GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2017 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının 7'nci Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:35
Tarih:17.12.2018

HDP GRUBU ADINA HİŞYAR ÖZSOY (Diyarbakır) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. Ben de Dışişleri Bakanlığı, Avrupa Birliği Başkanlığı ve Türk Akreditasyon Kurumunun bütçesi üzerinde partim adına söz almış bulunuyorum.

Konuşmama başlarken bu tecrit meselesinin ortadan kaldırılması için, kırkıncı gününde açlık grevinde olan Leyla Güven arkadaşımızı buradan selamlıyorum. Bu tecrit meselesi, Sayın Öcalan üzerindeki tecrit meselesi, arkadaşlar, gereksiz toplumsal, siyasal gerilimlere yol açmakta, aynı zamanda hukuken de tam bir rezalet durumudur. Bunun da altını bir daha çizmek istiyorum.

Kıymetli arkadaşlar, Türkiye, içeride ciddi ekonomik ve siyasi bir istikrarsızlıkla uğraşırken dış politika ve diplomasi açısından da benzer bir durum söz konusudur. Daha önce hem Komisyonda hem Mecliste değişik vesilelerle ifade ettik, ben dış politikaya dair HDP'nin kimi görüşlerini sunup meseleyi en sonunda dün burada bayağı bir esip gürleyen Süleyman Soylu'nun bir konuşmasıyla konuşmamı bağlamaya çalışacağım.

Kıymetli arkadaşlar, Türkiye'nin Amerika'yla, Rusya'yla ve Avrupa'yla ilişkileri son derece belirleyici, dünyanın süper gücü olan kesimler bunlar. Biliyorsunuz yani biraz bu işin magazin boyutu oldu Rıza Zarrab meselesi, ama Halkbank davası, Fetullah Gülen'in iadesi meselesi, Rahip Brunson meselesi, S-400'ler, bunlar önemli meseleler olarak Türk-Amerika ilişkilerini bayağı zorladı. Ama takdir ederseniz ki asıl mesele Amerika'nın Suriye'deki politikalarıyla Türkiye'nin bölgesel ve Suriye politikalarında taban tabana bir zıtlaşmanın olması, birçok noktada, özellikle de Kürt meselesinde ve önümüzdeki dönemde de bu gerilimli durum bir şekilde devam edeceğe benziyor.

Avrupa Birliği'yle olan ilişkilerde birkaç başlık var biliyorsunuz. Katılım müzakereleri zaten donmuş durumda hatta kimi kalemlerde bütçe kesintileri oldu biliyorsunuz Avrupa Birliğinden bu katılım öncesi paylar üzerinden.

Gümrük birliği konusunda herhangi bir ilerleme yok, her ne kadar karşılıklı taraflar irade beyan etse de gümrük birliği birtakım kriterlere bağlanmış durumda demokrasi, insan hakları gibi. Orada çok bir ilerleme yok.

Vize serbestiyeti, hatırlıyorum 7 Hazirandan önce Ahmet Davutoğlu'nun... Tabii siyasetten gitti kendisi, bence hiç de hak etmediği büyük bir bedel ödeyerek. Türkiye'ye vize serbestiyeti o zaman sunmuşlardı, en büyük vaatlerden bir tanesiydi. Şu an vize serbestiyetinin önünde yani o konu hakkında en ufak bir ilerleme söz konusu değil. Zaten altı tane kriter kalmıştı. Bunlardan bir tanesi çok önemli, terör tanımının Avrupa standartlarında yeniden tanımlanması. Ki, bu konuda da öyle çok adım atılacak gibi görünmüyor.

Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle olan ilişkileri çok temel olarak mülteci sorununa sıkışmış durumda. Tabii, Sayın Bakan Mevlüt Bey ve diğer 3 bakanla -İçişleri, Hazine ve Maliye Bakanı, Adalet Bakanı- birlikte, sanırım yakın dönemde 5'incisi yapıldı bu Reform Eylem Grubu Toplantısı Avrupa Birliğiyle ilişkileri yeniden canlandırmak üzere. Doğrusu, birincisi, ilk toplantı biraz heyecan uyandırmıştı "Acaba Türkiye'de yeniden bir demokratik reform iradesi ortaya çıkabilir mi?" diye ama, ilk toplantıdan sonra Avrupalılarda da o konuda zerre kadar bir umut söz konusu değil.

Avrupa Konseyiyle olan ilişkiler: Biliyorsunuz, 2017'nin Nisanında izleme sürecine alınmıştı Türkiye, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusunda birçok ihlal olduğunu raporlamıştı. O günden bugüne kadar da bu konuda, yani, demokrasi, insan hakları konusunda herhangi bir ilerleme olmadığı gibi, olağanüstü hâl kalkmış olmakla birlikte, fiiliyatta bir olağanüstü hâl devam etmektedir ve Türkiye ile Avrupa Konseyi arasındaki ilişkiler de öyle görünüyor ki, önümüzdeki dönem gerilimli olmaya devam edecek.

