| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 1'inci Tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 35 |
| Tarih: | 12.12.2017 |
MHP GRUBU ADINA OKTAY ÖZTÜRK (Mersin) - Sayın Başkan, büyük Türk milleti ve onun saygıdeğer temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi adına Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay bütçesi üzerine görüşlerimizi anlatmak için söz almış bulunuyorum. Ancak yüksek yargı organlarını ilk derece mahkemelerinden ve elbette hukuk eğitiminden ayrı ele almak doğru değildir düşüncesindeyiz. Bu sebeple, ilk derece mahkemesinden yüksek yargı organlarına, hasılı yargılamada görev yapan hâkim, savcı ve avukatların durumu ile yargısal faaliyetin ayrılmaz parçası olan idari personelin durumunu ele almaya gayret edeceğiz.
Elbette, yargının yaşadığı meseleler ele alınırken hukuk eğitiminde yaşanan meseleler gözden uzak tutulmamalıdır. Zira, yargısal faaliyetin sacayağı olarak nitelendirilen hâkim, savcı ve avukatların liyakatiyle ilgili problemin temelinde hukuk eğitimi yatmaktadır.
Malum olduğu üzere, yargının adil davranabilmesi için gerekli unsurların başında yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gelmektedir. Bağımsız ve elbette tarafsız olmayan yargı mekanizmasından adil karar beklenemez. Zira, sözlük anlamı itibarıyla adalet "insaflı, doğru, eşit olmak, eşit tutmak; doğru davranmak, zulmetmekten uzak olmak, her şeye tam hakkını vermek, hakkınca düzeltmek, mutedil yani kararlı ve ölçülü olmak, her şeyi yerli yerinde ve gereğince yapmak, istikamet ve hakkaniyet" anlamlarını içermektedir. Bağımsız ve tarafsız olmayan bir yargı mekanizmasından tanımı yapılan adaleti beklemek de mümkün olmayacaktır.
"Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı" denilince ilk akla gelen, yargı erkinin yasama ve yürütme erklerinin karşısında bağımsız ve tarafsız olması yani kuvvetler ayrımı ilkesinin kabul edilmiş olmasıdır. Yürürlükte olan 1982 Anayasası'nın başlangıç kısmının dördüncü paragrafında kuvvetler ayrılığı, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş birliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu şeklinde ifade edilmiştir. Anayasa'ya bir bütün olarak bakıldığında, normatif olarak kuvvetler ayrılığının hemen bütün unsurlarının kabul edildiği görülmektedir. Ancak "Normatif düzenlemeyle uygulama ne kadar uyuşmaktadır?" sorusu tarihî süreçte her zaman gündeme gelmiştir. Önemli olan, normatif olarak kuvvetler ayrılığının kabul edilmesi değil, özellikle yasama ve yürütme erkinin kuvvetler ayrılığının gerektirdiği davranışlara riayet etmesidir. Zira kuvvetler ayrılığı yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı bakımından olmazsa olmaz ilkelerden birisi olarak kabul edilmiştir. Elbette yargı erkinin siyasal iktidar ve yasama organı dışında kalan diğer güç odaklarının etkisinden de kurtarılması gereklidir. Bu bağlamda 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında görülen yargıya tarikat, cemaat yapılanmasının hâkim olması en güzel örnek olarak hâlâ hafızalarda tazeliğini muhafaza etmektedir. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanmasında yasama ve yürütme erklerinin yanında diğer güç odaklarının yargıya hâkim olmasına engel olmak için geçmişten ders almak, gelecekte de benzer yapılanmaların yargıya hâkim olmasına engel olacak tedbirlerle mümkündür. Zira bağımsızlığı hususunda ciddi endişe bulunan bir yargıdan adil kararlar beklemek, kişi hak ve özgürlüklerinin güvencesi olacağını beklemek mümkün değildir. Mülkün yani devletin temeli olarak kabul ettiğimiz adaletin sağlanamaması devletin bekası bakımından da ciddi endişe yaratacaktır. Yargı bağımsızlığının olmadığı yerde hukuk devleti ilkesinden bahsetmek de mümkün değildir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün veciz ifadesiyle "Adalet gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet olarak bağımsızlığı söz konusu değildir."
