| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı İlk Görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 34 |
| Tarih: | 11.12.2017 |
MHP GRUBU ADINA ERHAN USTA (Samsun) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2018 yılı merkezî yönetim bütçesinin tümü üzerine yapılan görüşmelerde Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz aldım. Gerek şahsım gerekse siyasi partim adına Genel Kurulu ve ekranları başında bizi izleyen büyük Türk milletini saygılarımla selamlarım.
Bilindiği üzere, bütçe görüşmeleri iç siyasetin, dış siyasetin, ekonominin, sosyal sorunların, hepsinin konuşulduğu platformlardır. Ben konuşmamda daha çok ekonomik konular üzerinde ve bunlara yönelik çözüm önerileri üzerinde duracağım.
Adalet ve Kalkınma Partisi on beş yıldır ülkemizi yönetiyor ve 16'ncı bütçesini yapıyor. Tabii, hâlâ 2002 mukayesesi yapmayı anlamlandıramıyorum işin doğrusu, bunu ifade etmem lazım çünkü on beş yıllık bir süre bir ülkedeki yapısal sorunları gidermek açısından, çözmek açısından son derece yeterli bir süredir. Bu zaman zarfında elbette ki birtakım meselelerin çözülmüş olması lazım. Şu anda aslında baktığınızda 2002'yle mukayese yapmak açısından çok da muhteşem bir ortam var. Birçok veri, makroekonomik gösterge -kamu maliyesinin dışında- 2002'yle mukayese edildiğinde çok daha sıkıntılı durumdadır, ancak bunu yapmanın ülkemize bir faydası yok. Ben o yüzden daha çok çözüm önerileri üzerinde duracağım ve ülkemizin güncel ve yapısal sorunlarına yönelik reform mahiyetindeki çözüm önerileri üzerinde duracağım. Fakat çok kısa bir şekilde genel bir konjonktüre bakacak olursak toplumun birçok kesiminde, çiftçilerimizde, çalışanlarımızda, sanayicilerimizde, KOBİ'lerimizin büyük bir borç yükü altında olduğunu biliyoruz ve bu borç, gelirin üzerinde artıyor yani gelirden daha hızlı artan bir borç durumu var. Kişi başı gelir düşmektedir, enflasyon yükselmektedir, dolar kuru, daha doğrusu döviz kuru çok dalgalı, oynak, belirsiz ve sürekli yükselmektedir. Faizler yükselmektedir, cari açık hâlâ hatırı sayılır seviyededir, kamu açıkları özellikle son iki yılda tekrar bir artma eğilimine girmiş ve kamu maliyesi bozulmaktadır. Türkiye ikiz açık sarmalıyla karşı karşıya olma riski içerisindedir. Genel olarak ekonominin kırılganlığında bir artma olduğunu ifade edebiliriz. Rezervlerimizin -ifade edildiğinin aksine- kısa vadeli yükümlülüklerimizi karşılamaktan uzak olduğu tespitini yapmamız gerekmektedir. Dünyadaki en kırılgan ekonomiler liginin vazgeçilmez bir üyesi hâline geldik.
Şimdi, bir yandan da tabii, iç ve dış siyaset çok sıkıntılı, Türkiye bir kuşatma altında. Böyle bir kuşatma ortamı içerisinde de ülkemizin önünü açacak, milletimize ümit verecek politikaları ortaya koymayı millî bir duruş olarak görüyorum ve bu çerçevede önerilerimi sıralamaya çalışacağım. Temel olarak dokuz başlık üzerinde hareket edeceğim Sayın Başkan, değerli milletvekilleri. İlk olarak yapılması gereken şey, Türkiye ekonomisine ilişkin olarak güven bunalımını ortadan kaldırmak, belirsizlikleri azaltmak ve beklentileri olumluya çevirmektir. Piyasalara ve yatırımcılara vereceğimiz en önemli mesajın "Biz sorunları doğru tespit ediyoruz ve çözüm önerilerine de sahibiz." mesajı olması lazım. Ve bu çözüme yönelik de siyasi ve bürokratik iradenin varlığını göstermek lazım; bu, başlı başına önemli bir husustur. Bu gösterildiği andan itibaren, bugün bu, bütçe konuşmasında Sayın Başbakan bu iradeyi ortaya koysun, makroekonomik göstergelerde, belirsizliklerde ve bir kısım göstergelerimizde bugünden itibaren bir iyileşme olacaktır, ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Tabii, sorunları abartmak kadar hiç yokmuş gibi kabul etmek veya küçültmek de güvensizliğe yol açıyor. Bugün Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak baktığımızda "Türkiye ekonomisi yönetiliyor mu?" diye bir soru sormak haklı bir soru gibi duruyor. Ekonomiye ilişkin kurumlar arasında ciddi bir koordinasyon eksikliğinin olduğunu ifade etmem lazım. Kurumlar inisiyatif alıyor mu ciddi endişelerimiz var. Kurumların ve kuralların çalıştığını herkese göstermemiz lazım. Devleti yönetenlerin daha dikkatli bir şekilde beyanatlarda bulunması lazım çünkü birkaç beyanatın üst üste gelmesi ekonomide belirsizlik ve güvensizlik yaratmaktadır. İktisadın temel ilkelerine ters söylemlerin sıkça tekrarlanması ve kamuoyunda tartışılması ciddi bir tedirginlik yaratmaktadır. Piyasalara elbette teslim olmayalım ancak piyasalarla restleşmenin de çok fazla anlamı olduğunu düşünmüyorum. Meselelere günübirlik çözümler aramak yerine reformist olarak yaklaşmak gerekmektedir. Sürekli olarak Türkiye'nin büyük risklerle karşı karşıya olduğunu vurgulamak da Türkiye'ye yatırım yapacak yatırımcılar açısından belirsizlik yaratmaktadır.