Kıymetli arkadaşlar, Rusya'yla olan ilişkiler ise, Batı'yla, Avrupa ve Amerika'yla yaşanan bu gerilimler üzerinden, böyle, başta bir taktiksel hamle olarak açığa çıktı. Tabii, önümüzdeki dönemde bu daha büyük bir stratejik duruma dönüşür mü dönüşmez mi bilmiyoruz ama Rusya'yla yakınlaşma meselesine de baktığınız zaman, temelinde Orta Doğu'daki gelişmeler genel olarak, özelde Suriye ve Rojawa meselesinde belki Rusların -Amerika'yı istediğimiz noktaya çekemedik ama- Rusya'nın desteğiyle, Afrin işgalinde olduğu gibi acaba bir pozisyon yakalayabilir miyiz gibi bir politika güdülüyor. Şimdi, arkadaşlar, Rusya'yla ilişkilerin yoğunlaştığı alanlardan bir tanesi Astana Süreci'ydi. Astana Süreci'nin çok fazla, tabii, reklamı yapıldı, "Türkiye büyük ülke, oyun kurucu ülke." falan ama bizim yorumlamamız şöyledir: Astana Süreci, Suriye'de Esad karşıtı olan muhalefetin zaman içerisinde tasfiye edilmesi projesiydi ve bu çerçevede Türkiye'ye de bir rol verildi. Daha önce, biliyorsunuz, Guta'dan, Dera'dan, farklı yerlerden Esad karşıtı gruplar zaman içerisinde tasfiye edildi, en son İdlib'e gelindi. İdlib'e gelindi, Türkiye ile Rusya arasında o dönem bir makas açıldı, biliyorsunuz, operasyon başladı başlayacak, o zaman, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa bu İdlib operasyonunun önüne bir hat çektiler. Birkaç sebebi var: Birincisi, ben en önemli sebep olarak bunu da görmüyorum işin doğrusu ama yeni bir mülteci akını Avrupa'yı zorda bırakabilir. Merkel'in İstanbul'daki zirveye katılması yoğunlukla bununla ilgili.

İkincisi, işin doğrusu, belki de daha önemlisi olan bu: Esad'a ve Rusya'ya Cenevre öncesinde Amerika ve Fransa mutlak bir zafer hediye etmek istemedi, sınırı çizdiler.

Üçüncüsü, aynen bu kelimelerle de ifade ediyor Amerikalılar: "Bu savaşı bitirecek olan Rusya, Esad ve İran değil, biziz." Yani, bir anlamda "Biz başlattık, biz bitireceğiz." diyorlar. Orada da şu an bir pata durumu söz konusu.

Şimdi, kıymetli arkadaşlar, Mevlüt Bey, Sayın Bakan -kendisi de buradayken bir soru olarak da yöneltmek istiyorum- sanırım Doha'da yaptığı bir konuşmada "Esad'la, tabii, demokratik seçimler ve seçilmesi durumunda çalışmayı değerlendirebiliriz." gibi... En azından basına bu şekilde yansıdı. Eğer bu doğruysa, arkadaşlar, Esad'ın demokratik bir şekilde seçilmesi bu söylemin meşrulaştırma aracıdır; yani "Biz, Esad'la çalışmayı değerlendirebiliriz." diyor Sayın Bakan. "500 bin insanın katili" denilen Esad'la biz yeniden çalışmayı değerlendirebiliriz! Nedir bu durum? Açıkça söyleyelim, ismini koyalım. Daha önce, malum, Türkiye'nin iki başlı bir politikası vardı: Esad gidecek ve Türkiye'nin daha yakından çalışabileceği başka bir rejim tesis edilecekti. Fakat bu, Esad'ın gitme meselesi sarpa sarınca Türkiye, Suriye'deki önceliklerini teke indirgedi: Esad kalacak, gerekirse Esad'la da çalışacağız ama Esad karşıtı olarak desteklediğimiz bütün güçleri biz tekrardan toparlayıp, bu defa, Suriye'de Kürtlerin kazanımlarının önüne geçmek için yeniden konumlandıracağız. Hikâye bu; bunu Afrin'de gördük, bunu başka alanlarda görüyoruz. Şimdi de Kobani ve Cezire bölgelerinin arasına girerek, belki orayı da böyle biraz açarak -o kantonlar birleşmişti- o mesafeyi açarak ne yapmaya çalışıyorlar? Bilinsin diye söylüyorum, 1960'larda baba Esad'ın yaptığı Arap Kemeri politikası; Arap nüfusu Kürt nüfusunun içerisine yerleştirerek o bölgeleri, o coğrafik sürekliliği dağıtma. Maşallah Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti altmış yıl sonra baba Esad'ın Arap Kemeri politikasının şu an sürdürücüsü ve yürütücüsü. Bir yere not edelim sadece.

