| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti ile Sırbistan Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşması'na Ait Protokol I'in Yerini Alan 30 Ocak 2018 Tarihli "Protokol I", Anlaşmanın "Menşeli Ürünler" Kavramının Tanımı ve İdari İşbirliği Yöntemlerine İlişkin Protokol II'sini Değiştiren 17 Ocak 2017 Tarihli ve 1/2017 Sayılı Ortak Komite Kararı ve Anlaşmaya Eklenen Hizmet Ticareti Hakkında 30 Ocak 2018 Tarihli "Protokol III"ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna ve Anlaşmanın Protokoller ve Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 42 |
| Tarih: | 08.01.2019 |
CHP GRUBU ADINA UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yüce Meclisimizi saygıyla selamlıyorum.
Gündemimizdeki anlaşmaya geçmeden önce, kısa süre öncesine kadar bu sıralarda milletvekili olarak hizmet veren değerli arkadaşımız Eren Erdem'in karşı karşıya kaldığı hukuksuzluğa dikkat çekmek isterim. Yüz doksan üç gündür tutuklu, dün mahkeme Eren Erdem'i tahliye etti ancak karar altı saat bekletildi, cezaevine gönderilmedi ve o arada savcı itiraz etti, Eren Erdem Silivri zindanının kapısından çıkamadan yeniden tutuklandı. Bu bir talimat yargısıdır ve Türkiye'nin yararına, hayrına değildir. Bu garip tavrın benzerleri başka siyasetçilerde, gazetecilerde, hukukçularda yaşandı.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de yazdığı, okuduğu, eleştirdiği için siyasetçilerin, gazetecilerin, akademisyenlerin cezaevinde olmasına karşıyız. Biz bu sorunu yani düşünceyi hapsetme meselesini çözmeden Türkiye'nin hiçbir meselesini çözemeyiz. Örneğin, bugün dış politika konuşacağız ama dünyadaki saygınlığımızın, itibarımızın artması için her şeyden önce biz gerçek bir hukuk devleti ve demokrasi olmayı becerebilmeliyiz. Yedi aydır yok yere cezaevinde yatan Eren Erdem'in, on dört aydır iddianamesi olmadan tutuklu tutulan Osman Kavala'nın, hukukçuların, öğrencilerin, hak savunucularının bir an önce serbest bırakılmasını istiyoruz.
Görüşmekte olduğumuz anlaşmaya gelince, öncelikle hukuki bir itirazımız var. Uluslararası anlaşma veya ek protokollerde yapılacak herhangi bir değişikliğin onaylanması hususundaki Meclisin yetkisi Cumhurbaşkanına devredilmekte. Güçler ayrılığı ilkesinin dışına çıkılması ve halk iradesinin temsiliyle çelişecek şekilde anlaşmada düzenleme yapma ayrıcalığının Cumhurbaşkanına devredilmesine özellikle karşıyız, bundan rahatsızız. Bunu Sayın Cumhurbaşkanının şahsında söylemiyorum, genel bir ilke olarak söylüyorum. Tek kişinin karar verdiği bir ülke her zaman çok kolay ipotek altına alınabilir.
Bakın, bu yüce Meclis çatısı altında dönemin iktidarı çok istemesine karşın bizler 1 Mart tezkeresine hep birlikte "hayır" dedik, iyi ki de direndik, evlatlarımıza komşumuzun içinde işgalci bir ülke olma anlamına gelecek bir miras bırakmamış olduk, ülkemizin menfaatini koruduk. Bugün bu basit bir serbest ticaret anlaşması olur, yarın güvenliğimizle ilgili, geleceğimizle ilgili son derece önemli bir anlaşma olabilir. Ortak akıl her zaman tek kişinin hırslarından, beklentilerinden, bunlar doğrultusunda ülkenin kaderiyle oynama riskinden her zaman üstündür.
Değerli arkadaşlarım, Sırbistan hem ikili ilişkilerimiz açısından hem de Balkanların istikrar ve huzuru açısından önemli bir ülke. Kısa süre önce Dışişleri Komisyonu olarak Belgrad'da tüm partilerden arkadaşlarımızla temaslarda bulunduk. Sırbistan, barış ve istikrarı bakımından belirleyici bir aktör bölgede. İlişkilerimizin başta ekonomik olmak üzere her alanda geliştirilmesi önemli, önemli çünkü bizim açımızdan Balkanların istikrarı öncelikli. Oradaki barış ve istikrarın korunması ve orada yaşayan Boşnakların iyiliği bizler için her şeyden önemli. İşte Sırbistan'la kuracağımız karşılıklı iyi ilişkiler Balkanlardaki Boşnak kardeşlerimizin de mutlaka faydasınadır. Nitekim Sırbistan'la son dönemde gelişen ilişkilerin hem Sırbistan içinde hem de Bosna Hersek'teki olumlu yansımalarını yakından görmekteyiz.
