| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti ile Sırbistan Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşması'na Ait Protokol I'in Yerini Alan 30 Ocak 2018 Tarihli "Protokol I", Anlaşmanın "Menşeli Ürünler" Kavramının Tanımı ve İdari İşbirliği Yöntemlerine İlişkin Protokol II'sini Değiştiren 17 Ocak 2017 Tarihli ve 1/2017 Sayılı Ortak Komite Kararı ve Anlaşmaya Eklenen Hizmet Ticareti Hakkında 30 Ocak 2018 Tarihli "Protokol III"ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna ve Anlaşmanın Protokoller ve Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 42 |
| Tarih: | 08.01.2019 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekili arkadaşlar; Türkiye Cumhuriyeti ile Sırbistan Cumhuriyeti arasındaki yapılan ticari anlaşmanın detayları üzerinde konuşmak için Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, ikili bir anlaşmayla ilgili bir şeyler söylemeye çalışacağız. Mevzubahis konu, uluslararası ilişkiler bağlamında düşünülüp, tartışılıp ele alınacak bir mevzudur. Dolayısıyla ben bu bağlamda konuşmamı sınırlı tutmaya çalışacağım.
Saygıdeğer milletvekilleri, aksinin sıkça iddia edilmesine rağmen Bismarck siyaseti şöyle tanımlar: "Siyaset, çözüm üretme sanatıdır." Tabii, bu çözüm üretme sanatının da sağlıklı, yerinde icrası için gerçekten tutarlı, sağlıklı ve eklektik, içeride ve dışarıda yeknesak bir duruşun ortaya konulması elzemdir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti devletinin içinde bulunduğu jeopolitiği de dikkate alınarak "Önce ülkem ve milletim." deyip bunun da ebet müddet genelgeçer millî bir söylem hâline getirilmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde binlerce yıllık geçmişimizde zaman zaman, bunu, bazen gafletle, bazen önemsememekle ihmal ettiğimiz anlarda başımıza gelen felaketlerle edindiğimiz tecrübelerden çok net bir şekilde görmekteyiz. Yani bu coğrafyada suyun dahi uyumadığını bile bile böyle bir gaflet, böyle bir dalalet içerisinde bulunmak gerçekten davetkârlıktır.
Orta Doğu gerçeğinde ülke güvenliğini ve bekasını, teminatın şartları olarak görmek lazım. Niye bunu söylüyoruz? Çünkü çok acı tecrübeler edindik ve bir daha aynı yerden ısırılmamayı hiçbir zaman belleğimizden çıkarmamamız gerekir. Böyle bir iç ve dış politikada millî bir duruşun eklektik bir yapı hâline getirilip sürekli, gerçekten, asırlarüstü, siyasetüstü bir dava hâline getirilmesi elbette ki bizim bu zor coğrafyada varlığımızın idamesinin ön şartıdır. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, aslında söz söylemek kâfi değil; malumunuz, bilmek yeterli, geçerli bir nitelik değil; bilip bildiğini yapmaktır aslolan. Yani diğer bir ifadeyle, bildiklerimizle haşrolmayacağız, bir bakıma yaptıklarımızla haşrolacağız. Bu, dünyevi anlamda da söylenebilir, uhrevi anlamda da söylenebilir. "Ne yaptın bugün?" diye klasik bir sorumuz var. "Ne bildin? Ne söyledin? Ne biliyorsun?" değil "Ne yaptın? Ne yapıyorsun? Ne yapacaksın?" İşte, uluslararası ilişkilerde, gerçekten, iç siyasetle paralel, iç güvenlikle paralel, varlığın içeride bekasıyla paralel, dışarıda da bu varlığın teminatı için gerekli adımların, gerekli inisiyatiflerin alınmasında yarar vardır diye düşünüyoruz.