Şimdi, "Sorunları doğru teşhis etmemiz gerekir." diyoruz; doğru teşhis için doğru veri, kaliteli veriye ihtiyacımız var; en önemli konulardan bir tanesinin bu olduğunu düşünüyorum. Yeni millî gelir serisi açıklandı. Geçen yıl burada bütçeyi konuşurken ortaya koyduğumuz sorunlar ile bu yıl bütçeyi konuşurken ortaya koyduğumuz sorunlar çok farklılaştı. Bu, Hükûmetin yaptığı işlerden ziyade TÜİK'in açıkladığı verilerdendir. Geçen yıl yurt içi tasarrufların çok yetersiz olduğunu, Türkiye'de yatırımların yetersiz olduğunu söylüyorduk çünkü elimizdeki resmî veri oydu. Bunları, bütün bu sorunları TÜİK aslında bir akşamda çözmüş oldu. Fakat bu meselenin içselleştirilip içselleştirilmediğine baktığımız zaman Hükûmetin politika dokümanlarında sorunlar değişmiş fakat çözüm önerileri çok fazla değişmiş gibi durmuyor. Hâlbuki yeni sorun alanları için yeni çözüm önerileri önermek lazımdı; bunu, Hükûmet dokümanlarında göremiyoruz, dolayısıyla burada bir içselleştirme sorunu varmış gibi geliyor.
Millî gelir serisinin değiştirilmesini... Bakın bu veri o kadar önemli ki, 2011-2015 dönemini düşünelim, eski serideki büyüme oranı -dört yılın ortalaması için söylüyorum- 3,3. Şimdi 3,3; hayatı yaşıyorsunuz ve bu göstergeler geldikçe buna göre bir politika seti uyguluyorsunuz; mesela, Merkez Bankası buna göre bir para politikası uyguluyor. Şimdi, geçti, 2016 yılına geldik, dediler ki: "Pardon, büyüme 6,1'miş." Dolayısıyla burada 2,8'lik büyüme veya yüzde 84'lük artış oluyor. Şimdi, TÜFE 8,2, Merkez Bankası fonlama maliyeti 7,7. Şimdi, bu büyüme doğru olarak zamanında bilinmiş olsaydı Merkez Bankasının vereceği para politikası tepkisi çok fazla olacaktı ve ülkeye bu işlerin maliyeti çok daha az olacaktı. Bunları fazla uzatmak istemiyorum.
İkinci yapılması gereken şey, ikinci ana başlığımız: İyi yönetim ilkelerini ülke yönetiminde tamamıyla hâkim kılmalıyız. Katılımcılık konusu önemlidir politikaların oluşturulması ve uygulanmasında. Politikalardaki kötü uygulamaların kontrol edilmesi anlamında saydamlık konusu önemlidir. Bu konulara dikkat edilmesi lazım. Özellikle burada kamu-özel iş birliği projelerini vurgulamak istiyorum. Bunlarla ilgili ciddi belirsizlik var ve bu belirsizlik piyasalarda çok olumsuz ve kötü fiyatlanıyor yani işin bize maliyetini artırıyor. Burada saydamlık olmadığı sürece işin bize maliyeti artıyor.
Hesap verme sorumluğu 5018 sayılı Yasa'yla sistemimize daha fazla girmiştir ancak uygulamasının çok iyi olduğunu söyleme imkânımız yok.
"Emaneti ehline verme" ilkesi çerçevesinde liyakate hem görev almada hem de bürokraside görevde yükseltmede azami özen göstermeliyiz, kayırmacılık asla yapılmamalıdır.
Diğer önemli bir konu -yine iyi yönetim çerçevesinde- hukukun üstünlüğü meselesidir. Ekonomiyi de yakından ilgilendirmektedir hukuk meselesi. "Adalet mülkün temelidir." felsefesinden asla uzaklaşmamalıyız. Adalet sistemimizi güçlendirecek, hukukun üstünlüğünü her alanda hâkim kılacak tedbirleri almalıyız. Hızlı, adil işleyen bir yargı sistemi ve yargı bağımsızlığını tesis ederek yargı kararlarını tartışılır olmaktan çıkarmalıyız.
Kurumlar ve kurallar bir toplumun temelidir ve toplumsal düzenin varlığı için gereklidir. Kamu kurumlarını güçlendirmeliyiz, kamu kurumlarının itibarlarını artırmalıyız. Onların itibarını artırmak başarı için şarttır. Özellikle Planlama, Hazine, Maliye ve Merkez Bankacılığı fonksiyonlarının güçlü bir şekilde sürdürülmesi ve güçlü bir koordinasyon gerekmektedir. Merkez Bankası, TÜİK ve BBDK başta olmak üzere düzenleyici otoritelerin fonksiyonel bağımsızlıkları korunmalıdır. Bakın, bunlarla ilgili piyasada ciddi endişeler var. Örneğin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun 7 kurul üyesi var, 5 tanesi boştur. Bu, bir güvensizlik veriyor. Yarın bir bankayla ilgili sıkıntı olsa bu kararı biz nasıl alacağız? TÜİK'in 50 tane daire başkanı ve bölge müdürü üzeri yöneticisi var, 36 tanesi vekâletle yönetiliyor. TÜİK bağımsız bir kurumdur ve kararlarını, rakamlarını bağımsız bir şekilde çıkartabilmesi lazım. Bu baskı altında TÜİK nasıl çalışacak?
