| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 6'ncı Tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 40 |
| Tarih: | 17.12.2017 |
MHP GRUBU ADINA EKMELEDDİN MEHMET İHSANOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Dışişleri Bakanlığı 2018 mali yılı bütçesiyle ilgili Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Yüce heyetinizi saygıyla selamlar, sözlerimin başında Sayın Bakana ve Bakanlığının güzide temsilcilerine hoş geldiniz der, başarılar dilerim.
Son günlerde ülkemizi, 1 milyar 600 milyon nüfusuyla İslam dünyasını ve Hak seven bütün insanları meşgul eden Kudüs-ü Şerif konusuyla başlamak istiyorum. Bunda da, Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin sırf partimizin değil bütün Türk milletinin hissiyatını ifade eden şu veciz cümlesini iktibas etmek istiyorum, Sayın Bahçeli diyor ki: "Kudüs ecdadımızın mirası, imanımızın mihrabı, anılarımızın Zeytin Dağı'yla simgeleşmiş, Harem-i Şerif'le mühürlenmiş ilk kıblesidir."
13 Aralık 2017 Çarşamba günü İstanbul'da toplanan ve şimdi resmî adını okuyacağım zirve toplantısı, İslam Zirvesi Toplantısı yani Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin Kudüs-ü Şerif'i işgalci güç İsrail'in sözde başkenti olarak tanıması ve Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınacağına ilişkin açıklaması sonrasında durum değerlendirmesi maksadıyla Olağanüstü İslam Zirvesi Konferansı. Bu, zirvenin resmî adı.
Ben bu konuda ilk önce şunu söylemek istiyorum: Bu hususta tebriklerimi sunmak istiyorum. Türkiye'nin çok kısa bir zamanda bu toplantıyı akdetmesi ve başarılı bir organizasyon ve zor şartlarda konsensüsle, diplomatik bir maharetle sonuç bildirisi sağlamış olması önemsenmesi gereken bir husustur, bir başarıdır. Kabul edilen 23 maddelik zirve bildirisinin en önemli maddesi 8 no.lu maddedir. Müsaadenizle onu burada aynen okuyorum. 8'inci madde: "Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak ilan ediyor -yani zirveye katılan devletlerin adına- ve bütün devletleri, Filistin Devleti'ni ve Doğu Kudüs'ün onun işgali altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet ediyoruz."
Şimdi, aziz arkadaşlar, Türk milleti ve devleti hiçbir zaman Kudüs'ü, Kudüslülerin, Filistinlilerin kaderini yalnız bırakmamıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda bile yani 1917'de Kudüs'te -tam yüz sene önce Aralık 1917'de Osmanlı ordusu çekilirken orada- bir irtibat ofisi kurmuştur. Daha sonra Kudüs İngiliz mandası altına giriyor. 1918-1947 tarihleri arasında Türkiye Kudüs'te başkonsolosluk açmıştır. 1947-1980 yılları arasında Kudüs'ün "corpus separatum" statüsünde yani Birleşmiş Milletlerin taksim kararından sonra hiçbir devletin egemenliği altında olmaması ve Kudüs'ün bir ayrı "entite" olması, "corpus separatum" olması, Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu olmuştu. İsrail'i tanıyan ilk İslam ülkesi Türkiye olmuştur ve 1967 savaşı sonrasında Kudüs'ün batısında yani İsrail'in 1948'de işgal ettiği Batı Kudüs'teki konsolosluğunu kapatıyor ve doğuda bir konsolosluk açıyor. O bakımdan Doğu Kudüs'te kançılarya açılıyor ve bu 1980'e kadar faaliyetine devam ediyor. Knesset'in yani İsrail Parlamentosunun Kudüs'ü başkent ilan etmesine kadar Türkiye orada, 1980'e kadar.
Tabii, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İsrail'in bu kararını kabul etmiyor ve Kudüs'ün statüsünü muhafaza yani "corpus separatum" olarak muhafaza edilmesini bağlayıcı kararına Amerika da "evet" demiştir. Türkiye, 1992 senesinde Kudüs'e yeniden bir başkonsolosluk açmıştır fakat Türkiye'nin açtığı başkonsolosluk -çok büyük bir incelik var burada- Tel Aviv'e bağlı değildir, doğrudan doğruya Ankara'ya bağlıdır, Dışişleri Bakanlığına bağlıdır; bu da Türkiye'nin o günden beri, baştan beri daha doğrusu, 1947'den, 1948'den beri Kudüs hakkındaki sağlam duruşunu göstermektedir.