Geçmişten günümüze yargı sisteminin problemleri kartopu gibi sürekli artış göstermiş, yapılan bir kısım iyileştirmeler günü kurtarmaya yetmiş ama kalıcı çözüm olamamıştır. Yargıda yaşanılan problemlere 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında terör örgütünün yargıdaki yapılanmasının boyutu da tabiri caizse tuz biber olmuştur. Öyle ki 15 Temmuz 2016 hain kalkışma sonrasında terör örgütünün Türk yargı sistemini neredeyse tamamen ele geçirdiği görülmüştür. Şöyle ki: Yargı organlarında görev yapan toplam 4.521 hâkim ve savcı hakkında terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle işlem yapılmıştır. Bu veri yargıdaki örgüt yapılanmasının boyutunu da gözler önüne sermektedir. Terör örgütünün tasfiye edilmesiyle Türk yargı sisteminde de ciddi bir açık ortaya çıkmıştır. Şu anda yargıda görev yapan hâkim ve savcıların ortalama dört buçuk yıl kıdeme sahip oldukları görülmektedir, bu tespit geleceğe yönelik ciddi önlemlerin alınmasının zorunlu olduğunu göstermeye yetecektir.
15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra, örgütle bağlantısı olduğu gerekçesiyle görevden uzaklaştırılan hâkim ve savcıların yerinin doldurulması amacıyla açılmış olan sınavların ve doğru dürüst staj yaptırılmadan atanmak zorunda kalan idealist genç hâkim ve savcıların tecrübesizliklerinin adalet arayışında olan vatandaşlarımız için ciddi buhrana sebep olmayacağını ümit etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Zira, yargı boşluk kaldırmaz. İradesini cemaat yapılanmasına terk etmiş olan hâkim ve savcılardan adil karar vermelerini beklemek elbette ki safdillik olur. Bu sebeple, yargının yeniden yapılanmasında geçmişten ders alınmalı ve hâkim ve savcı alımında ve elbette yargıda belli görevlere terfilerde liyakat esas alınmalıdır. Aksi hâlde kısa ve orta vadede bir kısım ciddi problemlerle karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır. Kısa vadede terör örgütünün yargılanmasında zafiyetler ortaya çıkabilecektir. Genç ve henüz yeterli tecrübesi olmayan hâkim ve savcıların terör örgütünün yargılanmalarında görev yapmasının terörle mücadeleyi sekteye uğratabileceği endişesini taşımaktayız. Bu sebeple, ilk derecede görev yapan tecrübeli hâkim ve savcıların yerlerinin muhafaza edilmesi, en azından yargılamalar sona erinceye kadar ve elbette yeni alınan hâkim ve savcılar tecrübe kazanıncaya kadar yargıda üst düzeyde görev yapacak hâkim ve savcıların sayısında artışa gidilmemelidir. Orta ve uzun vadede ise geçmişte yaşanan sıkıntıların benzerleriyle ve belki de daha ağır sonuçlar doğurabilecek örgütlenmelerle karşılaşmak mukadderdir. Bu sebeple, yargıya alınacak hâkim ve savcılarda liyakat esasına azami derecede riayet edilmelidir. Unutulmamalıdır ki bir gün herkes adil yargıya ihtiyaç duyabilir.
Uzun zamandan beri hâkim ve savcıların ehliyet ve liyakatiyle ilgili serzenişte bulunulmaktadır. Elbette hâkim ve savcılar kadar dillendirilmese de adil yargılamanın üçüncü ayağı olan avukatların durumu da hâkim ve savcıların durumundan pek farklı değildir. Hâkim ve savcıların liyakatiyle ilgili problemin temelinde hukuk eğitiminin yattığı hususu aşikârdır. Lisans, lisansüstü ve meslek içi eğitimde gün geçtikçe geriye gidiş olduğu gözlemlenmektedir. Her yıl bir önceki yıl aranır olmaktadır. Hâlihazırda Türkiye'de eğitim öğretim yapan hukuk fakültesi sayısı 85 olup, kuruluş kanunu çıkmasına rağmen henüz öğretime başlamamış ve fakat birkaç yıla kadar öğrenime başlayacak olanlar da nazara alındığında 100'ün üzerinde hukuk fakültesinin olduğu görülmektedir. Hukuk fakültelerinde taban puan uygulaması, çok düşük puanlarla hukuk fakültelerine girişin önüne geçmiştir. Buna rağmen 2017 yılı LYS kontenjanlarına bakıldığında alınan öğrenci sayısının 16 bin civarında olduğu görülmektedir. Buna, LYS kapsamında öğrenci almasına rağmen taban puan uygulaması dışında tutulan ve diplomaları Türkiye'de geçerli olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bulunan hukuk fakülteleri dâhil değildir. Bunun yanında Balkanlarda kurulan ve hiçbir sınava tabi olmadan öğrenci kabul eden hukuk fakültelerini de dikkate aldığımız vakit 150 civarında hukuk fakültesine ulaşılmaktadır.