Öte yandan, Sırbistan bizim için Avrupa'ya çıkış ülkesi ve Avrupa'dan bize ulaşım açısından önemli bir konumda. Yılda 120-130 bin tır Sırbistan üzerinden geçerek Türkiye'ye ulaşmakta ya da tam tersi rotadan Avrupa'ya ulaşmakta. Sırbistan'la ekonomik ilişkilerimiz gelişme göstermekte, 1 milyar doları aşan bir ticaret var; sevindiricidir, daha da iyileşmesini istiyoruz. Türk şirketlerinin Sırbistan'daki yatırımlarının her geçen gün arttığını görmek, özellikle Sırbistan'ın az gelişmiş bölgelerinde ve emek yoğun sektörlerinde yatırım yaparak istihdama katkıda bulunduklarını görmek bizim için sevindirici.
Değerli arkadaşlarım, peki, Sırbistan bu kadar önemli de biz önümüzdeki bu anlaşmaya neden muhalefet şerhi koyduk? Bu tür ticaret anlaşmaları iki ülkenin üreticisini koruduğu sürece karşılıklı olarak fayda sağlar yani ülkeler ithalat ve ihracat kalemleri ve miktarlarını belirlerken yerli üreticilerin imtiyazlarını ve sürdürülebilir gelişimini gözetmek zorundadır. Önümüzdeki bu protokoller arasında Sırbistan'dan Türkiye'ye ithal edilecek ürünlerin listesi ve ithalat koşulları yer almakta. Bu listeye bakıldığında, Türkiye'de yetişen birçok tarım ürününe ek olarak 5 bin ton büyükbaş hayvan etinin Sırbistan'dan yüzde 100 vergi indirimiyle ithali söz konusudur. Tarım ürünlerine baktığınızda, 10 bin ton buğday, 15 bin ton ayçiçeği tohumu, 5 bin ton mısır, 5 bin ton soya fasulyesi, 35 bin ton ayçiçeği tohumu yağı sıralanmakta, hepsi de yüzde 100 vergi indirimiyle.
Değerli arkadaşlarım, Sırbistan'dan bu ürünlerin vergisiz ithali demek, Türkiye'de kendi çiftçimizin, besicimizin rekabet gücünün, üretim kapasitesinin ve iç pazar hâkimiyetinin zayıflatılması demektir yani kendi çiftçimize, besicimize zarar demektir. İşte, bu nedenle biz bu anlaşmaya, bu protokole şerh koyduk, karşıyız dedik.
Değerli arkadaşlarım, bugün Sırbistan'ı konuşuyoruz ama mesele onunla bitmiyor. Son sekiz yılda ithal ete 8 milyar lira ödemişiz yani 8 katrilyon lira. Nüfusu ve büyüklüğü bizden katbekat küçük ülkelerden et ithal ediyoruz. Dışarıda "Türkiye" denilince ülkelerin gözü parlıyor et satmak için, buğday satmak için. İşte, bu yüzden her yıl ithalat azalmıyor, artıyor. Bakın, sadece son bir yılda hayvan ithalatı yüzde 125, buğday ithalatı yüzde 43 arttı. Bundan birkaç gün önce bu yıl da yani 2019 yılı için de ithalat kararı alındı. Bakın, sadece Eskişehir'de, seçim bölgem Eskişehir'de, memleketim Eskişehir'de son beş yılda hayvan ithalatı 8 kat arttı, Eskişehir'in bereketli, verimli topraklarında hayvan ithalatı 8 kat arttı. Bir yandan "Buğday ambarıyız." diyeceğiz, bir yandan "Köylü, milletin efendisi." diyeceğiz ama çiftçinin, besicinin alın terinin karşılığını almasını engelleyeceğiz.
İşte, hafta sonu Bilecik'teydik. Bilecik'te çiftçiyle görüştük, ziraat odasını ziyaret ettik. Orada aldığımız mesaj belli: "2019 yılı bir felaket, artık üretemeyecek, çiftçi, besici artık üretemeyecek." diyorlar. Buradan hem Eskişehir'de hem Bilecik'te ve Türkiye'nin dört bir yanında "üretemeyeceğiz" diyen çiftçiye de selam yollamak, onların çaresi, dermanı olduğumuzu söylemek istiyorum.