Denetimsiz kamu yönetimi olmaz. Bakın, iç denetim sistemi on yıldır uygulanmaya çalışılıyor fakat gereği kadar yol alınamadı. Teftiş kurullarının morali, motivasyonu bozuldu, gereği gibi çalışmıyor. Sayıştay Kanunu çıkartıldı, güzel bir kanundu fakat bugün Sayıştayın uluslararası standartlarda bir dış denetim yaptığını söylemek zordur. Bu anlamda denetim fonksiyonlarını, ülkede denetimle ilgili birimleri çok daha güçlendirmemiz lazım.
Kurumların tüm vatandaşları kapsayıcı olması ekonomik gelişme açısından çok önemlidir, ciddi bir ilişki vardır. Biliyorsunuz Türk akademisyen Daron Acemoğlu bu konudaki çalışmalarıyla Nobel'e aday olmuştur. Dolayısıyla kurumların kapsayıcılığı konusu siyaset kurumunun ilgi alanına girdiği için mutlaka üzerinde durmamız gereken bir husustur.
Kurumlarla sürekli oynamamamız lazım. Kurumlar lego değildir. Bakın, Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü planlama dalında Hazineye bağlandı, yirmi yıl geçmesine rağmen Hazineci olamadılar, şimdi aldık bir de Ekonomi Bakanlığına bağladık. O kurumu oraya, o kurumu oraya bağlamanın kurumlar üzerinde, motivasyon üzerinde ciddi sıkıntı yarattığını bilmemiz lazım.
Sağlık Bakanlığı... 2011 yılında bir reform yapıldı bir KHK'yla, şimdi yeni bir KHK'yla o reformun tamamı çöpe atıldı, eski sisteme döndürüldü ama Türkiye para ve zaman kaybetti. Bunlar, bu sıkıntılar niye oluyor? Çünkü yaptığımız işleri etki analizine dayandırmıyoruz, etki analizi önemli bir konudur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzerinde duracağım diğer önemli bir husus verimlilik meselesidir. Türkiye ekonomisinin verimliliğinin düşük olduğunu, bir defa, ifade etmemiz lazım. Bu, hem toplam faktör verimliliği anlamında hem de iş gücü verimliliği anlamında. 2002 sonrasında oradaki reformların etkisiyle toplam faktör verimliliğinin büyümeye katkısında bir artış olmuştur, güzel bir gelişmedir ancak özellikle 2008 sonrasında toplam faktör verimliliğinin büyümeye katkısı azalmaktadır, hatta bazı yıllarda eksidir, örneğin 2016 yılında da eksi olması beklenmektedir. Dolayısıyla verimlilik artışı bizim mutlaka üzerine düşmemiz gereken, tedbir geliştirmemiz gereken bir husustur. Burada firma ölçeği meselesini de özellikle vurgulamak istiyorum. Firma ölçeği ile -ampirik çalışmalar bunu gösteriyor- verimlilik arasında ciddi bir ilişki var. Bu, sadece tarım sektöründe değil sanayi sektöründe de var. Dolayısıyla firmalarımızın daha büyütecek kararlar alması lazım, özellikle miras yoluyla bölünmenin KOBİ'lerde önüne geçmek lazım ülkemizin gelişmesi, kalkınması açısından. İş gücünün eğitim düzeyini ve niteliğini artıracak önlemlerin alınmasının da verimlilik üzerinde olumlu etkisinin olacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Dördüncü önemsediğim ve üzerinde durmak istediğim konu ekonomik güvenlik konusudur. "Dış kaynağa bağlı bir ekonomiyiz." diyoruz. "Türkiye, 15 Temmuzda bir işgalin eşiğinden döndü." diyoruz. O formatta olmadı başka bir formatta Türkiye, yeni ataklarla karşılaşabilir. Dolayısıyla ekonomik güvenlik konusu hiçbir şekilde ıskalamamamız gereken ve üzerinde hassasiyetle durmamız gereken bir konudur. Bunun için de yapacağımız en önemli şey, dış bağımlılığımızı azaltmaktır. Dış finansman bağımlılığımızı mutlak surette azaltmak durumundayız.
Bakın, Eylül 2017 itibarıyla önümüzdeki bir yıl içerisinde 170 milyar dolar borç ödememiz var, artı yaklaşık 40-42 milyar dolar da cari açığı koyarsanız 210 milyar dolar finansman sağlamak durumundayız. Bunu azaltmadığımız sürece her türlü şoka, her türlü atağa karşı açık bir hâlde olduğumuzu unutmamamız gerekir. Dolayısıyla bu tedbirlerin alınması lazım. Bunların neler olduğuna girmek tabii şu anda çok fazla mümkün değil ancak yapılması gereken, işin finansman açığının azaltılması gerektiğini... Bir tane örnek verebilirim yalnız. Büyük dış finansman gerektiren projeler var, bunların bir kısmı konuşuldu, mesela Kanal İstanbul gibi. Şimdi, zaten bunların çok fazla sağlıklı etki analizleri de yapılmış değil. Ciddi dış finansman gerektiren projelerin bu anlamda gözden geçirilmesi gerektiğini ben ifade etmek istiyorum.
Şöyle bir analiz yapalım: Adalet ve Kalkınma Partisi dönemlerinde, on dört yılda -2017'yi katmıyorum yıl bitmediği için- 590 milyar dolar net dış kaynak kullanılmış. Bakın, borçlanma değil, borçlanma bunun çok üzerinde. Net kullanım 590 milyar dolar; bunun 500 milyar doları cari açığın finansmanı için kullanılmış, 90 milyar doları da rezervlerin artışı. Tabii, burada rezerv artışıyla ne kadar övünmemiz gerektiğini düşünmemiz lazım. Yani dışarıdan borcu alıyoruz rezervimizi bir miktar artıyoruz; bu, ne kadar bu anlamda övünülecek bir şeydir veya rasyo olarak baktığımızda o da ayrı bir husus.