Yargıda görev yapan hâkim ve savcılar ile yargının bir parçası olan avukatların yeterli bilgi birikimine sahip liyakatli kişilerden oluşması gerektiği hususunda görüş birliği vardır ancak çözüm yolu önerileriyle karşılaşamamaktayız. Yargıda liyakatin sağlanabilmesi, lisans, lisansüstü eğitim, yüksek lisans ve doktora ve meslek içi eğitimin kalitesi artırılmadan sağlanamaz. Konunun gündeme geldiği hemen her ortamda yargılamanın taraflarının liyakat eksikliğinden bahsetmelerine rağmen çözüm önerilerine şahit olamıyoruz. Bir de yargılamanın tarafları olan hâkim, savcı ve avukatların yeterli eğitim almadıkları kanaatindeyiz.
Hukuk eğitimini üç farklı başlıkta ele almakta fayda görüyoruz. Devlet veya vakıf üniversitesi ayrımı yapılmadan Türkiye'de eğitim öğretim yapan hukuk fakültelerinin birçoğunun durumu içler acısıdır. Öyle ki akademik kadrosunda profesör bulunmayan hukuk fakülteleri bulunduğu gibi hiçbir akademik deneyimi olmayan dışarıdan lisansüstü eğitimini tamamlamış öğretim üyelerinin sayısı da azımsanamayacak kadar fazladır. Bu fakültelerde lisans eğitiminin yanında lisansüstü eğitim verilmesi de başka bir garabettir. Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak hâkim ve savcıların eğitiminin yetersizliği değil genel olarak hukuk fakültelerinin eğitim öğretim sisteminin yetersiz olduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple hukuk eğitiminde acilen köklü değişikliklerin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. Hukuk eğitiminde köklü değişiklikler yapılmazsa yargının liyakatinden bahsedebilmek sadece kendinizi kandırmaktan öteye gitmeyecektir. Hukuk eğitiminde köklü değişiklikler yapılması zaman alacağından öncelikle kısa vadede alınması gerekli önlemlere yönelik önerilerimizi açıklamakta fayda görüyoruz.
Konuyla ilgili herkesin malumu olduğu gibi, mevcut uygulamada hukuk fakültesi diplomasına sahip bir kişi bir yıllık staj sonunda -ki stajın ciddi yapılmadığı da bilinmektedir- herhangi bir sınava tabi tutulmadan avukat olarak göreve başlayabilmektedir. Hâkim ve savcılar ise test usulüyle yapılan merkezî sınavda başarılı olması hâlinde -ki başarı kavramının da içi boşaltılmıştır- kısa dönem staj sonunda -şu anda bir yıl hatırladığım kadarıyla- atanabilmektedir. Bu durum hukuk eğitiminin yetersiz olmasıyla birleştiğinde liyakat sorununun kaynağı da ortaya çıkmaktadır.
Her hukuk fakültesinde verilen eğitimin aynı seviyede olmadığı ilgili tarafların kabulüdür. Bu sebeple, acilen, hukuk fakültesi diplomasına sahip kişilerin fakülte diplomasıyla hukukçu olarak mesleki faaliyette bulunabilmelerinin önüne de geçilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bizim bakış açımıza göre, fakülte diplomasına sahip olanları merkezî bir sınava tabi tutmak ve başarılı olanları hukukçu sıfatıyla mesleğe kabul etmek gerekir. Yapılacak merkezî sınavda öğrencinin hukuk bilgisini ölçecek test sorularının yanında -ki imkân olsa klasik sorular da sorulabilse- Türkçe kullanım bilgisi ve muhakeme yeteneği bağlamında klasik sorular da sorulmalıdır. Bu merkezî sınav bir anlamda mesleğe kabul sınavı olacaktır. Yapılacak merkezî sınavların fakülte müfredatında okutulan dersler kapsamında olması gereklidir. Aksi hâlde bu sınavlara hazırlık bağlamında yeni kursların açılmasına ortam hazırlanmış olacaktır ki muradımız bu değildir. Yapılacak merkezî sınavlarda başarılı olan öğrenciler "hukukçu" sıfatıyla mesleklerini icra edebilmelidir. Elbette her bir meslek için o mesleğe yönelik yapılması gereken sınav ya da stajda da başarılı olanlar ilgili mesleğe kabul edilmelidir.
