GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:47
Tarih:17.01.2019

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın vekiller, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Şimdi, 39 sıra sayılı Kanun Teklifi üzerinde grubum adına söz almış bulunuyorum.

Tabii, torba kanunların geneli üzerinde konuşmak çok zor çünkü torba kanunlarda her şey var, her şey oluyor ve dolayısıyla da genel bir çerçeve içinde, neyi, nasıl anlatırız diye insan düşünüyor, geneli üzerinde konuşmak durumunda kaldığımızdan biraz böyle bir sıkıntısı oluyor. Şimdi, o sebeple, ben, dikkatimi çeken ve özellikle, kanun yapma süreciyle ilgili olarak da dikkatimi çeken bazı hususları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bir kere, dün konuşurken, özellikle, doğal afet sigortası konusuyla ilgili konuşurken -hatırlayacak mısınız, bilmiyorum ama- benim konuşmam bir sözcüğün bu kanunda değiştirilmesine ilişkin, onu ima eden bir değişiklik önerisiydi. Hâlbuki öneri, esas itibarıyla, nükleer santrallerin sigortalanmasıyla ilgili önemli bir öneriydi. Peki, biz bunu konuşmuş muyduk? Bizim, bu kanun yapma sürecinde komisyonlarda bu konuları konuşma zamanımızın kısıtlılığını bir kenara bırakın, böyle bir konu, sanırım daha çok, toplumda da konuşulması gereken bir konuydu ama öyle olmadı. Ne oldu? Çok hızlı bir şekilde geldi bu konu ve dilimiz elverdiğince kendi düşüncelerimizi aktarmaya çalıştık, eleştirilecek noktaları söylemeye çalıştık vesaire.

Fakat hâlâ şu konular ortada gibi geliyor bana, dün de hiç konuşulmadı bunlar: Mesela, Fukuşima'yı hatırlayanlar bilirler, orada bir deprem oldu önce, sonra bir tsunami oldu ve ondan sonra nükleer santralde bir patlama oldu. Nükleer santral sigortalıydı fakat sigorta şirketi dedi ki hükûmete: "Ben, nükleer santrali sigortalamıştım, depremi değil. Oysa neden olan şey deprem olduğuna göre, bu, benim -en azından- kapsama alanıma giren bir durum değil." diyerek 126 milyar dolar civarındaki bir hasarı devlete ödettiler. Biz bu konuyu konuştuk mu? Konuşmadık.

Özellikle, deprem kuşağı olan bir ülkede 2 tane santral yapmaya karar verdik ve benim anladığım kadarıyla, bunlar zaten yeteri kadar tartışılmadı, özellikle Sinop'taki nükleer santralla ilgili olarak yeteri kadar tartışma yapılmadı ve üstelik de deprem kuşağında olduğuna dair iddialar da var. Mesela, şöyle bir durum olsa bu DASK ne yapacak acaba? Mesela, bir nükleer patlama olduktan sonra, Allah göstermesin, bir de deprem olsa bu sigorta neyi, nasıl karşılayacak? Dolayısıyla bu konular önemli konular olduğu hâlde kimse bu konularla ilgili bir şey söylemedi.

Demin konuşulan konuya da değineyim bu palet fabrikasının özelleştirilmesiyle ilgili olarak. Bu işletme hakkının devri meseleleri konuşulabilir şeyler fakat asıl önemlisi şu gibi geliyor bana: Bir devlet tekelini bu kararla bir özel sektör tekeli hâline geçirmiş oluyoruz. Peki, bu özel sektör tekeli, ürettiği ürünü kime satacak? Öncelikli olarak herhâlde Türk ordusuna satacak, hani yabancılara da satacak belki ama. Peki, Türk ordusuna satarken tekel fiyatı mı uygulayacak yoksa daha makul olabilecek rekabetçi bir fiyat mı uygulayacak? Böyle bir soru da yok çünkü açıkçası bu, bir tekel ve dolayısıyla da tekel özel sektöre geçtiği zaman devleti soymanın yolunu da bulmuş olur arkadaşlar. Bugüne kadar Türkiye'de 1980'lere kadar kamu iktisadi teşebbüsleri, açıkçası, özel sektöre peşkeş çekilerek siyaset yapılmıştır. Türkiye'nin siyasetinin bir arpa boyu gidememesinin, Türkiye'nin ulaşması hayal edilen noktalara gelememesinin esas sebeplerinden bir tanesi, sanırım, kapalı bir ekonomide KİT'lerin ürettiği ürünleri maliyetinin altında satarak özel sektörün desteklenmesi biçimindeki bir mekanizmaydı ve bu mekanizma, Türkiye'nin bugün karşılaştığı sorunların da ana sebeplerinden bir tanesi.