Şimdi, 590 milyar dolar net kullanım; 500 milyar doları cari açık dedik. Tabii, bu borçlanmayla oluyor, bunun önemli bir kısmı borçlanmayla finanse edilmiştir. Borçlarımız için ödediğimiz dış faizin, on dört yıldaki dış faizin 132,3 milyar dolar olduğunu unutmamamız lazım. Bunlar, önceki yıllara göre astronomik artışlardır. Dolayısıyla dış kaynak bağımlılığını azaltmak az önce ifade ettiğim gibi hem ekonomik güvenlik açısından hem de ülkemizin gelişmesi açısından son derece önemli bir husustur.
Peki, bu kadar kaynağı nasıl kullandık? İşte, o zaman diğer bir sorun alanı ve çözmemiz gereken bir husus karşımıza çıkıyor; bu da kaynak tahsisindeki çarpıklık. Türkiye'de -bunu sadece kamu kaynakları açısından söylemiyorum- ekonominin genelinde kaynak tahsisinin çok verimli ve üretken alanlara gittiğini söyleyemeyiz. Aslında bu tespiti ben yapmıyorum; bu tespiti devlet de yapıyor, Hükûmet de yapıyor. Hükûmet politikalarında kaynak tahsisindeki çarpıklık ifade ediliyor. Bunun çözümü için de aslında söylenen hususlar var, bunların en başında geleni biliyorsunuz, rant vergisi. Ama bu rant vergisi bir türlü çıkartılamamıştır. Hükûmetin, rant vergisiyle ilgili düzenlemeleri bir an evvel Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine getirmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Kaynak tahsisindeki çarpıklığı ifade etmek için sadece bir tane rakam vereceğim: İnşaat yatırımlarının gayrisafi yurt içi hasıla içerisindeki payı yüzde 16,3; 2016 yılında. Daha 2009 yılında, yedi yıl öncesinde bu 11,9'du; bakın, o kadar hızlı bir yükselme var, bunu hiçbir ekonomi kaldıramaz. Bu, kaynak dağılımındaki çok ciddi bir çarpıklıktır. Avrupa Birliği ortalaması ise 9,7; bizde 17'ye karşı Avrupa Birliği ortalaması 9,7. İnşaat üzerinden büyüme modeli terk edilmelidir. Bu, bu ülkeyi, nihayetinde bu ekonomiyi tıkayacaktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzerinde durmak istediğim diğer bir husus, altıncı husus orta gelir tuzağı meselesidir. Dünya geneline baktığımızda, ülkelerin kabaca on iki, on beş yıl içerisinde orta gelirden yüksek gelire geçtiğini görüyoruz; bu, ortalaması. Yedi yılda geçen ülkeler var, Güney Kore, Hong Kong gibi; daha uzun, yirmi sekiz yılda geçen ülkeler var, Yunanistan gibi ancak ortalama on iki, on beş yıl. "Türkiye ne durumdadır?" diye baktığımızda, Türkiye ilk kez 1997 yılında yüksek gelir grubu ülkeleri içerisine girmiştir, 1997'de yani bundan yirmi yıl önce. Ondan sonra tekrar gelir düşmüş; daha sonrasında, 2004'ten itibaren de sürekli olarak yüksek orta gelir grupları içerisindedir, yüksek gelir grubuna bir şekilde geçememiştir. Bir hesaba göre yirmi yıldır, bir hesaba göre de on üç yıldır Türkiye yüksek orta gelirdedir. Dolayısıyla, Sayın Cumhurbaşkanı hafta sonunda o tuzakta olduğumuzu da ifade etti. Türkiye'nin orta gelir tuzağından çıkartılması için mutlak surette tedbir alınması gerekmektedir. Bunun için yapılacak en önemli işin, bir defa, eğitim meselesi olduğunu vurgulamak istiyorum. Ancak oraya geçmeden önce, bir de rakamsal olarak ne durumda olduğumuzu da ifade etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Şimdi, son dönemde özellikle kişi başı gelir ve toplam millî gelir rakamlarının düştüğünü ifade etmiştik. Örneğin -yeni seriye göre söylüyorum, artık eski seri kullanmanın çok fazla bir anlamı yok bu durumda- 2013 yılında Türkiye kişi başı gelirde 12.480 doları yakalamış, 2013 yılında; bugün geldiğimizde, bugün en son açıklanan verilerle kişi başı gelir 10.541 dolara düşmüştür. 2013'ten sonra sürekli düşen bir... İşte, bunu konuşmamız lazım. Hâlâ gidip "On beş yıl öncesine göre şöyleydik böyleydik." Ki onu deseniz de verilecek çok cevabı var ancak bunu konuşmak lazım. Bu ülke bizim ülkemiz, bu kaynaklar bizim kaynaklarımız, bu insanlar bizim insanlarımız. Niye Türkiye 2013 yılında yakaladığı 12.480 doları... Bugün 2 bin dolar altında. Hükûmetin bunu konuşması lazım, buna kafa yormamız lazım ve hep birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak bu sorunları aşmak için adım atmamız lazım. Ben de konuşmamda bunu yapmaya çalışıyorum esas itibarıyla.