Bu şeklide merkezî sınav sisteminin kabul edilmesi hâlinde bir kısım problemlerle karşılaşılacağı malumdur. Bunların başında başarısız olan öğrencilerin durumunun ne olacağı akla gelecektir. Bu kişilerin hukuk fakültesi mezunu olmalarına rağmen "hukukçu" sıfatını kullanmamaları gerekir.
Uzun dönemde ise mevcut hukuk eğitim sistemi kökten değiştirilmelidir. Lisansüstü eğitimde yüksek lisans için her fakültenin kendi sınavını yapması yeterli olacaktır.
Hukuk alanında doktora eğitiminde farklı bir yöntem uygulanması isabetli olacaktır çünkü doktora eğitimi akademik çalışma yapabilmenin en önemli aşamasıdır. Ancak maalesef lisans seviyesi için yapılan eleştiriler aynı şekilde doktora aşaması bakımından da geçerlidir. Bu sebeple tıp fakültesi mezunları için açılan TUS benzeri bir sınavla hukuk alanında doktora eğitimi için öğrenci kabul edilmelidir. Avukatlık, hâkimlik ve savcılık mesleğine kabul için hazırlanan sınavlarda hukuk fakültesi müfredatının geneli nazara alınmalı, müfredatta yer alan hiçbir ders kapsam dışı bırakılmamalıdır. Hâkimlik ve savcılık mesleğine yönelik stajını tamamlayan kişiler derhâl bağımsız karar verecek konumda olmamalı, belli bir süre heyet hâlinde çalışan mahkemelerde veya savcılıklarda savcı yardımcısı gibi görev yaptıktan sonra bağımsız karar verecek konumda görevlendirilmelidir.
Elbette hâkim ve savcıların mesleğe kabulü öncesindeki staj aşamasında ve mesleğe kabul sonrası meslek içi eğitimde Türkiye Adalet Akademisinin de oldukça önemli olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Türkiye Adalet Akademisi, alanında yetkinliği hususunda genel kabul gören öğretim üyeleriyle yüksek yargıda görev yapan üyelerin ders verdiği bir kurum olarak yapılandırılmalıdır. Dersler teori ve uygulama boyutuyla verilmeli ve başarısız olan adaylar mesleğe kabul edilmemelidir. Meslek içi eğitimler belli aralıklarla tekrarlanmalı ve devamlılık arz etmelidir. Meslek içi eğitimlerde başarısız olan hâkim ve savcılara da elbette ki bir müeyyide uygulanması düşünülmelidir. "Ankara'da hâkimler var." diyebilmek için liyakatli, bağımsız, tarafsız ve adil hâkimlere ihtiyaç var. Şayet evrensel hukuk ilkelerine uygun gerekli düzenlemeler yapılmazsa Türk insanı hiçbir zaman "Ankara'da hâkimler var." diyemeyecektir. Oysa bizim kültürümüzde "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." anlayışı hâkimdir. İnsanı yaşatacak bir yargı düzeni kurulamaz, yargı belli gruplara teslim edilirse dün yaşanılan sıkıntılardan ders alınmamış olacak ve gelecekte de benzer ve belki de daha vahim sonuçlarla karşılaşmak mümkün olacaktır.
Burada ülkemizi yakından ilgilendiren, Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan yargılamanın da ele alınmasında fayda var. Konuyu ele almadan önce uluslararası hukukta yaptırım kavramı üzerinde durmakta fayda vardır. Uluslararası hukukta yaptırım, hukuk sistemi tarafından yönetilen bir toplum ya da topluluk adına hareket etmeye yetkili bir organın kararlarını uygulamak üzere alınan zorlayıcı önlemlerdir. Zarar gören devletin uyguladığı yaptırım bir tür ihkakıhak olarak kabul edilmektedir; oysa uluslararası örgüt tarafından uluslararası hukuku koruyan ve kollayan tedbirler alınabilmektedir. Bu hâlde, hukuk kurallarının ihlalini tespit edecek ve bu kuralların uygulanmasını sağlayacak merkezî bir otorite bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, hukuka aykırı bir fiille tek taraflı olarak alınan her zorlayıcı önlem yaptırım olarak adlandırılabilir.
Günümüzde uluslararası alanda kabul edilen önlemler; silahlı ya da silahsız, ekonomik ya da askerî yaptırımlar gibi maddi, kınama gibi ahlaki ya da sahip olunan bir statünün kaybı, örneğin bir uluslararası örgüt üyeliğinin sona erdirilmesi gibi hukuki zorlama biçiminde de olabilir.