Bugüne göre Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu, 1992'den bu yana defakto olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin Filistin Devleti ve Filistin Ulusal Yönetimi nezdindeki temsilcisi olarak görev yapmaktadır ve 2005 yılından bu yana başkonsolosluğumuzun başında Türk diplomatlarının büyükelçi rütbesinde olan değerli mensupları vardır. Şimdi, bizim istediğimiz şudur: İslam ülkelerinin sırf Güvenlik Konseyi kararının lafzıyla yetinmesi değil, fiilî olarak Doğu Kudüs'ü Filistin'in başkenti olarak tanımaları. Şimdi, geçen çarşamba günkü toplantıdan sonra bütün gözler, özellikle İslam dünyasındaki gözler Türkiye'nin üzerindedir. Şimdi, yani zirveden çıkan kararın ve sonuç bildirgesindeki 8 numaralı kararın nasıl uygulanacağını bütün dünya merak ediyor.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; şimdi, Filistin'le ilgili İslam İşbirliği Teşkilatı içerisinde, kurulduğu günden beri yani 1969'dan bu yana, elli seneden bu yana çok kararlar var, çok zirveler var. Bunların çok azı maalesef uygulanmıştır. Ben Kudüslülerle ilgili siyasi olmayan bir büyük plan yaptım, sırf Kudüs ahalisini Kudüs'e bağlamak için onların barınma, sağlık ve eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak bir plan yaptık ve bunu devletlerin dışişleri bakanları toplantısında geçirdik, zirvelerden geçirdik. Uygulamaya geldiğimiz zaman her ülke dedi ki: Ben zaten Filistin'e yardımcı oluyorum, buna lüzum yok falan. Peki niye imza attınız? Ya, işte, toplanılınca at imza... Ben korkuyorum ki bu 23 maddenin bazıları takip edilmediği takdirde uygulanmayacak. Türkiye'nin de zirve başkanlığı için bir sene daha süresi kaldı. İnşallah bu sene içerisinde Sayın Bakan, himmetiniz ve gayretinizle bu 23 karardan bazılarını tatbik etme imkânımız olur.
Şimdi, benim gözümde bu zirvenin esas itibarıyla gözden kaçmaması gereken en büyük başarısı, bölgemizin semalarında dolaşan ve mezhebi çatışmayı körükleyen akbabaların kara emellerine hizmet etmemesidir. Burada Şii-Sünni kavgasını körüklemek isteyenlerin, bu zirvenin bu bildirisiyle, bu varlığıyla -istediklerimizin hepsi olmasa bile- bir süre için, bu akbabaların bed emelleri gerçekleşmemiş oluyor. Bu bakımdan, bu, çok önemlidir; bölge ülkelerinin mezhebî çatışmanın uçurumuna yuvarlanmaması için bu momentumu yaratmıştır, bunu korumak lazım ve bunu daha ileriye götürmek lazım.
Benim zirveyle ilgili ikinci mülahazam şudur: Katılanlara baktığınız zaman Asya grubundan çok daha büyük katılım ve daha yüksek katılım görürsünüz. Bununla da Asya grubunun halk kamuoylarının Filistin ve Kudüs konusundaki hassasiyetinin hep diğer bölgelerden daha fazla olduğunu görürsünüz. Burada yine bu zirvedeki gördüğümüz realitelerden bir tanesi, Arap ülkeleri arasındaki çekişmelerin devam etmesidir, Kudüs'le ilgili olarak da devam etmesidir. O bakımdan, bu çekişmenin, önümüzde, uygulama safhasına geçtiğimiz zaman menfi bir şekilde etkileyeceğini beklemek lazım. Burada, tabii, bu mülahazayla da şunu söylemek istiyorum: Türkiye'nin, kardeş kavgası ve çekişmelere taraf olmamasıdır. Bunun tekrar altını çizme ihtiyacı duyuyorum çünkü Türkiye'nin yüksek menfaati, herkesle beraber, hakkaniyet içerisinde iyi münasebet kurmaktır.
Şimdi, Sayın Başkan, değerli meslektaşlarım; ülkemizin son yüz yıllık tarihinde dış politika bakımından en hassas, en muhataralı, en riskli ve herkesin beka endişesi içinde olduğu şu anda, hep beraber dış politika bakımından göz önünde bulundurmamız gereken temel iki mülahazayı yüce Meclisin ve Sayın Bakanımızın dikkatine arz etmek istiyorum.