Şimdi, kısa bir gezinti yapmak gerekirse... Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugüne kadar geldiği süreçte geçirdiği badirelerin, atlattığı sıkıntıların hepsinin farkındayız. Zaten işte bunların bileşkesi olarak biz böyle bir sonuca varıyoruz çünkü çok acı deneyimlerimiz var. Şimdi, hâlihazırdaki, etrafımızdaki olaylara baktığımızda, bizi birinci dereceden ilgilendirmesi hasebiyle kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse... Gerçekten, biraz önce konuşmacı arkadaş ifade etti Balkanlardan çok kısa bir anekdot. Aslında vefalı Türk'ün ihmal ettiği bir coğrafya yoktur, bunu icraatıyla çok net bir şekilde sahaya koymuştur. Ta Kafkaslara kadar, Afrika'nın en uç noktalarına kadar, Asya'nın en uç noktalarına kadar, hatta dünyanın neresinde -bunu çok hafife almamak lazım- bir mazlum millet var ise ihtiyaç hasıl olduğu an, bizden yardım bekleyen gerçekten bir ihtiyaçlı mutlaka vardır. Biz bunu uydurmadık. İşte, Adana'nın kurtuluşuyla ilgili çok güzel dilekler, temenniler duyduk. Büyük şairimiz, güneyimizin büyük şairi bunu veciz ifade etmiş. Çünkü o bayrağa olan hasret, o bayrağa olan sevgi, saygı çok kısa, veciz bir şekilde bu şiirde kısmen ifade edildi. Neydi o? Üstat Arif Nihat Asya'nın ifadesiyle "Barışın güvercini, savaşın kartalı." idi. Neydi diğer bir ifadeyle? "Dalgalandığın yerde ne korku ne keder." ifadesiydi. Şimdi -Allah'a şükür- ecdadımız olsun, bugün eylemi ile söylemi arasında tenakuza düşmeyen Türkiye Cumhuriyeti devletine mensubiyeti olan herkesin hissederek, duyarak yaşadığı bir şey var ki eğer talep edilirse, yardım istenirse, aman dilenirse gideriz, koşarız, en içten bir şekilde fedakârlığımızı yaparız. Bunun örneğini, işte, bugün, Kudüs örneğinde, bize bir dayatma yapılmaya çalışırken Gazze'de o işgal altındaki şeritte artık son çare Türk Bayrağı'nı İsrail'in o taciz edici saldırılarına karşı savunmakta görmekteyiz. Myanmar'da -amansız, çaresizlik içerisinde- gölgesine sığınılacak bir kucak olarak yine Türk Bayrağı'nın asıldığını görmekteyiz. Bugün, Doğu Türkistan'da soydaşlarımızın hangi sıkıntılara düçar kaldığının farkındayız. Bunu siyasi malzeme yapmaktan öte uykularımızı zehrederek "Elimizden ne geliyor, ne yapabiliriz? Hangi diplomatik kanalı devreye sokup orada bir soydaşımızın ya da onların akrabalarının, uzantılarının burada ikinci bir sıkıntıya, uluslararası birtakım tuzaklara düşmemesi adına ne yapabiliriz?" demeliyiz. İşte, sözün özü burada: Ne yapıyoruz, ne yapmalıyız? Ne biliyoruz, ne konuşuyoruz çok da kıymetiharbiyesi olan bir şey değil. Çünkü, baktığınızda, işte, Amerika'dan kalkan bir heyetin önce İsrail'e gidip orada bir mesaj verip daha sonra -aleyhimize, kışkırtıcı, Türk milletinin varlığıyla çelişen o ifadeler önce orada ifade ediliyor- Türkiye'de bu bir şekilde bize dayatma olarak sunuluyor.
Ne oldu -şöyle bir tarihî sörf yapalım- Orta Doğu coğrafyasında ne oldu? 1990'ların başında ilk denemeler yapıldı, işgal denemeleri, provalar yapıldı, 2000'lerde bu iyice net bir şekilde icraya sunuldu. Dönemin Dışişleri Bakanı hanımefendi aynen şunu söyledi: "Bölgede haritalar yeniden çizilecek."
Bakın, ebet müddet devlet aklı olanlar bu söylemi unutmadı, hatırladı çünkü bu, yüz yıl önce de söylenen bir ifadeydi, bu onun tekrarıydı yani haritalar yeniden çizilecek ve gerçekten buna odaklanıldı ve haritaların yeniden çizilmesi girişimlerine tanıklık ettik ama bedelini kim ödedi? Birinci dereceden dindaşlarımız, akrabalarımız, soydaşlarımız ödediler. Peki, ne oldu? Nihai sonuç nerede tıkandı? İşte Afrin'de tıkandı, Fırat Kalkanı'nda tıkandı. Bu tıkaç devam edecektir Allah'ın izniyle çünkü mazlum milletler "Nerede o vefalı Türk kardeşim, nerede benim dindaşım, nerede benim akrabam, bugün de gelmeyecekse ne zaman gelecek?" dedi ve biz, oradaki bu iki başarılı harekâtı gerçekleştirdik. Bunu kimse hafife almasın. İşte bakın, bunun rahatsızlığından hiç kimse bahsetmiyor. "Efendim, bizim ne işimiz var Suriye'de?" Peki, Allah rızası için, ne olur bir kere de şu soruyu sorsanıza: Ben sınır komşusuyum, 1.300 kilometrelik bir hattım var, oradan tacize, tecavüze uğruyorum, saldırı var ve bir oldubittiye getirilmeye çalışılıyorum ama aynı soruyu neden 10 bin kilometre öteden gelenlere, 5 bin kilometre öteden gelenlere sormuyoruz? Şu kürsülerde bu soruları hiç duymuyoruz. Bize milliyetçilik dersi verenler, bize vatan sevgisini katmer katmer anlatanlar, verdikleri bir önergenin arkasında durup durmamanın vatan sevgisiyle eş değer bir ölçüt olduğunu ifade etmeye çalışanlar, neden? Oradaki pastadan pay almaya çalışıp kendilerine strateji oluşturmaya çalışanlara söylenecek bir sözünüz yok mu? Türkiye Cumhuriyeti devleti bu kadar ötelenecek bir devlet mi? Siyasi irade ne olursa olsun, kim olursa olsun bugün de, işte, mevzubahis iki devlet arasındaki bir anlaşmadır sonuçta. Ülkenin ali menfaatine midir, değil midir, onu konuşuruz ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçekten bu tür vasıflarını hafife almak bir Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşı olarak gerçekten çok hoş karşıladığımız bir durum değildir.
