| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı İlk Görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 34 |
| Tarih: | 11.12.2017 |
HDP GRUBU ADINA AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu ülkede bir siyasi darbeyle DBP'li belediyelerin gasbedilmesinin ve seçilmiş belediye eş başkanlarının tutuklanmasının 2'nci yılını, eş genel başkanlarımız ve milletvekillerimizin tutukluluğunun 400'üncü gününü geride bıraktığımız bugünlerde konuşmama tüm seçilmiş siyasetçilerimizin rehin hâldeyken bile verdikleri mücadeleyi selamlayarak başlamak istiyorum. Eş genel başkanlarımız, grup başkan vekillerimiz, milletvekillerimiz, belediye eş başkanlarımız, il, ilçe ve genel merkez yöneticisi olan siyasetçi arkadaşlar şunu çok iyi bilmeliler ki: Burada bütün parti bileşenleri olarak onların duruşlarından ve mücadelelerinden onur duyduğumuzu ve bizim için bir mücadele gerekçesi olduklarını ifade etmek isterim.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; eş başkanlarımız, grup başkan vekillerimiz, milletvekillerimiz şunu bilmeliler: Bir yargı kararıyla değil bir siyasi darbeyle tutuklandıklarını, sadece partili olarak arkadaşları değil bütün Türkiye ve uluslararası toplum ibretle -bu süreci- izlemektedir. Bizlere diz çöktürmeye çalışanların kendileri, bugün birçok uluslararası güç odağına sınırsız taviz verme ve diz çökme aşamasına gelmiş ve muratlarına erememişlerdir. Bütçe görüşmelerine başlayacağımız bugünlerde ülke içinde teklik anlayışının eseri olan çatışmalı ortam anlayışının, dışarıda değersiz yalnızlaşma, içeride ise tarihsel olan kapitalist rantçı anlayışın ürünü olan emek karşıtlığının ve bir halkı nüfus politikaları üzerinden dışlama, terörize etme anlayışının kısa bir tarihsel izlenimini sizlerle paylaşmak isterim. Ortaklaşa verilen Kurtuluş Savaşı'nın ruhuna uygun olarak 1920 yılında Ankara'da toplanan Birinci Meclisin içinde Kürt halkını temsilen kürdistan mebuslarının olması bilinen bir vakadır. 1921 Anayasası'nda merkezî idarenin vilayetlere özerklik tanıyan demokratik ruhu 1924 Anayasası'nda yerini tekçi anlayışların yüceltildiği bir forma bırakmış, Anadolu, Trakya ve Mezopotamya halklarına dayatılan ve realist olmayan bu antidemokratik ruh, âdeta bir kâbusa dönüşmüştür. Ötekini yok sayan ve kendisini bu toprakların yegâne efendisi sayan iktidar zihniyeti, bu topraklarda yaşayan kadim ve mazlum halklara her türlü zulüm ve asimilasyonu reva görmüş, bunu bir devlet politikası olarak sürekli uygulayagelmiştir. İşte bu yüzden bu iktidar döneminde Roboski'de, Sur'da, Cizre'de, Gever'de, Şırnak'ta yapılan katliamlar, gücünü Dersim'den, Zilan'dan, Ağrı'dan, Çorum, Maraş, Gazi ve Sivas katliamlarından almaktadır. Bugün Mahmur'u bombalayanlar, gücünü 1990'larda Kürt köylerini yakıp milyonlarca insanı zorla göçerten ama cezasız kalma hâlinden almaktadır. Hapishanelerde insanlık dışı koşulları yaratanlar, gücünü tarih boyunca işkence yapanlardan almaktadır. Doğurulan çocuk sayısı üzerinden neredeyse bir halkı terörist ilan edenler, gücünü 1930'larda Abidin Özmen isimli ırkçı bir devlet müfettişinin siyah raporlarından almaktadır. O raporda da Kürt nüfusunun artışından tedirgin olanlar "Önlem alınmalı." diye uyarılar yazıyordu, bugünkü iktidar zihniyeti de aynı serzenişlerde bulunmaktadır. O gün de tekçi ve cinsiyetçi bakış açısı hâkimdi, bugün de 1930'lardan bugüne değin bir şeyin değişmediği gerçekliğiyle karşı karşıyayız.