Uluslararası Hukuk Komisyonuna göre "yaptırım" terimi yalnızca tüm ulusları uluslararası toplum bakımından ciddi sonuçları olan uluslararası hukuk ihlallerine bir tepki, bir cevap olarak bir uluslararası örgüt tarafından alınan önlemler için kullanılabilir. Devletlerin tek taraflı olarak başvurduğu zorlayıcı önlemler yaptırım olarak değil, karşı önlem ya da ihkakıhak olarak adlandırılabilir. Bu bakımdan, belli bir devletin diğer bir devlete karşı almış olduğu önlemler uluslararası hukukta yaptırım olarak kabul edilemez. Ancak Birleşmiş Milletlerin uluslararası barışın sürdürülebilmesi için aldığı zorlayıcı önlemler yaptırım olarak nitelendirilir; zira Birleşmiş Milletler, üyeleri ve yetkileri bakımından uluslararası toplumun tümünü temsil eden Güvenlik Konseyi aracılığıyla bağlayıcı kararlar alma ve bu kararları uygulama yetkisi bulunan tek uluslararası örgüt olarak kabul edilmektedir.
Genel çerçeveyi bu şekliyle kısaca tespit ettikten sonra Amerika Birleşik Devletleri'nde görülen davaya ilişkin değerlendirme yapılmasında fayda görüyoruz. Hemen belirtmek gerekir ki ABD'de görülen davanın esasını oluşturan uyuşmazlığın maddi konusu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yaptırımlarının ihlal edilmesi değil, ABD'nin İran'a uyguladığı yaptırımlarla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin İran'a uygulanmasına karar verdiği ambargoyla ABD'de görülmekte olan davanın doğrudan hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. Şayet iddia edildiği gibi, malum şahıs hukuka aykırı davranışlarda bulunmuş, bir suç işlemiş ise onun yargılanacağı yer ABD değil, Türkiye'dir. Zira, uluslararası hukukta genel kabul gören ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de yer alan ilkeye göre, devletler ancak kendi yetki alanlarında yargılama yetkisini haizdirler. Hâl böyle olunca, malum şahsı işlediği iddia edilen suçlardan dolayı yargılama yetkisi Türk yargısına aittir. Dolayısıyla, malum şahıs Türkiye'ye iade edilmeli ve Türk yargısı yargılamayı yapmalıdır. Ama burada görüyoruz ki Amerika Birleşik Devletleri kendi tezleri söz konusu olduğu vakit, kendi menfaatleri söz konusu olduğu vakit hiçbir ahlaki endişe tanımamakta, hiçbir Birleşmiş Milletler kararına vesaireye riayet etmemektedir; orman kanunu uygulamaktadır.
Bu arada, değerli milletvekilleri, yeni bir kanun hükmünde kararnameyle yine yargıyla ilgili bir tasarrufta bulunulacağı bilgileri ulaşmakta. Geçmişte yaşananlardan ders alırsak tarihi tekerrür ettirmemek gibi bir imkân bulmuş oluruz. 2010'da bizatihi yargıyla oynamaya başladıkları vakit dilimiz döndüğünce, sesimiz çıktığınca "Yargı bu kadar rahat oynayacağınız bir saha değildir. Bu şekliyle hareket ederseniz neticede birtakım art niyetlilerin de tuzağına düşmüş olursunuz." dedik, dinletemedik ama sonunda "FETÖ" diye bir canavarla karşı karşıya geldik. Şimdi, bugün de yargıda birtakım sayısal çoğaltmalar vesaire üzerinde oynanıyor. Bizim, Hükûmete tavsiyemiz: Yargıda niceliklerle uğraşmak yerine niteliklerle uğraşırsanız bütün problemlerin kaynağına inmiş olursunuz. Burada, iddialar oldukça yaygın bir şekilde dilden dile dolaşıyor, bir gençleştirmeden bahsediliyor; böylece, yeni gelecek insanların otuz, otuz beş yıl yargı üyesi yapılacakları iddiası var. Bu iddialar böyle devam ettiği vakit yargı üzerindeki sıkıntılar da devam eder; bunların bir an önce vuzuha kavuşması, açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Tekraren söylüyoruz: Yargıda eğer illa da bir şey yapacaksanız, sayılarla uğraşmayın, nitelikle uğraşın; birçok problemi de bu şekliyle çözmüş olursunuz diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum efendim. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Öztürk.