GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Cumhurbaşkanlığının, hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek türk silahlı kuvvetleri unsurlarının, 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararıyla tespit edilen ilkeler kapsamında; Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü Bünyesinde UNIFIL'e, 31/10/2018 tarihinden itibaren bir yıl daha iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine dair tezkeresi (3/44) münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:7
Tarih:16.10.2018

CHP GRUBU ADINA UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yüce Meclisimizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, Anayasa'mızın 92'nci maddesine göre Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Yurt dışına asker gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verilmesi siyaseten çok önemli kararlardır. Ben, Cumhuriyet Halk Partisi olarak konuya bakışımızı ortaya koymaya çalışacağım.

Türkiye'nin ulusal politikasına ve çıkarlarına hizmet ettiği ve dünya barış ve istikrarına katkıda bulunduğu takdirde Türk Silahlı Kuvvetlerimizin uluslararası barış güçlerine katılmasını biz yararlı değerlendiriyoruz. Nitekim, bu koşullara uygun olarak Birleşmiş Milletler şapkası altında veya dışında oluşturulan barış güçlerine katılan kahraman Türk birlikleri dünyanın dört bir yanında uluslararası övgüye layık nitelikte görev yapmış, ülkemize itibar kazandırmıştır. Bu vesileyle öncelikle, sınırlarımızda kimi zaman buz gibi ayazda kimi zaman 40 derece sıcakta elinde silahla nöbet bekleyerek vatanımızı savunan Mehmetçiklerimizi saygıyla selamlıyorum. Türkiye'nin güvenliği için, bizlerin rahat biçimde başımızı yastığa koyabilmemiz için gözlerini kırpmadan hayatlarını feda etmeye hazır biçimde terör örgütlerine karşı hem sınırlarımız içinde hem komşu ülkelerde mücadele veren kahraman askerlerimize, jandarmamıza ve polisimize minnetimizi de ifade etmek isterim.

Ordumuz, sadece ülke güvenliğimiz için mücadele vermiyor, bölgemizde ve dünyada barışın, kardeşliğin, huzurun hâkim olması için on yıllardır Kore'den başlayarak Afganistan, Moğolistan, Irak, Suriye, Somali, birçok Afrika ülkesinde barış güçlerine katılmış, bu görevlerde çok başarılı olmuştur. Yavru vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki kardeşlerimizi etnik temizlikten koruyan yine kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerimiz olmuştur. Yine, iki yıl önce bu Mecliste hep birlikte karşı durduğumuz 15 Temmuz hain FETÖ'cü darbe girişiminin bertaraf edilmesinde de Türk Silahlı Kuvvetlerimizde ve Emniyet teşkilatımızda bu hain çetelerle birlik olmayarak kendilerini tankların önüne fedakârca atan namuslu, onurlu, vatansever subaylarımız, polislerimiz bulunmaktadır. Ülkemizin ve vatandaşlarımızın güvenliği, bölgemizin ve dünyanın barışı ve huzuru için bugüne kadar üstlendikleri görevler sırasında canlarını kahramanca feda eden aziz şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum. İçeride terörle mücadelede, 15 Temmuz darbe girişiminin önlenmesinde; dışarıda Kore'de, Kıbrıs'ta ve diğer uluslararası misyonlarda yaralanan kahraman gazilerimize de hayatlarının geri kalan bölümlerinde sıhhat diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin Lübnan'da konuşlu BM Geçici Görev Gücü'ne TSK unsurlarıyla verdiği desteğin uzatılması konusuna geldiğimizde Türkiye bu güce yaptığı katkılarla hem barışı koruma harekâtının etkin biçimde icrasında önemli bir işlev üstlenmektedir hem Birleşmiş Milletler sistemi içinde gerek bölgesel ve küresel ölçekte gerekse kapsamlı sivil, asker, iş birliği faaliyetleri vasıtasıyla kendisini göstermektedir hem de kardeş Lübnan halkının her kesimi nezdinde görünürlüğünü artırma imkânı elde etmektedir.