Peki, sadece ırkçı müfettiş Abidin Özmen'in yazmış olduğu siyah rapor mu; şüphesiz değil, 1965'te çıkarılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, 1983'te çıkarılan Nüfus Yasası ve 1990'larda çakma aydınların yaptığı Kürt nüfusu-Türk nüfusu karşılaştırmaları bu iktidarın 3, 5, 10, 15 çocuk söylemlerinin tarihsel dayanağı olmuştur. O günlerde yasalar, söylevler Türklük ve Türk nüfus inşası için yapılıyordu, bugün ise aynı zihniyetle yapılmaktadır.
Şunu ifade etmeliyim ki ünlü Alman filozofu Theodor Adorno 1959'da yazmış olduğu "Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?" başlıklı etkileyici makalesinde Almanya'nın geçmişi ve nasyonal sosyalizmin pratikleriyle ne kadar yüzleşilebildiğine odaklanır, bu durum için şu soruyu sorar: "Nasyonal sosyalizm fazla canavarca olduğu için kendi ölümünden sonra da sürüp giden bir şeyin hayaleti midir? Yoksa zaten hiç ölmemiş midir? Akla gelmeyecek olanı yapma eğilimi hem insanlarda hem de onları kuşatıp sınırlayan koşullarda devam etmekte midir?" diye sorar. Devamında ise Türkiye'nin kan, gözyaşı, acı, sürgün, mecburi iskân ve asimilasyon tarihini anlatırcasına şu soruyu sorar Theodor Adorno: "Geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri ortadan kaldırılırsa geçmiş olabilecektir." Özgürlük, demokrasi, toplumsal barış, şeffaflık, yolsuzlukla mücadele şiarıyla iktidara gelen AKP'nin on beşinci yılın sonunda varmış olduğu nokta, referansları 1930'lar, 1965'ler, 1983'ler ve 1990 uygulamaları olmuştur. Bu aşamaya gelirken iktidar partisini kuran, geliştiren ve yıllarını, on yıllarını sosyal bilimci olarak, insan hakları savunucusu olarak, mülki amir olarak bu ülkenin toplumsal meselelerine harcamış olan iktidar partisinden birçok aktör ve isim pasivize edilirken başta Kürt meselesi olmak üzere ülkenin tarihsel gelişiminden bihaber olan, müktesebattan yoksun birçok kişi bugünkü dönemin aktörü hâline getirilmiştir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında halklara dayatılan tekçi ve baskıcı anlayış ülkeyi neredeyse her on yılda bir kendini tekrar eden askerî ve siyasi darbelerin cenderesine sokmuştur. Beğenelim beğenmeyelim, kabul edelim etmeyelim, cumhuriyet tarihi boyunca bunca ölümlerin, akan kanın durmasına sebep veren ve iki buçuk yıl bu ülkeye bir bahar havası yaşatan çözüm sürecinin sahibi Sayın Abdullah Öcalan, bu darbeler içerisindeki fasit daireyi ilk kez bir darbe mekaniği olarak tanımlamış, halkların üzerindeki tekçilik prangasında ısrar edildikçe bu darbe mekaniğinin ilelebet devam edeceği konusunda uyarılar yapmıştır. Bu yönüyle düşünüldüğünde, bu ülke bir anlamıyla darbeler tarihidir. 7 Haziran 2015 seçimlerden sonra yapılan siyasi darbeyi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra -demokrasiyi değil- OHAL'i, KHK'leri, 4 Kasım siyasi darbesini çıkaran mevcut iktidar da artık bu darbe kültürünün bir mağduru değil, sahipleneni, yürütücüsü olduğunu ispat etmiş durumdadır. 28 Şubat 1997 darbesinin ruhunu devam ettiren bu siyasi iktidar, ülkemizi askerî darbelere açık hâle getirdiğinin farkında olmalıdır.