Şimdi, peki, nasıl oluyor mesela, bu kanun diyelim, bizim önümüze nasıl geldi, kim hazırladı bu kanunu? Yani ben yakından biliyorum yani Komisyondaki arkadaşlarım da hazırlamadı esas itibarıyla, bu kanunu birileri hazırladı. Birileri derken neyi kastediyorum? Birileri derken şunu kastediyorum arkadaşlar: Bir tek siyasetçi ve onun emrinde çalışan bürokratlar hazırladı bunu. Gerçek bu, Sayın Cumhurbaşkanı seçilmiş olmanın getirdiği meşruiyetle -tırnak içinde söylüyorum çünkü bu seçimle ilgili olarak sıkıntıların olduğunu biliyorsunuz ama bırakın onu- sonuç olarak atadığı kendi bakanlarıyla birlikte hazırladığı metin bizim önümüze geliyor. Şimdi, arkadaşlar, açıkçası bu, Anayasa'yı da bence delen bir harekettir, böyle yasa yapılamaması lazım. Normal olarak olması gereken, bu Anayasa'nın lafzına uygun olan şey, efendim -Hükûmet ya da iktidar her neyse- yürütme, bize taleplerini söyleyecek, "Benim şu şu konularda ihtiyacım var, düzenlemeler yapın." diyecek, biz de burada tartışacağız ve o düzenlemelere ilişkin kanun önerilerinde bulunacağız ama arkadaşlar, böyle olmuyor.

Nasıl oluyor? Olan şu: Kimseyi de kınamak, şey yapmak da istemiyorum yani soru işareti hâline getirmek de istemiyorum ama gördüğüm kadarıyla, birinci partiye yürütme bir metin veriyor, "Bu kanun çıkacak." diyor ve bu kanun çıkıyor arkadaşlar, çıkıyor. E peki, burada kanun yapma sürecinde, Allah aşkınıza, bizim katkımız, bizim eleştirilerimiz herhangi bir şekilde dikkate alınıyor mu? Hani bizimkiler neyse, bizimkiler zaten alınmıyor da bence sizinkiler de alınmıyor yani sizin varsa, bilemiyorum tabii, hangi kanunun hangi maddesinden bahsediyoruz, farklı olabilir ama bence, söylediğim gibi, bu kanunlar bir siyasetçi ve onun emrindeki bakanlar tarafından yani atanmış bakanlar tarafından önümüze getiriliyor ve bu, esas itibarıyla sahip çıktığınız Anayasa'yı da delmek anlamı taşıyor. Bunu anayasa hukukçusu İbrahim Kaboğlu arkadaşım herhâlde daha ayrıntılı anlatacaktır ama bu, gerçekten sürdürülebilir bir şey değildir. Bunu yaparsınız, bir yaparsınız, iki yaparsınız, üçüncüyü yapamayacaksınız arkadaşlar diye düşünüyorum.