Birinci tarihî mülahaza şudur: Biraz önce söylediğimiz gibi, Aralık 1917'de Osmanlı ordusu, devletimizin dört yüz sene sulh ve sükûn içerisinde koruduğu o topraklardan ayrılırken yaralı olarak ayrılmıştır, büyük kayıplar vererek ayrılmıştır, hezimete uğrayarak ayrılmıştır ama oradan çıkanlar, oradan çıkan genç zabitan ve bunlar arasında genç general olan Mustafa Kemal Paşa bir dersle çıktılar. Ve o genç general Türkiye Cumhuriyeti devletini kurduğu zaman, tavsiye olarak, Dışişleri Bakanlığımıza yaptığı tavsiyeler arasında bunu söylemişti. Ben bunu geçen sene burada 9 Aralık 2016'da söyledim. Atatürk diyor ki: "Araplar arasındaki kavgaya taraf olmayınız." Yani, Filistin cephesinde, Suriye'de acı tecrübelere sahip olan bir general, yeni devleti kurarken ve devlet yerleştikten sonra hariciyesine bu tavsiyede bulunuyor. Yüz sene önceki durum neyse, bugünkü durum odur. Aktörlerin isimleri değişmiştir, aktörlerin hüviyetleri değişmiştir ama aynı senaryoları görüyoruz. O bakımdan, bizim de bu konuda biraz daha dikkatli olmamız lazım gelir. Ben bu konuşmayı, Atatürk'ün bu sözlerini, Mecliste 9 Aralık 2016 tarihinde Bakanlığımızın yeni bütçesiyle ilgili söylemiştim.
Şimdi, bu tarihî mülahazadan sonra, dış politikamızla ilgili ikinci mülahazaya yönelmek istiyorum. Türkiye 1960'lı yıllardan itibaren dış politikasında ayarlamalar yapmaya başlamıştır. Nedir bu ayarlamalar? 1950'li yıllarda Türkiye Batı güdümünde teslimiyetçi bir tavırdaydı. 1960'lı yıllardan itibaren Türkiye, dış politikasını, NATO üyesi olduğu hâlde, Sovyetlere karşı bütün askerî sadmeleri ilk karşılayacak ülke olmasına rağmen, o günkü hükûmetler Sovyetlerle iyi iş birliği yaptı ve Türkiye, ağır sanayinin, sanayinin temelini o günlerde Sovyetlerden yani Ruslar'dan aldığı yardımlarla yaptı. Yani o günlerde NATO'nun nükleer füzeleri, roketleri Sovyetler Birliğine yönelikken, iki taraflı, atom bombaları hazırken Rusya'dan teknoloji "know-how"ı, kredisi ve teknoloji alıyordu Türkiye.
1960'lı yıllardan sonra 1970'li yıllar devam etti. 1990'lı yıllardan sonra çok boyutluluk daha arttı çünkü iki kutuplu dünya bitti, Berlin Duvarı yıkıldı ve Türkiye, hem Doğuyla hem Batıyla hem İslam dünyasıyla hem Afrika'yla, herkesle çok iyi gitti. Fakat bu, maalesef, 2011 senesine geldiğimizde Arap Baharı denilen o büyük felaket herkesi şaşırttı, halkın kitlevi şekilde sokak hareketleri, hürriyet, ekmek ve onur peşinde büyük kavgaları -bildiğiniz kavgalar- herkesi şaşırttı. Tabii bu "Arap Baharı" tabiri yanlış bir tabirdir; daha çok, ilk önce İngiliz parlamenterler ve siyasetçiler kullandı. Bunun benim gözümdeki en uygun tabiri "despotların sonbaharı"dır çünkü despotlar tek tek gitti; kalanları da var ama onlar da gidecektir çünkü artık halklar hür yaşamak istiyor, demokrasi istiyor, iyi yönetim istiyor. Şimdi, Türkiye bu 2011'deki hadiseleri maalesef tam kavrayamadı. Birçokları da kavrayamadı ama biz de kavrayamadık ve biz çok farklı sinyaller vermeye başladık, bugünkü hâle geldik. Ben bugünkü hâlin ne olduğunu tavsif etmek istemiyorum, kimsenin de gönlünü kırmak istemiyorum ama şunu söylemek istiyorum: Bugün, her şeyden önce yapılması gereken husus, dış politikamızı bulunduğu istikametsizlik hâlinden kurtarıp yeni şartlar muvacehesinde millî menfaatleri azami ölçüde temin eden soğukkanlı üsluba dönmek lazım ve eskiden olduğu gibi çok yönlü politikalar takip etmek lazım ve sakin diplomasiye önem vermek lazım.