Yukarıda saydığım gerekçeler nedeniyle bu tezkereye olumlu oy kullanacağız ancak bu tutumumuz hiçbir surette on beş yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetlerinin ve sonrasında oluşturulan tek adam yönetiminin dış politikasını ve özellikle Orta Doğu siyasetini onayladığımız anlamına gelmemektedir. Aksine, uygulanan maceracı dış politikalar nedeniyle Türkiye'nin bölgede ve dünyada bir çıkmaza, girdaba sürüklenmekte olduğuna ilişkin endişelerimiz her geçen gün daha da artmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, öncelikle Suriye fiyaskosuna değinmek isterim. İzlenen başarısız ve zikzaklarla dolu politikalardan en büyük zararı Suriye'den sonra Türkiye ve halkımız çekmiştir, çekmektedir. Bakın, Suriye'de rejimi değiştireceğiz diye oradaki iç savaşın parçası hâline gelmemiz nelere mal oldu? Bundan yedi yıl önce Türkiye-Suriye sınırımızda terör örgütleri yoktu. Bir dönem ailecek tatil yaptığınız Esad'ın rejimi vardı. Aramızda terörle mücadele için Adana Mutabakatı vardı, güvenliğimiz vardı. Şimdi kimler var? IŞİD var, Nusra var, adını sanını bilmediğimiz, dünyanın dört bir yanından gelen ve Türkiye üzerinden oraya giden onlarca irili ufaklı terör örgütü var, binlerce eli kanlı terörist var. Sonra kim var? PKK'nın oradaki kolu YPG var. Bu terör örgütlerinin yarattığı kanlı terörden, zavallı Suriyeli kardeşlerimizden sonra maalesef en büyük zararı ülkemiz ve kendi halkımız görmekte. Yüzlerce insanımızı Suriye kaynaklı terör eylemlerinde yitirdik, arkalarından yas tuttuk.

İşte, sınır illerinden gelen değerli vekillerimiz en iyi bilir: Çok muazzam bir sınır ticaretimiz vardı ama şimdi yok. Transit taşımacılık neredeyse öldü. Turizmin yediği darbeyi hâlâ atlatabilmiş değiliz. Tüm bunların yanı sıra bir de ülkelerindeki iç savaştan kaçan 3,5 milyon Suriyeli kardeşimizle birlikte yaşamak durumundayız. Bugüne kadar 32 milyar dolar harcamışız, daha da harcayacağız. Onların giderek kalıcı hâle gelen Türkiye'deki ikameti çok büyük ekonomik ve sosyal sıkıntıları beraberinde taşımakta. Gün geçmiyor ki ülkemizde yaşayan Suriyelilerle ilgili içimizi burkan insan hikâyeleri çıkmasın.

Bu vesileyle, İzmir'den Avrupa'ya kaçmak isterken katliam gibi kazada hayatını kaybeden 22 göçmen kardeşimiz için de Allah'tan rahmet diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, işte tüm bu sorunlar hep başarısız, öngörüsüz, vizyonsuz dış politikanın, fiyasko Suriye politikasının ürünü.

Son olarak, eli kanlı cihatçıların temizlenmesinin sorumluluğu da Türkiye'nin üzerine kalmıştır. Bu konuda hem Genel Başkanımız hem parti sözcülerimiz defalarca uyarıda bulundu. Tabii ki biz İdlib'te bir insanlık dramı yaşanmasını istemiyoruz. Hele hele ülkemize yönelik milyonlarca Suriyelinin göçünü arzu etmiyoruz. O yüzden İdlib'deki sorunun çözümü önemlidir, her girişim önemlidir ama bu mutabakat çerçevesinde oradaki radikal cihatçıların Türkiye üzerinden tahliyesi ya da Türkiye sınırında yerleştirilmesi gibi taahhütler verilmişse bu çok vahim sonuçlar doğuracaktır, Türkiye'nin ulusal güvenliğini tehlikeye sokacaktır. Biz oraya sürekli asker göndererek Türkiye'den ailelerin ocaklarına ateş düşürecek yanlış dış politikanın acilen düzeltilmesini istiyoruz.

Peki, ne yapılmalıdır? Yapılması gereken, Suriye'de rejim değişikliğine yönelik İhvancı siyasetin bir an önce terk edilmesidir. Suriye'de iç barışın sağlanması için siyasi geçiş sürecine ülkemiz ve tüm uluslararası aktörler destek vermelidir. Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu tarafından kamuoyuna açıklanan Orta Doğu barış ve iş birliği teşkilatı da yine bölgemizdeki sorunlara derman olacak bir modeldir.