Efendim, Amerika Birleşik Devletleri çekilme kararı aldı, ortalık karıştı, bizim dışımızda herkes karşı çıktı. Ee, anlamıyor muyuz, işte, bakın, tarih tekerrür ediyor. Bizi bizden başka seven yok, bizim bizden başka gidecek kimsemiz yok. Biz, göbeğimizi kendimiz keseceğiz, çatlasalar da keseceğiz, patlasalar da keseceğiz Allah'ın izniyle çünkü biz yeterince ders aldık tarihten, yeterince trajediler yaşadık. Toprağın altındaki nüfusumuz toprağın üzerinden fazla biliyor musunuz? Bedeller ödedik. Dolayısıyla kimse siyasi malzeme adına, siyasete kurban etme adına bu tür ulusal çıkarlarımızı birinci dereceden ilgilendiren meselelerde duyarlılığımızı hafife almasın.
Doğu Akdeniz'de bir oldubitti arifesindeyiz. Bakın, öyle enteresan bir birliktelik var ki İsrail bir taraftan ama onun yanında bir başka Müslüman devlet de var, hatta devletler var. Yunanistan var, Güney Kıbrıs var, Amerika Birleşik Devletleri var, dolaylı ya da doğrudan Rusya var. Ee, ne kaldı geriye, ne kaldı? İşte, bir mazlum milletler kaldı, bir de onların umut kaynağı, bir de onların en büyük beklentisi olan Türkiye Cumhuriyeti devleti. Ee, şimdi, biz "beka sorunu" diyoruz. Yani bu kadar ciddi, ağır bedellerle Türk milletinin zihinlerine nakşedilmiş bir kavram bu kadar hafife alınır mı? Beka sorunu neymiş efendim? Ee, yaşamadık mı? 2016'yı ne çabuk unuttuk, 15 Temmuzu ne çabuk unuttuk? Hadi, Çanakkale'yi unuttuk, hadi, lafta, sözde çok tebrik ediyoruz, 104'üncü yılını acı bir şekilde hatırladığımız Sarıkamış'ı unuttuk. 15 Temmuzu unuttuk mu? O bir beka sorunu değil miydi Allah aşkına? Ne yaşadık? Bir günde varlığı ve yokluğu tattık. Onun için, artık yoğurdu üflemenin zamanıdır.
Saygıdeğer milletvekilleri, gerçekten, bu anlamda, bizim Milliyetçi Hareket Partisi olarak hiçbir zaman belleğimizden çıkarmadığımız bir gerçek var; önce ülke ve millet, önce bu milletin ali menfaatleri. Bu devletin, artık son sığınağımız olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ebet müddet yaşaması için bireysel hiçbir çıkarımız, hiçbir beklentimiz, hiçbir hesabımız olamaz, olmamalıdır. Bunu uluslararası ilişkilerde de yansıtmamız gerekir.
Eğer somutlaştırmak gerekirse, söz konusu Kudüs'se, Kudüs'ün başkent yapılması ise tavrımızı koymalıyız, koyuyoruz. Söz konusu Doğu Türkistan'daki dindaşımızsa, soydaşımızsa, basit bir terör bahanesiyle bize yaftalanan, bir sakal, bir başörtüsünden hareketle bize yaftalanan İslami terör bahanesiyle feda edilemeyecek kadar önemlidir.