Afrin'de ne oldu? 200 bin civarında insan, ona yakın, ondan fazla -rakamlar değişiyor ama- yüz binlerce insan yerlerinden edildi. Onların boşalttığı yerlere başka insanlar geldiler, yerleşmeye çalışıyorlar, bir nüfus mühendislik politikası var. Talan, mal talanı artık magazinel duruma düştü. En son mesele zeytin hırsızlığına kadar vardı ki Tarım Bakanı çıktı "Biz o zeytinleri getiriyoruz." diye, kayıtsız kuyutsuz bir şekilde, sanki ganimetmiş gibi... Buraya kadar düştü.

Kıymetli arkadaşlar, toparlamaya çalışıyorum. Temel argümanımız şudur kıymetli arkadaşlar: Yeni bir Orta Doğu var, kuruluyor, çok çetrefilli, çok zor. Irak'ta şu ana kadar 1 milyon insan ölmüş, Suriye'de 400-500 bin insan ölmüş, birçoğu Müslüman. Libya paramparça, Mısır'daki durumu gördünüz, bir darbeyle durumu ters çevirmeye çalıştılar ama istikrarsızlık her tarafta. Körfez ülkeleri darmadağın, Yemen'de, Bahreyn'de yani bütün Orta Doğu coğrafyası baştan sona kan revan içerisinde. Tabii, böylesi bir durumda bütün aktörler yeni bir şekilde pozisyon alabilmek için zorlanıyorlar. Türkiye'nin bizim gördüğümüz dış politikasının temelinde, Orta Doğu'daki bu durumda yeniden pozisyon almak için en önemli meselesi, beka sorunu olarak gördüğü şey Suriye'deki Kürtlerin bir otonom veyahut da federal bir bölgeye kavuşması, bunun Kürt meselesini bambaşka bir mecraya taşıması.

Kıymetli arkadaşlar, Orta Doğu'da yaşadığımız kriz basitçe Sünnilerin Şiileri öldürdüğü, Kürtlerin Türkleri öldürdüğü, Türklerin Kürtleri öldürdüğü veyahut da İsrail'in Filistinlileri öldürdüğü... Böyle basit bir şey değil. Gerçekçi olalım, 20'inci yüzyılın bütün ideolojileri çökmüş durumda. Bunun içerisine siyasal İslamcılığı da dâhil ederek söylüyorum, modernleşme projeleri, sömürgeci modernleşme veyahut da tepeden aşağı işte, Baas'ın yapmaya çalıştığı ya da Kemalizm'in yapmaya çalıştığı bütün projeler şu an Orta Doğu'da çökmüş durumda. Yani demek istediğim arkadaşlar, Orta Doğu'nun bu çeşitli halklarının, kültürlerinin, dillerinin bir arada yaşayabileceği bir siyasal ve toplumsal model ortada yok, hiç kimse bunu üretemiyor. Bunu sonunda getirip dış politika açısından yapılabilecek şeylere bağlayacağım.

Şimdi Suriye'de sanki -çok özür diliyorum bu ifadeyi kullandığım için- bir parça leş var, 500 bin insan ölmüş, herkes bir tarafından tutmuş, bir tarafından parça koparmaya çalışıyor. Suud bunun içinde, İran bunun içinde, İsrail bunun içinde -Amerika'yı, Rusya'yı zaten geçiyorum, bölge ülkelerini diyorum- Türkiye bunun içinde, herkesin -tırnak içinde- ulusal çıkarları üzerinden birtakım ajandaları söz konusu ama Suriye'de şu ana kadar sayısını bilmediğimiz on milyonlara varan insan göç etmiş, darmadağın olmuş, yıkılmadık yuva kalmamış, gittikleri ülkelerde de Türkiye dâhil birçok zaman bir sürü ırkçılığa maruz kalmış insanlar var bir taraftan. Diğer taraftan, artık ölülerini bile sayamıyoruz, böyle bir durumdayız ve Türkiye'nin bu konudaki sicili bozuktur Sayın Bakan. Türkiye bu konuda iyi bir sınav verememiştir. Eğer bu kadar kan revan içerisinde kalmışsa bu bölge, bu bölgenin bölgesel bir gücü olarak çok daha yapıcı şeyler yapabilirdi. Birazdan onunla bağlayacağım, ne yapabileceğine dair.