Değerli arkadaşlarım, dış politikamızın öteden beri en önemli çıpası, muasır medeniyet hedefimizin en önemli duraklarından biri olan Avrupa kurumlarıyla sağlanan iyi ilişkiler olmuştur. Ama bakın, on altı yıllık AKP iktidarları ve sonrasındaki tek adam yönetimi ülkemizi bu kurumlarla ilişkilerde ne hâle getirdi? Kurucusu olduğumuz "Avrupa'nın vicdanı" diye tanıdığımız, bildiğimiz Avrupa Konseyinde, şu anda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun Parlamenter Asamble Başkanlığı gibi onurlu bir göreve seçilerek geldiği Avrupa Konseyinde 12 Eylül askerî darbesinden sonra ikinci kez denetim altındaki ülke konumuna dönmemiz AKP döneminde olmuştur. Neden? Demokrasiden uzaklaştığımız için.

Bakın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine evrensel hukuk standartlarına uygun bir yargıç göndermeyi önermeyi dahi beceremiyoruz. Üçüncü kez gönderdiğimiz heyet iade ediliyor, reddediliyor, geri döndürülüyor. Öte yandan, Avrupa Birliğiyle müzakereler donmuş durumda, Avrupa Parlamentosu maddi yardımlara peş peşe veto koyuyor, üyelik müzakerelerimizin askıya alınması gündemde. Üyesi olduğumuz Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Türkiye'deki hak ihlallerine ilişkin, seçimlerdeki şaibelere ilişkin birbiri ardına olumsuz raporlar yazmakta.

Değerli arkadaşlarım, transatlantik ilişkilerin önemli aktörü Amerika Birleşik Devletleriyle ilişkilerimizin adı stratejiktir ama geldiği nokta vahimdir, ibretliktir. Bakın, son yaşanan Rahip Brunson olayına değineyim. Yaşananlar Türk yargısı adına, hukukumuz adına utanç vericidir. Yargıdaki geri gidişi, çürümeyi bu davada yaşananlar çok net göstermiştir. Bu kişi rahip midir, casus mudur? Eğer rahipse ve suçu yoksa neden bir yıl hapse attınız, üzerinden pazarlık yapılabilen bir rehine muamelesi yaptınız? Yok eğer casussa ve iddia edildiği gibi terör örgütlerine destek veriyorsa o zaman neden tehditler, şantajlar karşısında boyun eğerek bırakıyorsunuz? Bakın, bir yıl önce rahibi suçlayan gizli tanıklar bir yıl sonra aynı mahkeme heyetinin yüzüne baka baka "Ben öyle söylemedim." diyebiliyor.

Değerli arkadaşlarım, gerek Rahip Brunson davasında gerek Alman Gazeteci Deniz Yücel davasında gerekse Büyükada'daki sivil toplum örgütleri davasında hep aynı şeyleri yaşadık. "Bunlar casus." "Bunlar terörist." "Bunlar PKK'lı." "Bunlar FETÖ'cü" diye yeri göğü yıkıyorsunuz. Sonra Merkel bastırınca, pazarlık edince gazetecileri ve sivil toplum üyesi vatandaşlarını kurtarıyor; Trump bastırınca, pazarlık edince, "tweet" atınca rahibini kurtarıyor; Macron bastırınca gazetecisini kurtarıyor. Değerli arkadaşlarım, hukuk devletinde, demokrasilerde "al papazı, ver papazı" diye rehine pazarlığı üzerinden dış politika olmaz. Olursa işte böyle olur. Yargınızın ve ülkenizin itibarı yerle bir olur. Tabii, Rahip Brunson'un gönderilmiş olması işleri düzeltebilecek mi göreceğiz. Türk-Amerikan ilişkileri iki ülkedeki yönetimlerin, yöneticilerin vahim hataları, açıklamaları nedeniyle o kadar kötü noktaya gelmiş durumda ki sanıyorum Rahip Brunson dahi bu ilişkilerin düzelmesini sağlayamayacaktır.