Şimdi, neden buna itiraz ettiğimi de şöyle anlatayım; ben bir iktisatçıyım sonuç olarak, hukukçu değilim ama bir kere şu: Az sayıda insan, çok sayıda insanın hayatını etkileyecek kararlar veriyorsa orada sorun var demektir. Bu sorunlardan bir tanesi, o kararların yanlış olma ihtimalinin çok yüksek olmasıdır çünkü yeteri kadar tartışılmamıştır, yeteri kadar "feedback" alınmamıştır ve öylelikle karar verilmiştir. Örnek istiyorsanız dolu var esasında ama hani aklıma gelen bir iki tanesini söyleyeyim. Bir tanesi, bu Karadeniz Sahil Yolu. Bir zamanlar, ANAP hükûmetleri varken iktidarda, yine, Yaşar Topçu, Mesut Yılmaz ve birkaç kişi tarafından verildi bu karar ve şu anda, sanıyorum, Karadeniz kıyılarında oturan -benim de ailem Karadeniz kıyısında oturuyor- bütün insanlar bu yolun büyük bir hezimet olduğunu, büyük bir felaket olduğunu gerek biyolojik örgüyü gerekse sosyolojik örgüyü darmadağın ettiğine ilişkin birçok şikâyetlerde bulunuyorlar.

İkincisi yani konuşuyoruz diyeceğim ama pek de konuşamıyoruz esasında. Mesela, geçenlerde bir cümle sarf ettim, bu ekonomi uyuşturucu bağımlısı bir ekonomidir dedim, biraz abartarak söylüyorum, uyuşturucu bağımlısından ne kastediyorum? Şunu kastediyorum: Bu ekonomi ithalata bağımlı olarak oluşmuştur arkadaşlar, ithalat yani dövizle ilgili olarak bir bağımlılığı vardır. Eğer oradan bir katkı gelmezse bu ekonomi büyümez, bu ekonomi yüzde 4-5 civarında bir büyümeyle ancak gidebilir.

Peki, ne oldu, niçin böyle oldu? Arkadaşlar, bu konular geçmişte çok tartışıldı, bu ithal ikameci politikalar meselesi. Türkiye şuna karar veremedi: 1980'de Türkiye var olan yapısını değiştirme konusunda samimi bir tartışmaya girmedi. Ama ne yaptılar arkadaşlar? Turgut Özal ve arkadaşları, yukarıdan bir serbest piyasacılık diyeceğim bir anlayışı ve o anlayışın gerektirdiği adımları atarak Türkiye ekonomisini başka bir yola sokmaya çalıştılar. Bakın, arkadaşlar, yine olmadı. Niye olmadı? Çünkü dediğim gibi, Turgut Özal ve etrafındaki küçük bir siyasetçi ve bürokrat grubu buna karar vermişti. Dolayısıyla buradan giderek şunu söyleyeyim: Yani bugün eğer Türkiye ekonomisinde bu kadar yapısal sorunları vesaireyi konuşuyorsak bu, esasında bugün ortaya çıkmış bir durum değil, bu, uzun zamandan beri bildiğimiz bir mesele ve fakat bildiğimiz hâlde adım atma konusunda imkânların olmadığından dolayı hâlâ sürmekte olan bir mesele. Dolayısıyla yine altını çizerek söylüyorum, zaten kapitalizmin ana meselesi de budur: Az sayıda insan çok sayıda insanın hayatıyla ilgili karar veriyorsa eğer orada dediğim gibi, kararların yanlış olma olasılığı olduğu gibi bir... İkincisi de karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun karar alırlar mottosundan gidersek bu, aynı zamanda büyük bir gelir dağılımının bozulması anlamına gelen sonuçlar üretir. Bu sonuçları biz elimizde burada, Türkiye'de veya başka herhangi bir ülkede çok açık ve net bir şekilde görüyoruz. Özellikle demokrasinin, katılımcı nitelikleri olmayan bir biçimde oluşmuş olduğu ülkelerde -ki bunların çoğuna biz gelişmekte olan ülkeler diyoruz- durum budur yani.