Değerli arkadaşlarım, bakın sistem nasıl çarpık çalışıyor: Et ve Süt Kurumu yerli besiciden ya da ithal eden firmadan et satın alıyor. Kilosunu 28 liradan aldığı karkas eti belli marketlere, halka ucuz satsınlar diye toptancıya 20 liraya veriyor yani 8 lira zararına veriyor tüccara. O da markete 26 liraya satıyor. Market de üzerine kâr koyup bize satıyor, böylece adı "Ucuz et yedirdik." oluyor. Devletin 8 liralık zararını biz vergi verenler yani 81 milyon ödüyoruz. Tüccarın 6 liralık kârını da biz ödüyoruz. Marketin kârını -artık ne kadar koyarsa- ödeyen de yine biziz. Peki, diğer yanda et ve süt üreticileri var. Girdi maliyetleri yüzünden onlar 30 liranın altına mal edemiyor hayvanını çünkü yem pahalı, ilaç pahalı, bakım pahalı. Et ve Süt Kurumu onlardan karkas eti kilosu 29 liraya alıyor ama kesim için aylar sonrasına gün veriliyor. Değerli arkadaşlarım, 300 bin hayvan şu anda sıra bekliyor. Sıkışan üretici, hayvanını kilosu 25 liradan, bazen daha da altından kestirmek zorunda kalıyor. Yoksa kestirmese iki ay süreyle yem parası verecek, daha fazla maliyet olacak. O zaman üretici ne yapıyor? Süt hayvanları, besi hayvanları demeden hepsini kestiriyor, bir daha da hayvancılık yapmamaya yemin ediyor. Bakın, böyle giderse memlekette et ve süt üreticisi kalmayacak. Peki, Et ve Süt Kurumu tüccara verdiği 8 liralık sübvansiyonu üreticiye verse ne olur? Hem yerli üretim artar hem ithalat azalır hem de halkımız ucuz et yer. Ama değerli arkadaşlarım, nedense bu kimsenin aklına gelmiyor.
İşin bir başka boyutu daha var -Komisyonda da söyledim- Et ve Süt Kurumu depolarında şu anda 20 bin ton et var, bunu satacak ülke arıyorlar. Hâl böyle iken hâlâ biz, bakın bugün, Sırbistan'dan yeni et ithalat kararı alıyoruz. Bakın, Sayıştayın raporu var değerli arkadaşlarım, "Et ve Süt Kurumunun kendi marketleri et satmıyor." diyor. Diyor ki: "Et ve Süt Kurumunun kombina ve mağazalarında yapılan denetleme ve incelemelerde kuşbaşı et, kıyma gibi temel et ürünleriyle sucuk gibi şarküteri ürünlerinin satış mağazalarında olmadığı, kurumun tüketici talebini karşılayamadığı gözlenmiştir." "Piyasa fiyatlarıyla kurumun satış fiyatları arasında fiyat farkı giderek artıyor." diyor. "Tüketici taleplerini kurum karşılasın." diyor ama dinleyen kim. Neden böyle? Yukarıda da anlattım, Et ve Süt Kurumu piyasaya düşük fiyatla et veriyor. Ama bu satılan da toplam, ayda 100 bin ton etin sadece 5, bilemediniz 10 bin tonu, yani 3 market zincirine verilen et miktarı. Gerisi ne oluyor? Kalanı üreticiden 25 liraya alınıyor, sonra kıyma 40 liraya, et ise çeşidine göre 50, 60, 70 liraya satılıyor.
Değerli arkadaşlarım, işte, acınacak hâlimiz bu. Üretici 25 liraya zor veriyor, zararına veriyor, bizler ise 2 katı, 3 katı fiyata et ve kıyma alabiliyoruz.
Sorun sadece ette değil, sütte de aynı; üreticide ucuz, tüketicide pahalı. Ayrıca, üretici ucuz bile satsa sütünün parasını aylarca alamıyor, alamadıkça üretimden kaçıyor, süt ineğini, gebe düvesini kestirmek zorunda kalıyor.