Sivil ve demokratik yaşamı hedef alan bu siyasi ve askerî darbelerin tamamı, tekçi anlayışın sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Hukukun üstünlüğü, demokratik ilkeler iddiasına sahip hiçbir ülkede görülemeyecek bu kadar yaygın darbeler silsilesi ülkenin kuruluş temellerinin, yönetim anlayışının yaratmış olduğu zihniyet dünyasından ayrı ele alınamaz. Askerî darbelerden mağdur olduğunu söyleyen bugünkü siyasi iktidarın bugün, bizzat siyasi darbelerin yürütücüsü olması, bu darbelerden nasıl da nemalandığını ibretle izlemekteyiz.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; büyük İslam düşünürü ve siyaset bilimci İbni Haldun "Mukaddime" adlı en bilinen eserinde devlet ve iktidarın çürüme sürecinin başlangıç aşamasını "israf dönemi" olarak tanımlar. Bu dönem aynı zamanda iktidarın yozlaştığı süreci anlatır ve şöyle der "Mukaddime"de İbni Haldun: "Devletin hazinesi çiftlik gibi kullanılmaya başlanır, sonra kaynak biter, borçlanmaya gidilir. Borçların ödenmesi için yeni ve ağır vergiler konulur. Yaşam halk için çekilmez hâle gelir." Ve bu dönemi bu yüzden "can çekişme dönemi" olarak tanımlar.
On beş yılın sonunda AKP iktidarının içine düştüğü durumu böyle tanımlamak herhâlde bir abartı ve haksızlık olmayacaktır. Bir avuç azınlık vergi cennetlerinde rüşvet ve haram paralarla zevküsefa içinde bir hayat sürerken halkımızın çoğunluğunun vergiler ve zamlar altında inlemesi, küçük azınlığa cennet, büyük çoğunluğa ise cehennem reva görülüyorsa çürümenin çoktan başladığı artık söylenebilir.
Bir yılı aşkın bir süredir rehin tutulan Saygıdeğer Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş bugünkü iktidarın içine düşmüş olduğu bu girdabı bir "metan zehirlenmesi" olarak tanımlıyor. Panama ve Man Adası belgeleri, "Paradise Papers", Reza Zarrab ifadeleri olmasa bile bugünkü siyasi iktidar yolsuzluk ve rüşvet zannı altındadır. Bu durum ne bir kumpas ne de millî iradeye saldırı falandır çünkü bu iddiaların hiçbir aşamasında ne bu Parlamentonun muhalefeti ne biz ne de 80 milyonluk halkımız asla yokuz.
Eğer siyasi iktidar, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve beytülmale dokunma iddialarından çok rahatsız ise yapacağı şey çok açık ve bellidir. Toplum iki yıldır OHAL'le yönetiliyor, bu OHAL ve KHK'larla, rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık iddialarından rahatsız olan bu iktidar, burada adı geçenlerin hepsini öncelikle soruşturmaya ve adil yargılanmaya teslim ederek sürece başlayabilir.
15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ve lütuf olarak görülerek Meclisin neredeyse tamamı baypas edilmiş ve KHK'lar cumhuriyeti hâline getirilen bu ülkeyle bu halka bir zulüm dayatılmaktadır. Antidemokratik yol ve yöntemlerin sıradanlaştırıldığı bu dönemde toplumun her kesiminde büyük mağduriyetler yaşanıyor. İşlerinden edilenler yaşama tutunmaya çalışıyor, içinde büyük öfke biriktiriyor; kimisi intihar ediyor, kimisi açlık grevine giriyor, kimisi ise çocuklarıyla birlikte çıktıkları umut yolculuklarında can veriyor. Özellikle, burada, Hazreti Ali'nin, uygulanan zulüm politikalarına örnek olması açısından şu sözü hepimizin kulağına küpe olmalıdır: "Zulüm, ayakların kaymasına, nimetin yok olmasına, milletlerin helak olmasına neden olur." Bugünkü zulmün de sadece siyasi iktidarı bağlamadığını, bugünkü zulüm politikalarının ve deyim yerindeyse, faşizm politikalarının bütün 80 milyon insanı açlıkla, yoksullukla, zulümle, akan kan cenderesiyle ve ölümlerle yüz yüze bıraktığı gerçekliğiyle karşı karşıyayız.
