset ve propaganda özgürlüğü isteyen hiç kimsenin kabul etmeyeceği, Almanya'da bir partinin adına yapılmak istenen referandum etkinliklerine karşı yasak geliştirilmesi, az biraz demokrasiden, özgürlüklerden nasibini almış hiç kimsenin kabul edeceği bir şey değil ama öyle bir şey ki sizin, bu haksızlıklara, bu özgürlük kısıtlamalarına karşı efektif bir dille karşı duruş sergileyebilmeniz için içinizin temiz olması lazım, içinizden kastım da kendi ülkenizin içinde bir tutarlılığınızın olması lazım. Şimdi, bir yandan bir siyasi partinin temsilcileri -bakan da olsa fark etmez çünkü partisi adına gidiyordur, hükûmet adına referandum çalışması falan yürütülemez- bir partinin mensupları orada sadece konuşturulmuyorken -aslında konuşturulmuyorken de değil, konuşması önünde engeller çıkarılıyorken- bu Parlamentonun 3'üncü büyük partisinin eş genel başkanlarının içerisinde olduğu 13 milletvekilinin tutuklu olma hâlini, bırakın bir referandum çalışması yürütmesini, siyaset yapma hakkını elinden almanızı, konuşma yapma özgürlüğünü elinden almanızı, "havuz medyası" olarak nitelendirmeye başladığımız ana akım medyayı iktidara açık tutup diğer partilere kapatıyor olmanızı kimseye ifade edemez, inandıramazsınız. Onun için, bütün Avrupa toplumu gülüyor işte bu ülkeye, ciddiye almıyor. Ciddiye alınmamasının nedeni... "Önce, demokrasinin asgari müştereklerini, on beş yıldır iktidar olan bir yapı olarak git kendi ülkende uygula da öyle gel bana bunları anlat." derler. Siyaset yapma özgürlüğü bırakmadınız, onu da geçtim, insanların yaşam hakkı, en temel anayasal hak olan, en temel insani hak olan yaşam hakkı yok; yarına güvenle bakabilme hakkı kalmamış, alabildiğine kaygılı bir ülke gerçekliğine dönüşmüş.
Bakın, Almanya'yla olan bu çelişkiye dair, geçen hafta -Sayın Başbakan Yardımcısı da buradayken söyleyeyim- Metropol araştırma şirketinin yapmış olduğu bir ankette, sorduğu sorunun verisini paylaşayım; önceki gün yayımladılar Sayın Bakan, önceki gün. Metropol soruyor: "Bu ülkede yaşamaktan memnun musunuz? Bu ülke dışında başka bir ülkede yaşamayı düşünüyor musunuz?" Bu sorunun yöneltildiği yurttaşlarımızın yüzde 29'u, neredeyse üçte 1'i "Bu ülkede yaşamak istemiyorum." diyor. Bakın, bunu ben söylemiyorum, yorum da katmıyorum; bir anket sonucu. Daha hazin olan bir şey söyleyeyim; üzerine, özellikle bu ülkede yaşamak istemeyenlere dönük soru soruluyor, ikinci bir soru: "Hangi ülkede yaşamak istiyorsunuz?" Birinci sırada "Almanya." Şimdi, hani, demokrasisini, insan haklarını, hak ve hürriyetlerin kullanım biçimini çokça tartıştığımız bir ülkeden söz ediyorum; İkinci Dünya Savaşı'nın o mezalim uygulamalarının hafızalarımıza işlendiği, Nazizmle suçladığımız bir ülkeden söz ediyorum. Bu ülkenin her 3 yurttaşından 1'i o ülkede yaşamak istiyor, kendi ülkesinde yaşamak istemiyor.
Şimdi, on beş yıldır bu ülkeyi yöneten bir iktidarın, kendi yurttaşlarının bu ülkeye dair aidiyet ve sahiplenme duygusunun zayıflamış olmasında hiç payı yok mu acaba ya? Çok merak ediyorum. Yani, muhalefet partileri böyle bir toplumsal algının şekillenmesinde pay sahibi de, yanlış muhalefet ettikleri için ülkenin bu mecraya doğru, yurttaşlarımızın bu duyguya doğru kaymasına sebep oldu da on beş yıldır bu ülkeyi yönetenlerin hiçbir suçu yok mu? Biraz tutarlılık ister siyaset.
Ben kırk gündür, Anayasa paketinin şu Parlamentodan geçtiği günden bu güne kadar söylüyorum, tekrar söylüyorum: Herkes kendi paketinin ve savunduklarının pozitif meşruiyet üzerinden savunucusu olmalı. Bugüne kadar siyasi iktidar, 18 maddenin hiçbirini toplumumuzla paylaşma ve onu bir propaganda aracı hâline getirebilme anını bu ülkeye yaşatamadı çünkü savunacak bir şey yok. Sosyal, siyasal, kültürel, hukuki, ticari, ekonomik olarak bu paket içerisinde 80 milyon insana sadra şifa verebilecek hiçbir şey yok. Olmayınca ne yapılıyor? İşte, siyaset felsefesinde de betimlendiği üzere, negatif meşruiyet üzerinden bir dil tutturuluyor. "Bunlar 'hayır' dediği için ben evet diyorum." Ya, "hayır" diyenler bu paketi getirip bu ülkenin gündemine oturtmadı ki, bu paketin sahibi biz değiliz ki. Biz, hazırlayacağımız paketin her maddesinin bu ülkeye sağlayabileceği faydaları sonuna kadar savunuruz. Lütfen, kendi paketinizle hemhâl olunuz; lütfen, kendi paketinizin bu ülkeye ne getirip ne götüreceği üzerinden bir siyaset dili kurgulayanız. Bu, daha ilkeli, daha tutarlı olan bir dil olacaktır diyorum.
Bütün Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)