Değerli arkadaşlarım, tarımda, hayvancılıkta, süt üretiminde yaşananların ağır faturasını bu yıl göreceğiz. Çiftçimiz, besicimiz üretimden çekiliyor, az önce söyledim Bilecik'te dinlediklerimizi. Hâl böyleyken ülkemizi yönetenler ne diyor? "İthale gider, balans ederiz." diyorlar. Hayır, bu krizin çözümü ithalat değildir; tam tersine, ithalat durdurulmalıdır, tüccara verilen kâr, üreticiye teşvik olarak verilmelidir.
Değerli arkadaşlarım, bizler buğday ithaline, saman ithaline, hayvan ithaline karşı çıktıkça, bu ülkeyi yönetenlerden çok garip, anlaşılmaz tepkiler geliyor. Bakın, Tarım Bakanı Sayın Pakdemirli bunu diyenlere, yani "'Saman ithal ettiniz, buğday ithal ettiniz, et ithal ettiniz.' diyenlere yanıtım şudur: Paramız var ki ithalat yapabiliyoruz." diyor.
Değerli arkadaşlarım, böyle bir yaklaşım olur mu? O zaman, ben buradan daha parlak bir yanıt vereyim Sayın Bakana: Madem paramız var, o zaman asgari ücreti artırın, 2.200 lira yapın, 2.500 lira yapın. Ayrıca, bu kürsüde "emeklilikte yaşa takılanlar" dediğimizde "Para yok." deniyor ama buğday, saman, et ithalatına gelince, maşallah, bizden zengini yok.
Değerli arkadaşlarım, bir Tarım Bakanının her şeyden önce "Çiftçi neden yeterince üretemiyor da biz ithalat yapmak zorunda kalıyoruz?" diye sorması, araştırması lazım. Ama yine aynı Bakan, bir başka inci, diyor ki et ithalatı konusunda: "Türkiye'nin toplam protein üretiminde eksiği yok. Et yerine balık, hindi, tavuk yersek bu iş çözülür." Görüyor musunuz, Türkiye'yi, Türkiye'nin tarım ve hayvancılığını yönetmek ne kadar basit; "Kırmızı et yemeyelim, ithalata gerek kalmaz." O zaman, üretim de yapmayalım, et de yemeyiz, bütün sorun çözülür.
Değerli arkadaşlarım, böyle Bakanlık, böyle tarım yönetmek olur mu? Buradan Sayın Bakan Pakdemirli'nin, bu konularla ilgili halkı bilgilendirme temel görevlerini yaparak kendisine sorular yönelten gazeteci meslektaşlarıma yönelik tavrını da kınıyorum. Gazetecilerin akreditasyonunu engelleyerek çalışma özgürlüğünü kısıtlamak, onlara hakaret etmek değil bir Bakana, hiçbir siyasetçiye, hiçbir yurttaşa yakışmaz.
Değerli arkadaşlarım, konuşmamın bu bölümünde dış politikamızdaki son gelişmelere değinmek isterim. Öncelikli mesele, Suriye'de yaşananlar, Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye'den çekilme planları.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan kısa süre önce ABD Başkanı Trump'la telefonda görüştü. Trump'ın Suriye'den çekilme kararı verdiği bu telefon görüşmesi -biliyorsunuz, hatırlıyorsunuz- içeride büyük diploması başarısı olarak sunuldu. Sayın Erdoğan dedi ki: "Dış politikada destan yazıyoruz ve bunu dünyanın devleriyle yazıyoruz." Aslında biz bugüne kadar Suriye meselesinde nasıl bir diplomatik destan yazıldığını çok iyi biliyoruz. Hatırlatmak isterim: Yedi yıl önce muhatabımızın Suriye rejimi olduğu güney sınırımız şu anda terör örgütleriyle dolu, sınır kevgire dönmüş durumda. Yüzlerce yurttaşımızı Suriye kaynaklı IŞİD, El Kaide, PKK ve diğer terör örgütlerinin saldırılarında kaybettik. Bu terör örgütleri, Türkiye'nin yanı sıra Avrupa ve dünyada terör eylemleri düzenledi; yüzlerce, binlerce insanı katletti. Ülkemizde 4 milyon Suriyeli kardeşimizle birlikte yaşamak zorunda bırakıldık; Türkiye'nin tüm illerinde bundan kaynaklı sosyal ve ekonomik sıkıntılarla hepimiz karşı karşıyayız. Milyarlarca liralık sınır ticaretimiz kesildi; sınır illerimizde tüccar, sanayici, esnaf kan ağlıyor. Yine, milyarlarca liralık turizm gelirimiz sona erdi; yedi yıl sonra ancak toparlanmaya çalışıyor. Bakın, nasıl bir destansa bu ortada. Peki, Trump'la o meşhur görüşmede nasıl bir destan yazılmış, şimdi bir de ona bakalım.