Malumunuz, bizim tarihimiz trajedilerle dolu. 1944 ayrı bir trajedinin hikâyesidir. Kırım Tatarlarının, soydaşlarımızın tren vagonlarıyla, o dönemdeki Kazakistan'ın ta içlerine günlerce seyahat ettirilerek yarı yarıya yok olduklarına tanıklık ettik, kaçmaya çalışanların da soğuk Karadeniz'in sularında kaderleriyle baş başa hayatlarına son verdiklerini biliyoruz.
Şimdi, böyle bir geçmişi olan milletin, gerçekten uluslararası bağlamda tek vücut olup, önce ülke ve millet duruşunu sergileyip, Türkiye'nin bekasını, bekasının karşısındaki tehditleri yok saymadan dikkate alması kaçınılmazdır. Yoksa, Allah korusun, tarihin tozlu yapraklarında yok olmaya yüz tutmuş birçok devlet gibi biz de yerimizi alırız. Almayacağız Allah'ın izniyle, bu irade vardır, bu kararlılık vardır. Dolayısıyla, bugün, doğudan batıya, kuzeyden güneye mazlum olan, bizden aman dileyen soydaşımız, akrabamız, dindaşımız, kardeşimiz kim var ise biz onların sıkıntılarının çözümünde her türlü girişimde bulunmaktan kaçınmamalıyız.
Bakın, şimdi, bize insan hakları dersi verenler, uluslararası bütün toplantılarda özgürlük adına, yaptığımız herhangi bir hamle noktasında "işgalcilik suçlaması" adı altında aba altından sopa göstermelerine cevap olsun diye söylüyoruz: Peki, siz 50 bin mülteciyi alma noktasında her türlü pazarlığı, her türlü siyasi manevrayı yaparken benim kucağımı açıp ekmeğimi, lokmamı, soframı paylaştığım bu 4 milyon kardeşime ne yapmayı düşünüyorsunuz? Hadi, buyurun, paylaşın, Avrupa Birliğinin muktedir devletleri, hadi paylaşın birer milyon kendi aranızda, bir görelim bakalım. İşte, sözümün başına tekrar dönüyorum: Lafınızı çok işittik, söz artık icraatta. Bir insanın ne bildiğiyle değil, ne yaptığıyla değerlendirilmesi elzemdir; bu çok önemli bir duruştur. Dolayısıyla, Türk milleti bu sınavdan geçmiştir, dün de geçmişti. Balkanlar konusunda da oradaki soydaşlarına yaptıklarını gerçekten cansiparane fedakârlıklarla yapmıştır.
Ben bir kısa anekdot... Bosna'yla başladık, Bosna'yla bitirelim. Yıl 1991, Bosna'da işgal var, ben de yurt dışında bir öğrenciyim devlet bursuyla. Türk öğrenci derneği başkanlığı yapıyorum, evliyim ve geceleri sabaha kadar, sığınmacı olarak getirilen o dindaşlarımızın, o soydaşlarımızın kapı kapı dolaşıp, kapılarını çalıp ihtiyaçlarını soruyoruz, elimizden ne geliyorsa yardım ediyoruz, neyse paylaşıyoruz ve Londra'da -Rabb'ime şükür, müsterihiz, görevimizi yapmanın gerçekten memnuniyeti içerisindeyiz- sürgündeki Bosna Büyükelçisi tarafından da bir rozet ve bir anahtarlıkla biz teşekküre mazhar olduk. Hiç unutmuyorum, bir İstanbul seyahatim esnasında o soydaşlarımızdan Zeynel amcama "Bir isteğiniz var mı?" diye sorduğumda, kendi şivesiyle dedi ki: "Çamil, bana Türk Bayrağı getir çünkü hazmedemiyorum -oğlu şehit edilirken avucunun içine çizilen haçı hatırlıyor- burada herkesin boynunda görünce içimi çekiyorum, ne olur, bana tenekeden de olsa bir rozet getir." Ve gerçekten, Tahtakale'den -o 1990'lı yılların başını hatırlayın, bir ara, böyle, zincirli kolyeler modaydı- bir torba aldım, götürdüm, dağıttım, onlar da onu taktılar. Ne oldu bedeli? Biz sabahlara kadar onlar için pişirdiklerimizle, hazırladıklarımızla mücadele ederken ilk yavrumuzu o zaman kaybettik. Helalühoş olsun, Allah onlardan razı olsun. İnşallah, işte, ne söylemek değil, ne bilmek değil, Allah'ın izniyle, yarın İndallah'ta da ne yaptığımızla haşrolunacağına inandığım bir birey olarak ben müsterihim diyorum.
Bu anlaşmaya da destek vereceğimizi ifade eder, yüce Meclisi saygıyla selamlarım. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)