Şimdi, 39 sıra sayılı Kanun Teklifi'ne gelince onunla ilgili de tabii ki birkaç şey söylemek istiyorum. Bir kere, kanun teklifinin -önünüzde midir bilmiyorum ama- genel gerekçesi şöyle başlıyor: "Ülkemizdeki yeni ekonomik gelişmelere uyum..." Hoppala, ilk cümle: "...yeni ekonomik gelişmelere..." Ne oldu arkadaşlar? "Yeni ekonomik gelişme" ne? Ne oldu ki biz duymadık mı yani? Arkadaşlar "kriz" demek istiyorlar yürütmedeki arkadaşlar yani "kriz"i bir türlü telaffuz edemiyorlar ama bunu böyle bir şekilde "Yeni ekonomik gelişmelere uyum, ekonomik program hedeflerinin gerçekleştirilmesi, vergide adalet, vergi rekabeti, basitlik, etkinlik ve verimlilik ilkeleri çerçevesinde bazı güncellemelerin yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. O sebeple biz bu kanun teklifini getirdik. "diyorlar.

Şimdi, neyse yani burada diyecek bir şey yok belki ama kanun teklifi, konuşmamın başında da söylediğim gibi, potpori gibi bir kanun yani her şey var içinde bir bakıma. Ben, doğrusu, bütün hepsini de tabii ki yanlış ve olumsuz olarak değerlendirmiyorum, bazılarına gerçekten olumlu olarak da bakılması gerekir çünkü bazı düzeltmeler var içinde; yanlışların düzeltilmesi anlamında söylüyorum. Ama bazı konular var ki arkadaşlar -yani hep bu torba yasa zaten biraz böyle çalışıyor- bir şeyi gözden kaçırmak için içeri atılmış, torbanın içine atılmış bazı özel önemli maddeler var. Bunlar, tabii, insanın gözüne çarpıyor. Birkaç tanesini ben size söyleyeyim: Bir kere, yine tuhaf bir durum var biliyorsunuz, Sayın Cumhurbaşkanının şöyle bir cümle sarf ettiği gün "Deniz kenarlarını, orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var." dediği gün şu kanun geçiyor yani bu kanun teklifinin 7'nci maddesinde Kıyı Kanunu'nda muafiyet talebi var ve bu muafiyet talebi, esas itibarıyla, İzmir Çandarlı Limanı ile Rize İyidere Limanı'nı... Ki bunlar inanılmaz büyüklükte alanlar. Bir tanesi mesela İzmir Çandarlı 7.240 dönüm, diğeri 2.300 dönüm. Bunları lojistik amaçlı bir şekilde doldurulacak ve genişletilecek, böyle bir kanun maddesi niteliğinde.

Bir de Ahlat'la ilgili bir saray meselesi var. Demin Mustafa arkadaşım söyledi, ben 25 dönüm hatırlıyorum, sonuçta Sayın Cumhurbaşkanı öyle ifade etti yanılmıyorsam. Ahlat'ta yine denizin doldurulmasıyla birlikte küçük bir saray yapılacakmış, öyle anlaşılıyor. Şimdi, bu hakikaten nasıl bir şey oluyor tam anlamıyorum, bunu hakikaten anlayan varsa açıklasın bana lütfen. Yani bu kanunu buraya gönderen Sayın Cumhurbaşkanı, bu kanunda bu maddeyi yazarken kendisi de böyle bir cümle sarf edebiliyor. Nasıl bir mekanizması var, doğrusu bunu anlayamıyorum.

Bir diğer konu var, o da ilginç geldi bana. Evde üretim yapan kadınlarla ilgili bir konu var, bir madde var, o da ilginç bir madde. İlginçliği şuradan geliyor: Bir tespit yapılıyor hakikaten. Bu tespit, esasında içine girdiğimiz kriz koşullarında da önemli. Yani bugün biliyoruz ki birçok evde veya çeşitli küçük atölyelerde, özellikle kadınların olduğu, el işi vesaire gibi türden ürünlerin üretildiği ve bunların bir şekilde satıldığını biliyoruz. Şimdi bunlar esnaf muafiyeti çerçevesinde olarak kabul ediliyor fakat anladığım kadarıyla vergi yasasına göre de eğer bu ürünler internet üzerinden satılırsa bu muafiyetten yararlanamıyorlar. Dolayısıyla bu kanun maddesinde de diyor ki: "Bu muafiyetten kurtaralım onları, onlar internet üzerinden de satabilsinler ama bunun bir limiti olsun, işte bu limit de brüt asgari ücretin yıllık tutarı olsun ki o da aşağı yukarı 30 bin lira civarında bir şey." Fakat arkadaşlar, ben hatırladığım kadarıyla "kadın girişimciliği" gibi bir mesele var "mikro kredi" diye bir mesele var bu ülkede ve anladığım kadarıyla Adalet ve Kalkınma Partisinden de insanlar bunları konuşuyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam kadın kolları başkanı, bir tarihte "Bu girişimci kadınların önünü açacağız." vesaire diye toplantılar yapıyordu, demeçler veriyorlardı vesaire.