Seçimle iktidar olmak, istenilen her politikayı uygulamaya koyma hakkını ve özgürlüğünü hiçbir iktidara vermez. Toplumlar, siyasi yapıları "İstedikleri her şeyi fütursuzca yapsınlar." diye iş başına getirmezler. İnsanlık tarihinin açığa çıkarmış olduğu evrensel değer yargılarının bağlayıcılığı, alınan oy oranlarından ve kazanılan seçimlerden vareste bir bağlayıcılığa sahiptir. Arap Baharı'nda görüldüğü gibi, bir siyasi iktidar, toplumu ne adına yönettiğini söylemeden ve toplumdan onay almadan asla ülke yönetimini meşrulaştıramaz. O hâlde, bir siyasi iktidar, toplumsal rızayı sağlamadığı müddetçe zoru ve zorbalığı temsil etmiş olur. İktidarda kalabilmek uğruna devletin bütün zor ve baskı aygıtlarını pervasızca kullanan bir iktidar aslında ömründen yemeye başlamıştır ve toplum nezdinde de kredisini tüketiyordur.
Neredeyse her icraat ve söylemiyle toplumsal kutuplaşmayı zirveye taşıyarak mağduriyetler yaratan mevcut AKP Hükûmeti tüm ülke genelinde yarattığı korku iklimiyle otoritesini tesis etmeye çalışıyor. İktidara gelirken "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." şiarıyla gelenler, bugün "Öldür, işkence yap, baskı uygula, korkut ki iktidar devam edebilsin." noktasına gelmişlerdir. Korku iklimi her yanı sarmış, organize olmuş, kötülük öyle bir hâle gelmiş ki halkın oylarıyla seçilmiş AKP'li bir belediye başkanı bile ağlayarak, ailesinin tehdit edildiğini, bu yüzden istifa etmek zorunda kaldığını itiraf edebilmektedir.
Değerli arkadaşlar, cumhuriyet tarihinin en ciddi sistem krizi yaşanmaktadır. Bu krizi tarihsel bağlamdan ayrı değerlendirmek şüphesiz yanıltıcı olacaktır. Kürtlerin hak taleplerine yönelik askerî yöntemlerin kullanılması yeni değildir. Bu, ferasetten uzak ve zora dayalı yöntemler milyonlarca insanın yerinden edilmesine, binlerce insanın yaşamını yitirmesine ve birçok acının bu ülkede yaşanmasına sebep olmuştur. Kürt sorununun çözümü, doğası gereği, Türkiye'nin demokratikleştirilmesi sürecinden ayrı düşünülemez. Bu yüzden, çözüm süreci, cumhuriyet tarihindeki en önemli gelişme olmuştur. Türkiye tarihinin en büyük demokratikleşme hamlesi olan çözüm süreci bir iktidarın devamı uğruna heba edilmiştir. Bu ülkede iki buçuk yıl boyunca devam etmiş olan kısmi barış ortamında insanlar yarınlara güvenle bakabilmiş, tarihsel yarası olanların devletin bir hesaplaşma içinde olduğunu düşünmüş ve müteşebbisler uzun vadeli planlama ve yatırımlara girişmiş, ekonomik göstergeler ise cumhuriyet tarihinin en olumlu rakamlarına ulaşmıştı. Henüz diyalog süreci devam ederken Ekim 2014 yılı MGK'sından çıkan çöktürme planı ile 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra çatışmalı ortama yeniden dönülerek bir savaş konsepti devreye sokulmuştur. 20 Temmuz 2015 tarihindeki Suruç katliamı ve sonrasında geliştirilen savaş ortamında can ve mal kayıpları yaşanmakla kalmamış, çok zor kapanacak yaralar açılmıştır. Bu ülke bir annenin bedeninin bir hafta boyunca yerden kaldırılmasına engel olan uygulamaları görmüştür. Ya da bu ülke 21'inci yüzyılda bir annenin öldürülen çocuğunun bedenini güvenlik nedenleriyle -tırnak içinde- bir hafta buzdolabında saklaması utancına tanıklık etmiştir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sayın Abdullah Öcalan üzerinde 5 Nisan 2015'ten bu yana uygulanan mutlak tecrit