Değerli arkadaşlarım, bugün Lübnan'daki savaşı durdurmak adına atılan adımları konuşuyoruz. Peki, ya Filistin, Filistinliler? Türkiye'nin mazlum Filistin halkının yanında olduğunu etkin bir şekilde göstermesi gerekir. Bakın, bugüne kadar Gazze'de 60 sivil İsrail kurşunlarıyla hayatını kaybetti, 2.700'ü aşkın Filistinli yaralandı. Taşlı saldırılarda iki gün önce 45 yaşındaki Aişe Muhammed Radi hayatını kaybetti. Bugün İsrail tarafından bir okul kapatıldı. Lafa gelince mangalda kül bırakmayanlar Filistin'e gerçek ve samimi destek söz konusu olduğunda maalesef ortada yoklar. Mavi Marmara Anlaşması dâhil İsrail'le yapılan tüm anlaşmaların iptal edilmesi önerimiz bu Mecliste kısa bir süre önce Adalet ve Kalkınma Partisi oylarıyla reddedilmiştir. Gazze üzerindeki insan haklarına aykırı abluka hâlâ sürmektedir. Bugün Ekonomi Bakanlığımızın internet sayfasındaki verilere bakın, İsrail'le ekonomik ilişkilerin Filistinlilere yönelik tüm katliamlara rağmen nasıl aksamadığını, nasıl 2017'de zirve yaptığını göreceksiniz. Hatta Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'nden İsrail'e yine AKP Hükûmeti aracılığıyla petrol bile taşınmıştır. Bugün bu meselenin Bağdat Hükûmeti tarafından tahkime taşındığı yönünde haberler duymaktayız.

Değerli arkadaşlarım, üzerinde durmak istediğim bir başka konu Suudi Arabistan bağlamında kayıp Suudi Gazeteci meslektaşımız Cemal Kaşıkçı'nın durumudur. Gerçek bir hukuk devletinde, gerçek bir demokraside insanlar bir anda ortadan kaybolmaz. Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı'dan İstanbul'daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna gittikten sonra haber alınamamıştır. Bu mesele, her şeyden önce ülkemizde yaşayanların hem kendi yurttaşlarımız hem de yabancıların can güvenliği açısından kaygı vericidir. Türkiye'nin yabancı devletlerin bu kadar rahat operasyon yapacağı bir ülke hâline dönüşmesi kabul edilemez. Doğal olarak bir gazetecinin kayboluşu zaten sıkıntılı olan basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü karnemizi bir kere daha dünyanın gündemine taşımıştır. Ülkemiz ve aslında hepimiz bu olayın aydınlatılması açısından ciddi bir yükümlülük üstlenmekteyiz. Ama iki hafta geçmesine rağmen, konsoloslukta her yer temizlenip boyanmasına rağmen bugüne kadar kamuoyunu aydınlatacak hiçbir açıklama göremiyoruz. Başsavcılık soruşturma başlattığı için adli olarak, Viyana Sözleşmesi'nden kaynaklı olarak konsolosluk görevlilerini tanık olarak çağırma, konsolosluk memurlarının gözaltına alınması, başkonsolosun gözaltına alınması, Türkiye'ye gelen 15 kişilik ekibe iddianame hazırlanması seçenekleri mevcuttur. Türkiye'nin bu süreçte adli soruşturmayı şeffaf ve etkin bir şekilde yürütmesi gerekmektedir.

Buradan uyarmak isterim: İlk olarak Batı basınında çıkan ve Türk yetkililere de atfedilen bir iddia vardır, Kaşıkçı'nın konsoloslukta olduğu saatlere ilişkin görüntü ve ses kayıtlarının olduğu iddiaları bulunmaktadır. Eğer böyle belgeler elimizde ise bunlar bir an önce kamuoyuna açıklanmalıdır. Elimizdeki somut delilleri saklayarak Suudi Arabistan'la pazarlık yapma görüntüsü verilmesinden kaçınılması gerekir. Böyle bir tutum Türk demokrasisine zarar verir. Kaşıkçı hadisesi ülkemizin Orta Doğu'daki mezhepçi, ideolojik iç hesaplaşmalara nasıl açık hâle getirildiğinin ve ülkede gizli operasyonlar yapılabildiğinin kanıtıdır.