Aradan bir iki hafta geçti geçmedi, o görüşmenin perde arkası ortaya çıktı. Ortada bir diplomatik başarı, bir destan falan yok; tam tersine, Suriye bataklığına daha fazla gömülüyor olmamız gerçeği var değerli arkadaşlarım. Önce Trump, sonra Dışişleri Bakanı Pompeo, en son olarak da Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton'ın açıklamaları oldu. Yan yana konarak birlikte okunduğunda hepsi şunu söylüyor:
1) Suriye'de vahşi terör örgütü IŞİD'i yok etme mücadelesini artık ABD bırakıyor. ABD askerleri sağ salim ülkelerine, ailelerine geri dönüyor.
2) Peki, eli kanlı IŞİD'le mücadele işini kim yapacak? "Tek başına Türkiye üstlensin." diyorlar. Yani "Mehmetçik Orta Doğu'nun jandarması olsun." deniyor.
3) "Türkiye bu ağır sorumluluğu üstlenirken kendi ulusal çıkarlarına ve güvenliğine tehlike oluşturduğunu değerlendirdiği Suriye'nin kuzeyindeki PKK oluşumlarına ise hiç dokunmasın, onların denetimindeki bölgelere girmesin." diyorlar.
4) "Türkiye Amerika'dan habersiz ve onaysız Suriye'de operasyon yapmasın." diyorlar.
Evet, bugün Ankara'da olan Amerikan heyeti işte bu şartları öne sürüyor. Bakın, Bolton gelmeden önce Amerikan basınına diyor ki: "Cumhurbaşkanı Erdoğan IŞİD'e karşı birlikte savaştığımız dostlarımızın korunacağı yönünde Başkan Trump'a güçlü taahhütte bulundu." Ankara'da kimse bunları yalanlamıyor. Peki, Türkiye bu şartlara karşı ne yapıyor? Normalde bunu diyen bir heyetle oturup konuşmazsınız bile ama hem Cumhurbaşkanlığında hem de Genelkurmayda görüşmeler yapılıyor.
Öte yandan, bu sabah Amerikan basınında Sayın Erdoğan'ın bir makalesi yayınlandı, tam da ABD talepleriyle örtüşen, o açıklamaları neredeyse doğrulayan bir makale. Eli kanlı IŞİD'le mücadeleyi tamamen Mehmetçik'in omuzlarına, Türk halkının omuzlarına yüklemeye hazır. Ayrıca orada terör örgütünün kontrolündeki bölgelerde halk tarafından seçimle belirlenecek yerel meclisler kurulmasını yani federatif bir yapıyı öneriyor. Bunun güvencesinin de Türkiye olacağı garantisi veriyor. Biz Suriye'de iç barış sağlansın diyoruz, o ise makalesinde tüm kesimlerden, savaşçılardan oluşan yeni bir ordu kurulsun diye uğraşıyor.
Aslında yapılan şu değerli arkadaşlarım: İçeriye başka, dünyaya başka konuşuluyor. Vatandaşa "IŞİD bitti." deniliyor, "Orada sadece YPG var." deniliyor. "Terörle mücadele" deniliyor, esiliyor gürleniliyor, "Gireceğiz." deniliyor, "Giriyoruz." deniliyor. Amerikan gazetesi aracılığıyla Amerikan yönetimineyse garantiler veriliyor. "Suriye'nin kuzeyinde kurulacak Kürt devletinin güvencesi biz olacağız." deniliyor. "IŞİD'le mücadeleyi biz yürüteceğiz." deniliyor.
Şimdi soruyorum değerli arkadaşlarım: Bu işin neresi diplomatik başarı, neresi diplomatik destan? Neresinde Türkiye'nin ulusal çıkarları, yurttaşlarımızın güvenliği savunuluyor? On altı yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının bizi soktuğu Suriye bataklığında şimdi tek adam yönetiminin maceracı politikalarıyla daha da batma riskiyle karşı karşıyayız. Böyle bir müzakere asla kabul edilemez.
Değerli arkadaşlarım, sorabilirsiniz: Siz ne diyorsunuz? Nasıl bir politika, nasıl bir Suriye politikası, nasıl bir dış politika izlenmelidir?