genel, yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri takvimi ve Orta Doğu'da içine girilen batık politikalar ile paralel bir şekilde yürütülmeye devam etmekte, buna bağlı ya da bağımsız olarak mutlak tecrit koşulları derinleştirilmektedir. Tutuklu ve hükümlü haklarının tamamen çiğnendiği insanlık dışı bir tecrit politikası uygulanmaktadır. Bu yüzden İmralı'daki mutlak tecrit insani, hukuki, ahlaki, vicdani ve politik açıdan kabul edilemez olup hukukun çöküşüyle inşa edilen mevcut İmralı sisteminin bir an önce sonlandırılması gerekmektedir. Sayın Öcalan çözüm süreci devam ederken artık bir gencimizin dahi burnu kanamamalıdır demişti. Şimdilerde adının söylenmesi bir suç olarak görülen çözüm süreci bu ülkenin en huzurlu günleriydi ancak barış şüphesiz bir samimiyet ister. Hani barış için gerekirse baldıran zehri içilecekti! Barışın acil ihtiyaç olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Ekmek kadar, su kadar barışa ihtiyaç duyuyor toplumumuz. Halklarımız daha fazla kan ve gözyaşı görmek istemiyor. Bu çıkmaz sokakta ısrar edildikçe daha fazla can ve mal kaybı, daha fazla ölüm ve gözyaşı, daha fazla uluslararası tavizler, daha fazla yoksulluk, işsizlik, açlık kaçınılmazdır. Bu bataktan çıkışın çok kolay ve maliyetsiz bir reçetesi vardır, o da yeniden barış ikliminin tesis edilmesidir.
Kürdofobinin aşılmaması yüzünden bir gün Moskova'da, bir gün Washington'da kendini yaşatabileceğini uman iktidar anlayışı halklarımıza artık bir şey verebilecek noktada değildir; her geçen gün bu ülkeyi kendisiyle birlikte daha fazla yalnızlığa mahkûm eden politikaları yürütmektedir. 7 Haziran 2015 seçimlerinin siyasi iktidar tarafından kaybedilmesi ve halkın çoğunluğunun desteğine mazhar olunamamasının faturası anlaşılmaz bir şekilde çözüm sürecine kesilmiştir. Oysa iktidarı kaybetmenin nedeni çözüm sürecinin başlaması değil, bilakis çözüm sürecine samimi ve kararlı yaklaşmak yerine pragmatist yaklaşımlardır.
Değerli milletvekilleri, küreselleşme çağında iç ve dış politikada şunu söylemeliyiz ki artık ülkeler arasındaki ayrımlar anlamsızlaşmıştır. On binlerce kilometre ötede gelişen bir olay ülkemiz için de ekonomik ve politik olarak etki yaratabilmektedir. Orta Doğu'da siyaset üretmek kuşkusuz ki daha fazla hassasiyet gerektirir. İktidarın içte ve dışta çeşitli stratejik hataların içine kendini hapsettiği bütün toplum tarafından izlenmektedir. Bu stratejik hataların temelinde yatan gerçek ise siyasi iktidarın her krizi içeride kendine tahvil etme anlayışında yatmaktadır.
ABD başkanlık seçimlerinde iktidar partisi lobilerince desteklenen sağ popülist ABD Başkanı Trump, Orta Doğu'nun en hassas olduğu Kudüs konusunda tarihî bir hata yapmıştır. Gerek ortak deklarasyonda, şu Mecliste sağlanan ortak deklarasyonda gerekse partimizin MYK'sının açıklamasında bu hataya karşı net bir duruş sergilediğimiz bilinmektedir. Ancak, şunu söylemeden geçemeyeceğiz ki bugün ifade edildiği üzere 20 Ağustos 2016 tarihinde şu Parlamentoda Mavi Marmara saldırısında yaşamını yitirenler ve yaralananların canları ve kanları resmen parayla kapatılmaya çalışılırken ona karşı duruş sergileyen, Kudüs ile Ankara'yı bir ortak anlaşmada eşitleyen metin burada onaylanırken muhalefet eden ve ret oyu kullanan tek parti HDP olmuştur. HDP dışındaki üç parti o ortak mutabakat metnine o gün için "hayır" diyememiştir.