Değerli arkadaşlarım, dış politikadaki basiretsizliğin bir başka örneği bugün Doğu Akdeniz'de yaşananlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin deniz ilgi ve yetki alanlarımızı tehlikeye atan gelişmeler yaşanmakta ve bu yönetim hiçbir şey yapmamaktadır. Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır, iş birliği içinde bizi Antalya körfezine hapsetmeye çalışmakta, hatta tehdit bile edebilmektedirler. Maalesef bu kaygı verici gelişmeler karşısında AKP iktidarları hamaset dışında hiçbir somut adım atamamıştır.

Değerli arkadaşlarım, dünyadaki itibarımız, algımız sadece diğer ülkelerle olan ilişkilerimizden ibaret değildir. Artık ülkelerin dünyadaki itibarını belirleyen unsurların başında demokrasilerinin kalitesi, hukuk devletlerinin güçlülüğü gelmektedir yani içerideki huzur, kardeşlik, demokrasi ortamı, hak ve özgürlük ortamının zenginliği dış politikadaki itibara büyük katkı sağlamaktadır.

Bakın, Türkiye'de milletvekilleri, gazeteciler tutuklu, güvenli ve sağlıklı çalışma ortamı isteyen işçiler tutuklu, müvekkillerini savunan avukatlar tutuklu. Bugün, laik, demokratik Türkiye isteyen halkevleri şubelerine baskınlar yapıldı, gözaltılar yaşandı. Eski milletvekilimiz, parti meclisi üyemiz Eren Erdem dört aydır haksız, hukuksuz yere cezaevinde. FETÖ'yle ilgili kitaplar yazan, herkesten önce yazan Eren Erdem, gazetecilik döneminde FETÖ'ye destek suçuyla itham edilebilmekte. Bunu anlamak mümkün değil. Eren Erdem bir gün dahi cezaevinde tutulmadan derhâl serbest bırakılmalıdır. Bunu bir şekilde anlamayan, kabul etmeyenler, kendisinin yazdığı "Nurjuvazi" kitabını, o kitapta neler söylediğini satır satır okumalıdırlar.

Sivil toplum örgütü kurucusu Osman Kavala bu ay sonunda, gelecek hafta tam bir yıldır tutuklu cezaevinde, hâlâ iddianamesi ortada yok, yine bir rehin mantığıyla tutuluyor ama neye karşı, kime karşı belli değil. Gazetecilere ülkemizde ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezaları veriliyor, üst mahkemelerce onanıyor. Meclisi bombalayan darbecilerle aynı cezadır yani idamı kaldırmamış olsak asacağız. Gazetecinin eleştirisini, görüşünü, yorumunu beğenmeyebilirsiniz ama yazısı, yorumu nedeniyle yıllarca tutuklu kalsın, ömür boyu hapse mahkûm olsun, bu olmaz. Ece Sevim Öztürk, İsminaz Temel ve daha nice gazeteci aylardır cezaevinde, tek yaptıkları habercilik. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Tercümanlık Bölümü son sınıf öğrencisi Cihan Dağdelen Kocaeli'nde hücrede tutuluyor. Yazıları, ifadeleri, düşünceleri nedeniyle aylardır özgürlüklerinden mahrum bırakılan insanlarımız bir an önce tahliye edilmelidir.

Dünyada hukukun üstünlüğü sıralamasında 113 ülke arasında 101'inci sıradayız. Bu sıralamada üstlere çıkmadan dünyadaki itibarımız yükselmez. İktidar üstünde en az denetim olan ülkeler arasında 3'üncü sıradayız. Bununla övünebilir miyiz? Bizim üstümüzde sadece Zimbabve ve Venezüella var. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 180 ülke arasında 157'nci sıradayız. Ülkemize, insanımıza yakışmayan rakamlar, görüntülerdir bunlar. Buradan bir kez daha demokrasi, bir kez daha hukuk devleti istiyoruz. Ülkemizde demokrasimizi, hukuk devletimizi güçlendirmezsek, bilimsel, laik eğitimi güçlendirmezsek uluslararası arenada hak ettiğimiz saygın yeri yeniden kazanamayız değerli milletvekilleri.