Bakın, işin daha kötüsü, 2020 yılında dahi Türkiye'nin hedefi 13,024'tür yani 2013'ün nominal olarak, yedi yıl geçtikten sonra, bir miktar üzerinde olmakla birlikte reel olarak ciddi şekilde 2013 yılının altında olacaktır 2020 yılında. Hükûmetin rakamlarıyla söylüyorum, kendim ayrıca rakam ifade etmiyorum. Sadece şu grafiği göstermek istiyorum. Şu maviler 2013 yılında -Dünya Bankası sınıflamasına göre- yüksek gelir limitleri -Sayın Kalkınma Bakanı bu konuları iyi bilir- şu da Türkiye, turuncu da. Bakın, çok yaklaşmışız ama şu anda 2017 yılının üçüncü çeyreğinde geldiğimiz -birazdan onun analizini yapacağım, son çeyrek büyümesinin analizini- yani böyle çığlıkların atıldığı bu büyümede Türkiye'nin yüksek gelirli gruplara göre geldiği nokta burasıdır; bunu, bir defa, görmemiz lazım. Şimdi o zaman ne yapmak lazım? Reform yapmak lazım, Türkiye'yi bu tuzaktan çıkarmak gereği ortadadır. İlk önce yapılması gereken iş, bir defa, uzun vadeli bir bakışımızın olması lazım. Şimdi, "2053-2071" deniliyor, son derece güzel fakat bunun altında nasıl bir çalışma var, nasıl bir teknik çalışma var biz bunu bilmiyoruz, bunu kamuoyu da bilmiyor. Dolayısıyla bunların, bir defa, yapılması lazım. Şu anda On Birinci Kalkınma Planı hazırlık süreci devam ediyor. Ben ümit ediyorum ki On Birinci Kalkınma Planı'nın başında bir uzun vadeli strateji olacaktır, bunun mutlak surette olması lazım. Türkiye'nin önümüzdeki yirmi beş, otuz yılını görecek bir stratejiye ihtiyacı var yani sadece 2023-2053-2071 demek yetmiyor. Bakın, o zamanki Hükûmet 2000 yılında Sekizinci Planı yaparken 2023 stratejisini ortaya koymuştu ve Türkiye için son derece faydalı oldu. Bugün her ne kadar birtakım icraatla buradan çok uzaklaşmış olsa da ancak yine de bir perspektif veriyor, bu perspektifi Türkiye'ye kazandırmak lazım.
Şimdi, burada Onuncu Kalkınma Planı değerlendirmesine girmek istemiyorum -onun yeri geldi- ancak sadece şunu ifade edeyim: Onuncu Kalkınma Planı'nın son yılı 2018 yılı. Dolayısıyla aslında sağlıklı bir şekilde bu Mecliste Onuncu Kalkınma Planı... Nihayetinde bu Meclis yaptı, beş yıl önce çıkardı bu planı, bu planın sonuçları nasıldır, tatminkâr mıdır değil midir, buna bakmak lazım. Sadece şunu söyleyeyim: Ciddi şekilde, Onuncu Plan'ın sonuçları hayal kırıklığı yaratmıştır, asgari sapma makroekonomik göstergelerde yüzde 40 oranındadır. Dolayısıyla kısa vadede ara hedefleri bu kadar ıskalarsak uzun vadeli hedefleri de ıskalayacağımız çok ortadadır. 2023 hedefleri maalesef ve maalesef Türkiye açısından ulaşılır olmanın uzağındadır.
Şimdi, sürdürülebilir büyümenin önemli olduğunu ifade ediyoruz. Büyümenin sürekliliği, yüksekliği kadar sürdürülebilirliği de önemlidir. 2017 yılının üçüncü çeyreğinde, bugün, çok güzel bir büyüme rakamı elde ettik; yüzde 11,1. Burada baz etkisi var. Yani geçen yıl aynı döneminde, biliyorsunuz, 15 Temmuz hadisesinden dolayı çok kötü bir dönemdi, eksi 0,8'di, onun üzerine oldu. Buradan kaynaklanan bir baz etkisi var ama buna rağmen 11,1 önemli bir büyümedir. Fakat bunu biraz daha sağduyulu analiz etmemiz lazım. Nasıl? Bir defa, bu büyümenin kaynakları nedir? Büyümenin, yüzde 11,1'in 6,9'u özel tüketimden geliyor. Yani "Tasarrufları artırmamız gerekir." diyor Hükûmet fakat büyümenin yüzde 50'sinden fazlasını, yüzde 60'ını, 70'ini özel tüketimden karşılıyoruz. Bunun üzerine bakmamız lazım.
Bakın -Sayın Maliye Bakanı hep ihracatı verdi, ithalatı vermedi; sanki bu ithalatı bu devlet yapmıyor, yani ithalat başka bir şey sanki, hep ihracat rakamı veriliyor- net ihracatın büyümeye katkısı bu çeyrekte 0,3'e kadar düşmüştür, önümüzdeki çeyrekte bu gidişle negatife dönecektir. Dolayısıyla bir dengeleme sorunu vardır. Bu büyüme, bu anlamda dengeli bir büyüme değildir, bunu görmemiz lazım. İnşaatın -sözü fazla uzatmak istemiyorum- katkısı yine çok yüksektir. İnşaat harcamaları yüzde 12 reel olarak bir çeyrekte artmıştır.
Kişisel gelir olarak baktığımızda veya daha doğrusu toplam millî gelir olarak baktığımızda da yüzde 11,1'lik bir büyümeye rağmen dolar bazında millî gelir düşmektedir. 2016 yılında 857,1 milyar dolarken Türkiye'nin millî geliri, 2017 yılının üçüncü çeyreğinde yıllıklandırılmış olarak 854,2 milyar dolara düşmüştür, bunu görmemiz lazım. Bu, bir şeyi küçümsemek için söylenmiş bir şey değildir, bu ülkenin kazancıdır ancak -hep başta söyledik- tespiti doğru yapmadığımız zaman çözümlerimiz hiçbir zaman doğru olamayacaktır, tespiti doğru yapalım ve bu anlamda da bunun önemli olduğunu düşünüyorum.