Değerli milletvekilleri, bizler için siyasal ve etik anlamda Kudüs, Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler için birlikte, bütün insanlığa ait bir mirastır. Kudüs, Ortadoğu'nun inançlar ve halklar mozaiğidir. Hiçbir zaman tek bir inanç ve etniğe, etnik kimliğe ait olmamış, Kudüs'ün kadim tarihi bu tarz aidiyete izin vermemiştir.
Şimdi soruyorum, peki, bir hafta önce, Trump eğer o metinde olduğu üzere Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığını belirten imzayı atmamış olsaydı, Filistinlilerin bütün sorunları çözülmüş mü olacaktı, Filistinliler özgürlüğüne mi kavuşacaktı? Filistinlilerin sorununu sadece Trump'ın imzasında Kudüs'ün başkent olma hâline indirgemek Kudüs'e ve Filistinlilerin sorununa alabildiğine hoyratça yaklaşmak olur. Bu temelde net bir şekilde şu tespiti yapmalıyız ki Kudüs krizi, taraf ve müdahil olan herkes için maalesef bir iç politika malzemesi olarak kullanılmaktadır. Yolsuzluk tartışmalarının içinde olan Netanyahu bu sorunu maalesef bir iç politika malzemesi yapmaktadır. Yine, despotluk eleştirileri alan Arap liderleri Kudüs sorununu son bir haftada iç politika malzemesi yapmaktadır. Hatta şaibe soruşturmaları geçiren Trump bile bu Kudüs sorununu ve Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma belgesini iç politika malzemesi yapmak için imzalamıştır; aynı şey ülkemiz için de geçerlidir. Burada, içeride otoriterleşme ve yolsuzluk tartışmaları sebebiyle sıkışmış olan siyasi iktidar ve Genel Başkanı, iç politikada rahatlamasına vesile olan siyasi bir şov malzemesi olarak bunu görmüştür. Siyasi iktidarların içeride rahatlamasına sebep olan bu kriz, başta İsrail ve Filistin halkı olmak üzere kan ve gözyaşına davet bakımından Orta Doğu'ya ciddi zararlar vermektedir. Açıktır ki "Gazze'yi ziyaret edeceğim." deyip hiç gitmeyen ama bu sürede Yahudi lobilerini onlarca defa ziyaret edenler, "İlişkilerimi kestim." deyip ticaret hacmini artıranlar, Mavi Marmara faciasında yüz seksen derece dönüş yapanlar, "Kudüs Başkentimize hoş geldiniz." diyenlere "Hoş bulduk." demekten de geri durmamışlardır.
Çözümü ancak halkların çıkarlarını esas alan politik güçler ve "ulus devlet" mantığını aşan demokratik güçler gerçekleştirebilir. "Ulus devlet" mantığı, sadece bugünün sorunlarından değil, kendisiyle birlikte getirdiği tarihsel sorunların da içerisinden çıkamamaktadır. Bu manzaranın en yakın örneği, bir hafta değil, dört gün önce Cumhurbaşkanı, Trump'a "Güçlü olmak haklı olmak anlamına gelmez." diyor. Aynı soruyu biz Sayın Erdoğan'a soruyoruz: Güçlü olmak bu ülkeyi yönetmek açısından fütursuzca bir haklılık sınırsızlığı size tanımaz veya onun yanı sıra, AKP Genel Başkanı Yunanistan'ı ziyaretinde de Batı Trakya halkının kendi müftüsünü seçemediğini, Yunanistan'ın diğer bölgelerine göre bu bölgenin ekonomik refahının çok altta olduğunu ifade etmiştir. Biz bu ifadelere tamamen katılmakla birlikte bir konuda AKP Genel Başkanının dikkatini çekmek istiyoruz: Yunanistan'da "Batı Trakya" diye bahsettiği bölgenin yaşadığı ekonomik ve politik sorunları, AKP iktidarı, daha ağır uygulamalarla birlikte Türkiye'de Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı il ve bölgelerde ve Müslüman olmayan halklara bu ülke içerisinde uygulamaktadır. Evet, Batı Trakya'da başmüftü seçilememektedir ancak Türkiye'de temsilcilerini seçen Kürt halkının milletvekilleri cezaevine konulmakta, belediyeleri, hatta muhtarlıkları bile