Amerika Birleşik Devletleri'nin çekilme kararına ilişkin Türkiye'nin izlemesi gereken politika şöyle olmalıdır:
Her şeyden önce, öncelikle, vahşi terör örgütü IŞİD'le mücadele tek başına Mehmetçik'in omuzlarına yüklenemez. Bu konu dünyanın hep birlikte çözmesi, birlikte mücadele etmesi gereken bir beladır. IŞİD'le Mücadele Koalisyonu diye bir oluşum var, Türkiye bunun bir parçası. Şimdi, Amerika, Batılı güçler ve diğerlerinin çekilip bu sorumluluğu sadece Türkiye'ye bırakması asla kabul edilemez.
Bakın, orada IŞİD sınırın dibinde değil, 250-300 kilometre derinde. Türkiye, bir başka ülkenin içinde böylesine derin bir operasyonu yapmaya soyunmaya aday gözüküyor. Bakın, Fırat'ın doğusundan bahsediyoruz ama batısına bakın, Soçi'de 2017 yılında Ruslarla bir anlaşma yapıldı; İdlib Mutabakatı. İdlib'in IŞİD ve benzeri terörist örgütlerden temizlenmesi sorumluluğu Türkiye'nin üzerine kaldı, ekim ortasına kadar silahsız bölge sağlanacaktı. Ama şimdi ne oldu? Eğer görürseniz, okursanız oraya ilişkin değerlendirmeleri, orada El-Nusra, etkinliği tamamen elde etti, yüzde 70'e yakın kontrol El-Nusra'nın ve onunla yakın IŞİD benzeri örgütlerin elinde. Halep-Lazkiye, Halep-Hama yolları güvenliği Türkiye tarafından sağlanarak açılacaktı, bunların hiçbiri olmadı. Şimdi, biz Fırat'ın doğusunda IŞİD'in temizlenmesi sorumluluğunu üstlenmeye hazırız diyoruz Amerika'ya ve dünyaya.
Değerli arkadaşlarım, ikinci konu, yani IŞİD konusundaki sorumluluğu üstlenmemiz dışında, buna karşı duruşumuz dışında ikinci konu, ülke ve sınır güvenliğimizdir.
Bundan yedi yıl önce, Suriye'de iç savaş başlamadan önce durum nasıldı, o dönem güvenliğimiz nasıl sağlanıyordu? Hatırlatayım: Şam yönetimi terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan'ı Türkiye'nin baskısıyla sınır dışı etmiş, sonrasında Suriye yönetimiyle varılan Adana Mutabakatı çerçevesinde etkin bir güvenlik iş birliği sağlanmıştı, Türkiye'ye yönelik terör tehdidi de minimuma inmişti.
Şimdi ne yapılmalı? Türkiye'nin güvenliği için Suriye'de iç savaşın sona ermesi, en geniş toplumsal mutabakatla oluşturulacak yeni Suriye yönetiminin ülkede birliği ve toprak bütünlüğünü sağlaması ve Suriye halkının seçtiği bu yeni yönetim ile Türkiye arasında diplomasi ve Adana Mutabakatı benzeri güvenlik mekanizmalarının bir an önce oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Suriye'de iç barışın sağlanmasına ve anayasa çalışmalarına Türkiye tam katkı sağlamalıdır. Yani biz artık savaş, çatışma değil; barış istiyoruz, istikrar istiyoruz, huzur istiyoruz, bu maceracı politikalara son verilsin diyoruz,
Üç: Türkiye'nin başına tüm bu belaları saran, rejim değiştirme sevdasından, İhvan yani Müslüman Kardeşler aşkından da bir an önce vazgeçilmelidir. Şam'a bir an önce büyükelçi atanmalı, diplomatik, istihbari ve askerî ilişkiler yeniden başlatılmalıdır. Türkiye, Amerika'nın Suriye'den askerlerini çekme kararını Suriye'nin kuzeyine yönelik bir saldırı için yeşil ışık olarak görmektense Suriye Kürtleri ile Şam yönetimi arasındaki müzakereleri teşvik etmelidir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Bir dakika ilave ediyorum Sayın Çakırözer.
UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Ve son olarak, bölgemizin sorunlarını bölge ülkeleri çözmelidir.
Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu'nun Türkiye, Suriye, Irak ve İran arasında Orta Doğu barış ve iş birliği teşkilatı kurulması önerisine kulak verilmesi çağrısında bulunuyoruz. Bu öneri yani OBİT'in kurulması bölgemizin istikrarı, huzuru, barışı için son derece önemlidir.
Hepinizi buradan saygılarımla selamlıyorum.
Teşekkür ederim, sağ olun. (CHP sıralarından alkışlar)