Diğer bir husus da şudur: Eğer büyümeyi bu kadar yüksek olarak kabul ediyorsak o zaman şu soru bize sorulur, bir analist şunu sorabilir: Siz Türkiye'de büyüme yavaş dediniz, kamu maliyesini gevşettiniz. Birazdan geleceğim rakamlarına, 30 milyar TL bütçenin üzerinde harcama yaptık, 50 milyar TL genel devlette bütçenin üzerine çıktık. 50 milyar TL öngördüğünün üzerinde harcama yapıyorsun, Kredi Garanti Fonu'ndan parayı basıyorsun, ondan sonra istihdam teşviklerini, vergi teşviklerini veriyorsun; bu sefer, büyüme yüzde 11 oldu diye perşembe günü Merkez Bankası faiz artıracak. Şimdi, yaptığımız işe bir bakmamız lazım. Yani bir yandan büyümeyi artırmak için bir sürü maliyete katlanıyoruz, bu arada enflasyonumuzu artırıyoruz, kamu açıklarımızı artırıyoruz; sonradan da bu büyümeyi sınırlandırmak için faiz artışlarına gidilecektir. Dolayısıyla, bu büyümenin dengeli bir büyüme olması sürdürülebilirliği açısından önemlidir. Bunu aslında Mehmet Şimşek bugün söyledi "Büyüme sürdürülebilirliği açısından dengeli olması önemlidir." dedi, kendisi de ifade etti.
Şimdi, sürdürülebilir büyümeyi sağlamak için de Türk lirasına istikrar kazandırmak kısa dönemde mutlak surette yapılması gereken bir şey, bunu yapmadan zaten büyümeye istikrar kazandırmak çok zor.
İkincisi: Teknoloji. Teknolojiyi üretmek ve ticarileştirmek. Birazdan AR-GE'yle ilgili detaylarını size ifade edeceğim. Teknoloji üretemeyen ve ticarileştiremeyen hiçbir ülke orta gelirden üst gelir grubuna çıkamamıştır. Bunun için de ana sınıfından başlayarak eğitime önem vermemiz lazım. Temel bir yanlışı ortaya koymak istiyorum. Sayın bakanların açıklamaları var: "Eğitime bu kadar bütçe ayırdık." Eğitime bütçe ayırmak... Harcamayla övünmenin ben çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum, sonuçlarla övünebiliriz yalnız. PISA sonuçlarında OECD içerisinde sondan ikincilikten kurtulabilirsek o zaman diyelim ki: Ben eğitime para harcadım ve bu harcadığım paranın karşılığında da Türkiye'nin eğitim kalitesini artırdım. Ampirik çalışmalar var OECD'nin yaptığı, derslik sayısıdır, işte öğretmen sayısıdır veya ne bileyim ben eğitim bütçesinin büyüklüğüdür, bunlarla büyüme arasında hiçbir ilişki bulunamamış. Büyümeyle ne arasında ilişki bulunmuş? Eğitimin kalitesi. Orada kaliteyi ölçen unsur da PISA sonuçlarıdır. Buralara odaklanmamız lazım. Eğitimin kalitesine odaklanmadığımız sürece eğitime ayırdığımız kaynağın çok fazla bir önemi yok. Eğitimin kalitesini artıracağız diye de tabii, iki yılda bir sınav sistemini değiştirmenin de çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum.
Diğer bir husus: Teknolojiyi üretmek ve teknolojiyi ticarileştirmek için AR-GE mevzuatımıza bakmamız lazım. AR-GE Kanunu çıkarılırken, burada Milliyetçi Hareket Partisinin görüşleri ifade edilirken orada ben de söyledim. Şimdi, bizde I'inci faz var, II'nci faz yok. I'inci faz ne? AR-GE'nin desteklenmesi, AR-GE tabanlı bilgi üretilmesi ve bunu prototipe dönüştürme. Bu, bizim mevzuatımızda var yani iyi kötü yapıyoruz biz bunu. Bunlar ama ne kısmı? İşin riskli kısmı, maliyetli kısmı. Ancak II'nci faz, AR-GE sonrasında çıkan teknolojinin gelire ve refaha dönüşmesi. Bu, bizim mevzuatımızda yok. Bir defa, bunun mevzuatını yapmamız lazım. Yani ortaya çıkardığımız teknolojiyi seri üretime dönüştürecek ve ticarileştirecek hususları mevzuata koymamız ve bundan sonra bunun için kaynak ayırmamız lazım. Burada yapmamız gereken şey de öncelikle teknolojinin patentinin, lisansının, akreditasyonunun, standardizasyonunun, sertifikasyonunun yapılması gerekir.
Diğer bir husus: Yani bu orta gelir tuzağından çıkabilmemiz için nitelikli evlatlarımızı değerlendirmeyi bilmemiz lazım. Üstün zekâlı çocuklarımıza özel eğitim vermemiz lazım, onları israf etmememiz lazım. Bakın, o çocuklar israf oluyor, ortalama çocuğun dahi altında bir durumla karşı karşıya kalıyor hayatta.
İkincisi: Beyin göçüne engel olunması lazım. Türkiye bir ara o yüksek büyüme dönemlerinde tersine beyin göçünü yaşamaya başlamıştı ancak şu andan itibaren tekrar beyin göçü vardır. En parlak zihinlerimiz yurt dışı eğitiminden sonra Türkiye'ye dönmüyorlar. Bu, üzerinde mutlaka düşünmemiz gereken bir husustur.