gasbedilmektedir. Düşünün, bu ülkedeki 80 milyon insanın 35 milyonu kendi seçmediği belediye başkanları tarafından yönetilmektedir. Yunanistan'da diskur çekenler, orada bir müftünün seçim hâlini getirip iç politika malzemesi yapanlar gidip aynaya ve bu ülkenin yaşamış olduğu mağduriyetlere ve bu konudaki tümüyle tek belirleyiciliklerine bakmak zorundadırlar. Türkiye'de bunların yanı sıra neymiş Batı Trakya Yunanistan'ın en geri kalmış bölgeleriymiş. Adama sormazlar mı... En geri kalmış, en yoksul, ekonomik göstergelerin en problemli olduğu, en sondaki on il Kürtlerin yaşadığı illerdir. Aynı şekilde Türkiye'de Ermeni toplumunun patrik seçimi sekiz yıldır bizzat siyasi iktidar tarafından engellenmektedir. Ruhban okulları kapalı tutulmakta ve patrikhaneler statüsüz bırakılmaktadır. Nitekim bu doğal hakları talep edenler ise Hükûmet yandaşları tarafından ya dış güçlerin piyonu ya da ihanetçi gibi paranoyaklık içeren nefret söylemiyle linç edilmeye çalışılmaktadır. Oysaki dini referans eden bu siyasi iktidar iyi bilmelidir ki Hazreti Peygamber'in şu sözü hepimiz için bir rehber olmalıdır: "Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi kardeşi için de arzu edip istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş sayılamaz."
Cumhuriyet tarihinin en siyasallaşmış yargı dönemini yaşamaktayız. Eş genel başkanlarımız, milletvekillerimiz ve belediye başkanlarımızın yargısal ve hukuki bir sürecin ürünü olarak cezaevinde olmadığını iyi biliyoruz. 4 Kasım, iktidar tarafından şu Parlamentoya ve millet iradesine yapılmış bir siyasi darbedir. Ondan beri tutuklanan herkes siyasi soykırım operasyonları çerçevesinde tutuklanmıştır. O dönem bu siyasi soykırım operasyonları yapılırken eş genel başkanlarımız, milletvekillerimiz ve belediye başkanlarımız için silah taşımaymış, örgüte para yardımı yapmakmış veya eleman taşımakmış gibi iftiraları -havuz ve çamur medyasında- atanları hatırlatmak isteriz ki hiçbir arkadaşımızın iddianamesinde bu gibi iddialara rastlanılmamaktadır. Ve belirtmeliyiz ki özellikle bir millet iradesine saygısızlık, saldırı ve kumpas varsa o da bu Parlamentonun üçüncü büyük partisinin 2 eş genel başkanının da siyasi ahlaktan ve etikten çok yoksun bir şekilde tutuklanması ve cezaevinde tutulma hâlleridir. Arkadaşlarımızın neden tutuklu olduğunu biz çok iyi biliyoruz çünkü bu iktidar gibi düşünmedikleri için, onlarla aynı hatta siyaset yapmadıkları için, çarpık politikalarına, suç ve günahlarına ortak olmadıkları için, onların karşısında kendi bedenlerini siper ettikleri için partimize dönük bir siyasi darbe ve operasyon için düğmeye basıldı.
Fezleke ve dava dosyalarımızın sahibi darbeci ve bu iktidarın deyimiyle "teröristlerdir". Eş Genel Başkanımız Sayın Figen Yüksekdağ'ın milletvekilliğinin düşürülmesine sebep olan dava dosyasının savcısı ve 3 hâkimi birden bugün tutukludur ve bu iktidara göre teröristtirler.
Yine, 510'un üzerindeki fezlekemizin 350 tanesinin hâkim ve savcılarının bugün ya ihraç edilmiş ya da tutuklanmış olması siyasi iktidarın siyasi soykırım operasyonları yaparken nasıl teröristlerin dava dosyalarının arkasına sığındığının yalın gerçekliğini ifade etmektedir.
İfade etmeliyiz ki tarih, mutlaka, bu siyasi darbecilerin iddianamelerinin arkasına sığınarak partimize operasyon yapıp eş genel başkanlarımızı, milletvekillerimizi, belediye başkanlarımızı, siyasetçilerimizi rehin alanları yazacak ve yargılayacaktır.