Şimdi, Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; Orta Doğu'daki hadiseler durmayacak. Yani Astana'daki, Soçi'deki, Cenevre'deki kararlardan sonra, işte son anlaşmaya varıldığı zaman Cenevre'de -bizim için Lozan neyse Suriye için de bir Cenevre olacak- orada bizim yer almamız lazım ve Türkmenlere yer vermek lazım yani Türkmenlerin de unutulmaması lazım. Fakat benim söylemek istediğim başka bir şey var: Şimdi, bu Orta Doğu'da hiçbir zaman huzur olmayacak. Neden olmayacak? Çünkü müesses bir nizam, bir güç dengesi yok. Osmanlı bitti yüz sene önce, İngilizler, Fransızlar geldi, Sykes-Picot haritası çizildi, "Şurası senin, burası benim." ve onların arasındaki denge, Fransa-İngiltere arasındaki denge İkinci Dünya Savaşı'nda başladı, ondan sonra Amerikalılar girdi, İngilizler çekildi, Fransa da daha önce çekildi, Amerikalılar Orta Doğu'yu hallaç pamuğu gibi attılar -işte, Irak'taki yaptıkları, burada yaptıkları- ve bugün Rusya yeniden girdi, üsler kurdu. Neden? Çünkü güç boşluğu var, "power vacuum"u var. Şimdi burada "power vacuum"unu yani güç boşluğunu doldurmak için Orta Doğu'da yeni bir nizamın kurulması lazım. Bu yeni nizam nasıl kurulur? Bu nizamı iyi düşünmek lazım ve öncülüğünü yapmak lazım. Ben bir Türk vatandaşı olarak, İslam İşbirliği Teşkilatı eski Genel Sekreteri olarak şunu görüyorum ve iddia ediyorum ki bunu ancak bu bölgenin içinden Türkiye yapabilir. Bu nasıl olacak? Tarih bilenler, Avrupa tarihi bilenler Vestfalya Anlaşmaları diye bir şey bilirler. Bu, Avrupa'daki kilise savaşlarının, din savaşlarının sonunda Avrupa ülkelerinin ulaştığı bir anlaşma ve orada "sovereignty" kavramı, "egemenlik" "hükümranlık" kavramı ilk defa çıkıyor 1670'li yıllar falan. O zaman "Siz benim egemenliğimi tanıyacaksınız, ben de sizinkini tanıyacağım. Siz benim sınırlarımı, topraklarımı tanıyacaksınız, ben de sizinkini tanıyacağım." Bu Vestfalya Anlaşmaları Avrupa'nın girdiği bütün savaşlar -Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dâhil olmak üzere- tekrar barışın tesisi ve dengelerin korunmasını sağlamıştır. Orta Doğu'da bu yok çünkü biz çıktıktan sonra ganimet peşinde girenler yeni sistemi kuramadılar. İkinci Dünya Savaşı geldi ve onlar silindi. Ondan sonra şunlar girdi, bunlar girdi, bugünkü hâli...
Bu, şimdi, Fas'tan İran'a, İran'dan Yemen'e kadar bütün Orta Doğu'nun bütün ülkelerinin gireceği ve bir uzun vadeli, uzun nefesli bir çalışmanın gereği 21'inci yüzyılda Vestfalya Anlaşmaları'ndan alınan ilhamla artı ikinci bir faktör, o da şudur: Bu savaşlarda yıkılan ülkelerin yeniden inşa edilmesi. Buradaki iç paralar yani burada savaşa harcanan paralar özellikle petrol zengini ülkelerin ve İslam Kalkınma Bankasının ve diğer uluslararası bankaların buna girmesi lazım yani çok yönlü bir çalışmaya ihtiyaç var. Ben bu konuda yurt dışında bir tebliğ vermiştim, makale olarak yayınladım, arzu edenlere gönderebilirim.
Son olarak Sayın Bakanım, zatıalinizden bir ricam var, bizim Dışişlerimizin daha iyi çalışması için bölge uzmanlarına ihtiyaç var. Şimdi, Türkiye'nin ve Osmanlı Devleti'nin ilk temsilciliği kurduğu günden bugüne iki yüz yirmi beş yıl geçmiştir ve dünyanın her tarafında sefaretimiz var. Şimdi, bunların bölge uzmanlarına, ülke uzmanlarına ihtiyacı var, çift lisan bilen yani mahalli dilleri, İngilizceyi, Fransızcayı demiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ERHAN USTA (Samsun) - Sayın Başkan, bir dakika süre verir misiniz.
BAŞKAN - Lütfen tamamlayalım.
EKMELEDDİN MEHMET İHSANOĞLU (Devamla) - Teşekkür ederim.
Mahalli dilleri de bilen insan; eğer Türkiye gerçekten büyük dış politika yürütmek istiyorsa -ki hakkıdır Türkiye'mizin- bunun enstrümanları bunlardır.
Ben bu sözlerimle, tekrar, size, bu başarılı zirveyi topladığınız için ve başarılı bir bildiri hazırladığınız için tebriklerimi sunmak istiyorum.
2018 yılı için Dışişleri Bakanlığı bütçesinin hayırlı uğurlu olmasını temenni ediyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP, AK PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)