Burada, çok spesifik bir konu olmakla birlikte, söylemek durumundayım: ASELSAN gibi kurumlarımızda, bir kısım kurumlarımızda çok intihar vakaları var. Bakın, ASELSAN'da tekrar bir mühendis intiharı daha oldu. On bir yılda 8 kişi intihar etti. Bunun üzerinde durup parlak zihinlerimizin güvenlikleri anlamında da meselenin üzerinde düşünmemiz lazım.
Diğer bir husus da genç nüfusumuzu değerlendirecek tedbirleri mutlaka almak durumundayız.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üzerinde duracağım yedinci ana başlık da enflasyonun aşağıya çekilmesi ve fiyat istikrarının sağlanmasıdır. Türkiye, kronik yüksek enflasyondan çok ciddi sıkıntı çekmiş bir ülkedir. Çeyrek yüzyıl biz kronik yüksek enflasyon yaşadık. 1999'daki Hükûmet -o günden itibaren aldığı- sosyal güvenlik reformundan başlayarak aldığı tedbirler çerçevesinde bir program başlattı. O programın adı, biliyorsunuz, dezenflasyon programıydı ve bu program sonrasında, arada bir kaza olmakla birlikte, 2002 yılına geldiğimizde, bakın -bunu mutlaka ifade etmem lazım- Türkiye'nin enflasyon hedefi yüzde 35'ti, gerçekleşmesi yüzde 29,7 oldu. Çeyrek yüzyıldan beri, belki kırk yıldan beri Türkiye ilk kez hedefinin altında bir enflasyonu gerçekleştirdi. Şimdi, bazı arkadaşlar diyecek ki "Ya, yüzde 29,7'yi iyi ki tutturmuşsunuz. Yani, övünülecek bir şey mi?" Evet, övünülecek bir şey, her şeyi şartlarında düşünmek lazım.
Bakın, yüksek enflasyon dönemlerinde -gelişmekte olan ülkelerde bu dönemler biraz farklılaşıyor ama analiz açısından onu "yüksek enflasyon dönemi" diye tarif edelim- gelişmekte olan ülkelerde yüzde 78,9'luk bir enflasyon var o dönemde, Türkiye'deki enflasyon yüzde 72,8. Hani, yüzde 100'lerden enflasyon 6'ya geldi. "6 olacağına 10 olsun canım. Ne fark eder?" diyemeyiz. Her şeyi şartlarında düşünmek lazım, anakronizm hatasına düşmemek lazım. Düşük enflasyon dönemlerinde gelişmekte olan ülkeler 7,6'yı tutturmuşken bizde enflasyon, bu dönem için, düşük dönem için yüzde 11,4 civarındadır. Şu anda da enflasyon yüzde 13 civarındadır, son on dört yılın en yüksek enflasyonuyla karşı karşıyayız. Baz etkisi nedeniyle biraz aralık ayında düşecek ancak enflasyonun bir yükselme trendinde olduğunu mutlak surette görmemiz lazım. Beni en çok endişelendiren de, bir kısım beyanata baktığımızda, enflasyondaki bu yükselişin önemsenmemesidir. Önemsenmiş olsa çözümü kolay ama bunu küçük bir mesele olarak görürsek "Türkiye yüzde 100 enflasyonları gördü, yüzde 11 enflasyon yüksek mi kardeşim?" dersek, olmaz. Unutmayalım ki yüzde 5 enflasyon hedeflemesi, açık enflasyon hedeflemesi yapan bir ekonomiyiz ve yüzde 13 enflasyonumuz var. Bu, hiçbir şekilde piyasalara güven vermez.
Enflasyon çok hızlı bozulur. Venezuela'da 2011-2012 yıllarında enflasyon yüzde 26'yken şu anda yüzde 600. Nedenleri farklı olabilir ama enflasyon hiçbir göstergeye benzemez; eğer tedbir alınmazsa, küçümsenirse, önemsenmezse çok hızlı bozulabilir.
Dolayısıyla, fiyat istikrarı olmadan finansal istikrar olmaz. Fiyat istikrarı sağlanmadan sürdürülebilir refah artışı sağlayamayız. Enflasyonla mücadele için para ve maliye politikasının bir miktar daha sıkılaştırılması kaçınılmaz hâle gelmiştir, onu da ifade etmem lazım.
Sekizinci husus: İstihdam ve iş gücü piyasası. İş gücüne katılım oranlarında -Sayın Maliye Bakanı da ifade etti- ve istihdam oranlarında artış yaşanmıştır bu Hükûmet döneminde, takdire şayan bir durumdur. Ancak, hedeflerin gerisinde, o ayrı bir şey, artış yaşanmıştır. Fakat, işsizlik oranı çok yüksektir. Şunu söyleyemeyiz yalnız: "Efendim, iş gücüne katılım oranı çok arttığı için işsizliğimiz yükseliyor." diyemeyiz. Bu, geçerli bir mazeret değildir. Zaten, hedefler açısından baktığımızda, hedeflerin altında kalmıştı iş gücüne katılım oranı, ona rağmen Türkiye'de, örneğin 2002'yle mukayese edildiğinde işsizlik oranı şu anda çok daha yüksektir. Dolayısıyla, daha da kötüsü genç işsizlik oranı, yüzde 20,6'dır genç işsizlik oranı. Hatta, bundan daha kötüsü -gençlere sorulduğunda- "Ben ne eğitimdeyim ne de istihdamdayım." diyenlerin oranının yüzde 28 olması. Yani bizim en güçlü yanımız olan gençlerimizi biz kullanamıyoruz, gençlerimizi değerlendiremiyoruz. İş gücü piyasalarının verimliliği alt bileşeninde Türkiye 137 ülke arasında 127'nci sırada. O zaman ne yapmalıyız? Yapılması gereken şey... İstihdamla ilgili böyle spesifik, bölgesel, cinsiyete dayalı, yaşa dayalı teşviklerin -ampirik çalışmalar bunu gösteriyor- çok verimli olmadığı görülüyor. Vergi yüklerinin genel olarak azaltılması lazım, mutlaka vergi yüklerini azaltmamız lazım. Kalıcı istihdam sağlamayan -verimliliği tartışılır ama- maliyeti yüksek İŞKUR programları mutlaka gözden geçirilmeli. Müktesep haklar korunarak kıdem tazminatı meselesi mutlaka çözülmelidir. Türkiye'de mesleksizlik sorunu vardır, bunu mutlaka görmemiz lazım. Kadınların iş gücü piyasasına girmesinin önündeki engeller kaldırılmalı, istihdamı caydırmayan bir sosyal transfer sistemi uygulanmalıdır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son olarak da kamu maliyesi üzerinde de bir miktar durup sözlerimi tamamlamaya çalışacağım.