Değerli milletvekilleri, arkadaşlarımız özellikle 2018 merkezî yönetim bütçesiyle ilgili ayrıntılı değerlendirme yapacaklar ancak kısaca şunu ifade etmeliyim ki, elimizde şu kitapçıkta yazılı olan 2018 merkezî yönetim bütçesi OHAL'in bütçesidir, KHK'ların bütçesidir, siyasi darbelerin bütçesidir, savaşın bütçesidir ve zenginlerin bütçesidir; burada Kürtler, kadınlar, çevreciler, gençler ve bir bütün olarak muhalif kesimler yoktur.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Efendim, üç dakika içerisinde toparlar mısınız?
AHMET YILDIRIM (Devamla) - 2018 Bütçe Tasarısı ve devam ettirilmek istenen sermaye yani zenginlerle ortak egemenlik anlayışı alabildiğince yanlıştır.
Bütçede, geçtiğimiz yıllara oranla, savunma yani savaş bütçesi ciddi oranda artırılmıştır. Savunmayla alakalı 7 kurumun toplam bütçesinde yaklaşık 21 milyarlık artışa gidilmiştir. Aynı zamanda, önceki yıllardan farklı olarak, denetimden muaf Savunma Sanayi Destekleme Fonu'nda 15 milyar liralık artış sağlanmıştır.
Türkiye'nin ekonomideki en büyük sorunu gelirin adaletsiz bölüşümü sorunudur. Gelir zenginler ile fakirler, patronlar ile emekçiler arasında eşit bölüşülmemektedir. AKP hükûmetlerinin programlarında dillendirilen "verginin tabana yayılması" vardır. "Verginin tabana yayılması" demek emekçiye, sabit gelirliye ve yoksula verginin fatura edilmesi demektir.
Küçük bir örnek verelim: 2017 yılı için 102 milyarlık vergi alacağından, özellikle de sermaye için vergi alacağından vazgeçilmiştir. Bu, 2016 yılında sadece 30 milyar liraydı yani ilk kez bu miktar bir önceki yıla göre yüzde 350 artmıştır.
Ekip biçtiği toprağı kendine yeten çiftçilerimiz, geçimlik tarım yapan köylülerimiz, hayvancılıkla uğraşan insanlarımız Hükûmetin yanlış ekonomi politikaları sonucu maalesef ki topraklarını terk edip kentlere göç etmeye devam ediyor.
Fabrikalarda, atölyelerde, kentlerde emeğiyle hayatını var eden emekçilere ise büyük bir zulüm uygulanıyor. Taşeron sistemiyle, esnek çalışma koşullarıyla, kiralık köle uygulamalarıyla güvencesiz bir yaşam örülüyor.
Bizler, AKP iktidarının devraldığı ve büyütmeye çalıştığı egemenlik anlayışlarını aşacak somut öneriler sunuyoruz. Bu ülke alternatifsiz değildir. Asgari ücretinden yoksulluk sınırına her türlü ekonomik sorunun temel çıkış yolu, sermayeye uygulanacak olan servet vergisidir.
Diğer bir çözüm önerisi ise siyasi iktidarın sürekli muhalefeti köşeye sıkıştırmaya çalıştığı kaynak sorununa dairdir. Kaynak, bu ülkenin parasının siyasilerce gasbedilmemesidir; kaynak, sermayenin vergi kaçırmamasıdır; kaynak, yolsuzluğa batmamaktır, çalmamaktır; kaynak, beytülmala dokunmamaktır; kaynak, Karadeniz'in fındığında, hamsisinde; kaynak, Ege'nin zeytininde, üzümünde; Anadolu'nun buğdayında; kaynak, Adıyaman'ın, Bitlis'in, Muş'un tütününde; kaynak, Çukurova'nın pamuğunda, Antalya'nın seralarında ve turizmindedir; kaynak, Diyarbakır surlarındadır.
Devleti değil halkı, sermayeyi değil emekçiyi, zengini değil yoksulu, savaşı değil barışı önceleyen bütçeleri yapacağımız günlerin mutlaka ve en yakın zamanda geleceği inancıyla bütün Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)