Değerli arkadaşlarım, burada bir hususa daha değinmek isterim. Başta da söylediğim gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerimiz hem ülkemizin savunması için hem de dünyada barışın hâkim olması için cesaretle, özveriyle çalışmaktalar. Hâl böyleyken, sözde askerî vesayeti sona erdirme iddiasıyla çoğunlukla "kumpas davaları" dediğimiz aslında vatana ihanet davaları olan tamamen iftiralara dayalı siyasi davalar suretiyle ordumuz zayıflatılmış, itibarı azaltılmış, kendi içinde bir güven bunalımı yaşatılmıştır. Bir örnek vermem gerekirse, FETÖ ile iktidarın iş birliği içinde tertiplenen bu davalarla mesela Türk Deniz Kuvvetlerimizin bir harpte bile kaybetmesi mümkün olmayan 50 muharip amiralinin 25'i zindanlara atılmış, yerine getirilenler vasıtasıyla da malum 15 Temmuz kanlı darbe girişimine giden yolların kaldırım taşları döşenmiştir. Bu karanlık süreçte, birçok Atatürkçü, çağdaş ve aydın sivillerin yanı sıra, ordumuzun iyi yetişmiş, Atatürkçü, onurlu, üstün nitelikli, saygın yüzlerce personeli tasfiye edilmiş, bir kısmı da istifa ve emekli olmaya zorlanmıştır.

Değerli arkadaşlarım, bu Meclisten, başta cezaevlerinde çektikleri acılar sonucu hayatını yitiren kumpas şehitleri olmak üzere, genç subay, astsubaylar da dâhil, tüm özgürlüğü gasbedilenlerin haklarının iadesi için "hukuki hakların iadesi" adı altında bir yasa gecikmeksizin çıkarılmalıdır. Bu yasa kapsamında, bu, vatana ihanet davalarının soruşturma ve kovuşturma döneminden itibaren, iftira içerikli suçlamalar ve önyargılı, maksatlı medya yayınları nedeniyle psikolojik baskı altında, stresten kaynaklanan sağlık sorunları dâhil, zor şartlarda ortaya çıkan hastalıklar sonucu meydana gelen onur intiharı ve ölümler nedeniyle hayatını kaybedenler öncelikle "hukuk ve adalet şehidi" olarak tescil edilmelidir. Ayrıca, adli ve idari soruşturmalar nedeniyle kendi isteğiyle veya isteği dışında emekliye sevk edilen, kademe ilerlemesi, derece yükselmesi ve rütbe terfileri durdurulan veya rütbelerinde beklemeye alınan genç subay ve astsubayların, kadro şartı aranmaksızın, emsalleriyle aynı rütbelere terfi ettirilmesi sağlanmalıdır. En önemlisi ise, onlarca yazılı suç duyurusunda bulunulmasına rağmen, belki de siyasi ayağın ortaya çıkması endişesiyle, kumpas davalarında kararlarıyla adaleti katleden, iftira ürünü dijital verilerin gerçek olduğu algısını yaratmak için onların arasına yerleştirilen ve adli emanete alınması gerektiği ısrarla ve yazılı olarak bildirilmesine rağmen, "devlet sırrı" niteliğindeki, "çok gizli" gizlilik dereceli gerçek harekât planlarını çarşaf çarşaf deşifre ederek "vatana ihanet" suçunu işleyen ve hem ülkemizin hem de saygın ve onurlu insanların geleceğini çalan hâkim, savcılar ve polisler ile bu suça ortak olanlar hakkında bu suçlarından dolayı bugüne kadar bir dava açılmamıştır, hiçbir dava açılmamıştır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Bitiriyorum Sayın Başkan.

BAŞKAN - Sözlerinizi tamamlayınız Sayın Çakırözer.

UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Evet, hiçbir dava açılmamıştır dedim. Bu adalet katillerinin bir an önce vatana ihanetten yargılanmaları sağlanmalıdır. Tüm bu adımlar bu devletimizin, kahraman Türk subaylarına ve onların on yıllar boyu bu ülke için verdikleri hizmete bir vefa borcudur.

Sözlerimi bitirirken, Lübnan'da ve dünyanın dört bir yanında barış için görev alacak askerlerimize başarı diliyor, kazasız belasız ülkemize geri dönmeleri dileğimi iletiyorum. Kahraman ordumuz çeşitli cemaat ve tarikatların değil de yüce milletimizin ordusu kaldığı ve caydırıcılığını koruduğu sürece ülkemize yönelik her türlü tehdit hiçbir işe yaramayacaktır.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Çakırözer.