Türkiye, 1999 yılından itibaren alınan tedbirlerin etkisiyle kamu maliyesi alanında ciddi bir başarı göstermiştir, inanılmaz bir başarı göstermiştir. Bugün geldiğimiz noktada, iki yıl öncesinde kamu açıkları hemen hemen başa baş seviyeye gelmişti ancak son iki yılda kamu açıklarında tekrar yüzde 2,7'lik bir bozulma olmuştur, bunu birinci olarak görmemiz lazım. Kamu açıkları da öyledir, bozulmaya çok müsaittir, anında... İki defa...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın milletvekilimiz, üç dakikalık ilave yapıyorum, lütfen toparlayınız.
ERHAN USTA (Devamla) - 2006 yılında biz kamu açıklarını sıfırlamıştık, 2009 yılında, küresel krizin ve Türkiye krizinin olduğu yılda kamu açıkları yüzde 5'lere kadar yükseldi, bunu unutmamak lazım. Burada çok fazla vaktim olmadığı için detayları üzerinde duramayacağım, bunları diğer bütçelerde biz konuşuruz. Ancak, şunu ifade etmem lazım: Meclisin bütçe hakkı ihlal ediliyor dolayısıyla... Merkezî yönetim bütçesinde yaklaşık 30 milyar lira, genel devlet bütçesinde ise 50 milyar lira bu Meclisin verdiği yetkilerin üzerinde bir harcama yapılmıştır. Bu, 5018 sayılı reformun ruhuna aykırıdır, bu anlamda buralara bakmamız lazım.
Peki, mali disiplin konusunda... Mali disiplinde tekrar 2,4, yüksek bir açıktır, Maastricht Kriterlerine neredeyse yaklaşıyor, onun üzerine bir miktar daha koymak gerekiyor aynı ölçekte olabilmesi için, özelleştirme gelirlerini de çıkardığımızda 2,6'ya gidiyor. Dolayısıyla bir defa, mali disiplini vergi oranlarını artırarak değil, harcamaları kısarak -harcamalarımız kontrolsüz bir şekilde artıyor- ve vergiyi tabana yayarak yapmamız lazım. Eğer vergi artışı sağlayacaksak vergiyi tabana yaymamız lazım, oranlarını artırmamamız lazım.
Vergi adaleti, mutlaka gözetmemiz gereken bir husustur. Gelir üzerinden alınan vergilerin tahsilatı artırılmalıdır -adaletsizlik devam ediyor- bunun için de özellikle sermaye kazançlarının daha fazla vergilendirilmesi konusu, mutlaka çözülmesi gereken bir husustur, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Kamu tüketimi hızlı bir artış eğilimindedir. Kamu tüketimini aşağı çekmemiz lazım.
Kamu harcama programlarının gözden geçirilerek israfa kaçan harcama programlarının bir elimine edilmesi lazım. Kamunun idare bina inşaatlarının mutlaka gözden geçirilmesi lazım. Makroekonomik hedeflerle uyumlu bir kamu maliyesi çerçevesi ortaya koymak durumundayız. Bir örnek vermek gerekirse -bugün bakıyoruz- biz geçen yıl tasarruflarımız yüzde 14 biliyorduk, şimdi öğrendik ki tasarruflarımız yüzde 25'miş, 10 puan arttı. O zaman, bireysel emeklilikte her yıl tasarrufları 4 milyar TL artırmak için para harcayıp harcamama konusu, bizim düşünmemiz gereken bir konudur, Hükûmetin buradan dikkatini çekmek istiyorum. Yani "Yüzde 14 tasarruf var." diye kurgulanmış bir programı bugün hâlâ sürdürüp sürdürmeyeceğimiz konusunu mutlaka göz önünde bulundurmamız lazım. Kamu-özel iş birliği projeleri bu anlamda mutlaka üzerinde durulması gereken diğer bir konudur.
İç siyasette, dış politikada ve doğru gördüğümüz diğer politikalarda Hükûmeti nasıl destekliyorsak yukarıda bahsettiğim reform ve politika önerilerinde de Hükûmeti desteklemeye Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak hazırız. Türk milleti, bizim milletimiz her şeyin en iyisine layıktır ve Türkiye'yi daha müreffeh bir ülke yapacak altyapıya da biz millet olarak, ülke olarak sahibiz. İyi yönetim, iyi organizasyon Türkiye'nin meselelerini çözecektir.
Ben bu duygularla 2018 yılı bütçesinin ülkemize, milletimize, devletimize, kurumlarımıza hayırlı ve uğurlu olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Genel Kurulu ve milletimizi saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ederim. (MHP sıralarından alkışlar)