Kıymetli arkadaşlar, Süleyman Bey dün buradaydı, esip gürlüyordu yine. Burada olmadığı için sataşmayacağım, öyle bir şey demeyeceğim. Ben bu Mecliste en son referans vereceğim insan herhâlde Süleyman Soylu olurdu gibi düşündüm ama kendisini referans vereceğim. Vaktizamanında çok haklı, çok güzel bir konuşma yapmış ama bunu 2012 yılında yapmış. Türkiye'nin temel meselelerini tartışınca şöyle demiş: "Türkiye'nin meseleleri içerisinde en önemlisi Kürt sorunudur." Bunu Süleyman Soylu söylüyor ha. "Kürt sorunu çözülmeden yeni anayasa yapmak mümkün değildir çünkü vatandaşlık tanımından dil tanımına kadar pek çok konu gelip Kürt sorununa takılacaktır. Yani Türkiye Kürt sorununun çözümü konusunda uzlaşmadan yeni anayasa yapması mümkün değil. Yeni anayasa Kürt sorunu çözülmeden ya da çözülüyormuş gibi yapılarak gerçekleşirse 21'inci yüzyılın hayal kırıklığı olur. Bir karar vermek zorundasınız. Kürt sorunu dar bir geçitte önümüzde duran büyük bir kayadır ve bu kayayı kaldırmadan bu geçitten çıkmak mümkün değildir." Sonra devamında bir şeyler söylemiş. En sonunda -bu, az önce tartışıldı, konuşuldu arkadaşlar, 3 tane Kürtçe kelime konuştu diye arkadaşımız burada yine gerilimler oldu- Süleyman Bey o zaman kendisi inanmış da Kürtçe ana dilde eğitim olması gerektiğine, babasını sadece ikna edemediğini ifade etmiş.

Şimdi, bunu ne için söylüyorum? Beş, altı yıl önceki toplumsal, siyasal psikolojiden Kürt meselesinde şu an geldiğimiz noktayı düşünüyorum da, dün onun için esip gürlüyordu Süleyman Bey de... Türkiye'deki en büyük mesele, bana sorarsanız arkadaşlar, inkârcılıktır. Kürtleri inkâr etmekten bahsetmiyorum, Ermenileri, başka halkları, kendi kendini inkâr etmek... Bu çok ciddi bir meseledir. Bunu Adalet ve Kalkınma Partisi için de söylüyorum. 2013-2015 yılları içerisinde bu ülkedeki en hayırlı işin altına imza attınız, risk aldınız. Sizden ricamız, talebimiz, o dönemi inkâr etmemek lazım, o kıymetli bir dönem. Belki ileride durumlar değişir, bu mesele bir şekilde sulh yoluyla hâl olur. Onun için o dönemin ruhunu mutlak surette korumak lazım.

Kıymetli arkadaşlar, zaman az, bitiriyorum hemen Sayın Başkan. Türkiye'de -bir analoji yaparak söylüyorum- Sultan Abdülhamit dönemi daha açılmadan kapanmıştır. Ortada onlarca Enver ve Talat paşalar, şahsımca, kol gezmektedir. Bunun faturasını Adalet ve Kalkınma Partisine de kanımca ödeteceklerdir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayın Sayın Özsoy.

HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Bitiriyorum.

BAŞKAN - Buyurun.

HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Kıymetli arkadaşlar, içeride tekçilik üzerinden bu kadar ulusal retorik, milliyetçi retorik yaparsanız siz Orta Doğu'da gerçekten oyun kurucu filan olamazsınız, taca çıkmış topları bile toplayamazsınız. Çünkü oyun kurucu olmak, Orta Doğu'da nizam kurmak demektir.

Ben az önce Orta Doğu'nun genel durumunu anlatınca, bütün gruplara söylüyorum, bir bölgesel güç olduğunu iddia eden Türkiye, Orta Doğu için nasıl bir nizam öngörüyor? Nasıl bir düzen öngörüyor? Bu değişik halkların, değişik toplumların, dillerin, kültürlerin; birbirini öldürmeden, birbirini boğazlamadan bir arada yaşayabilecekleri bir model önerebiliyor mu, öneremiyor mu? Yani "Son terörist ölene kadar..." falan, ben 43 yaşındayım, bunları kırk yıldır dinliyorum şahsen. Bunlar mesele değil. Türkiye'nin bir Kürt meselesi var, Orta Doğu'da bölgeselleşmiş, küreselleşmiş bir mesele var. "Bu meseleyi nasıl çözeceksiniz?" sorusuna vereceğiniz cevap, Orta Doğu'da yeni bir nizamın kurulmasına yapacağınız en büyük katkıdır diyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Özsoy.