Şimdi ben de diyorum ki, biz mesela Komisyonda dedik ki bu konu gündeme geldiğinde: "Ya, niye asgari ücreti sınırlayalım? Bunu biraz daha yükseltelim, 2 katı yapalım ve bir anlamda kendi küçük alanlarında üretim yapmak ihtiyacında olan ve bunları internet üzerinden satmak biçimindeki bir yolu, bir kapıyı aralayalım ve yani, bu amaçlarını yerine getirelim ve dolayısıyla da halkımıza bir rahatlama sağlama imkânını kullanmış olalım." Fakat arkadaşlar, biz zaten ne getirsek ne söylesek herhangi bir şekilde Komisyonda da kabul görmesi mümkün değil. Bu da hep benim şikâyetim olan bir konu. Yani hiçbir şekilde ortak akıl aramak diye bir derdi yok arkadaşların ama biz getirdiğimiz için, biz söylediğimiz için bu kanun maddesinde de 2 katına çıkarma teklifimizi reddetmiş oldular.

Son olarak enerji piyasasındaki türev piyasalarla ilgili bir öneri var. Yani bu da makul gözükebilir bu piyasanın niteliği itibarıyla baktığımızda fakat arkadaşlar, "bu piyasanın niteliği itibarıyla baktığımızda" dediğimiz şey, yani bu enerji piyasası, elektrik piyasası özellikle bir felaket. Yani ben size şunu söyleyeyim: Eğer siz Rekabet Kurumunu Hükûmete bağımlı bir kurul hâline getirmeseydiniz, eğer bağımsız işleyen bir Rekabet Kurumu olsaydı, bugün enerji piyasası dediğimiz özellikle elektrik piyasasına derhâl müdahale etmesi lazımdı. Çünkü o kadar yanlış bir özelleştirme yapıldı ki orada, yani elektrik üretenler ile elektriği dağıtanlar -ki bunlar doğal tekel durumundaydı- şu anda inanılmaz bir tekel gücü kullanarak elektriği satıyorlar ve bir anlamda elektrik piyasasına dönüştürüldüğünde bu yapı, sonuç olarak bu hatayı, bu yanlışı kendi başına tekrar üretecektir diyebilirim.

Şimdi, ben ara sıra söylüyorum -yine birinci partideki arkadaşlar yok ama, bir buçuk dakikam var, orada bir değerlendirme yapayım- burada şöyle bir meselemiz var, gerek bu kanun veya gerekse buna benzer kanunların getirilmesinin maksadını anlıyoruz tabii ki. Yani, iktidar, ekonomik krizden kurtulmak için, ekonomik krizi aşabilmek için kendi perspektifinde gördüğü düzeltmeleri ve nakit akışlarını sağlamakla ilgili imkânlar arıyor ve bu, kanun maddeleri hâline gelerek bizim önümüze geliyor. Eyvallah, bu böyle olur zaten ama demin de ifade ettiğim gibi, herhangi bir şekilde bu mekanizmaların doğruluğu, yanlışlığı ve yapılması gerekenlerle ilgili olarak, doğrusu, özellikle muhalefeti hiç dinlemiyor; dinlemiyorsunuz yani, öyle söyleyeyim. Dün zaten burada bir araştırma önergesi vermiştik ki hani oturalım, bir komisyon kurulsun, Türkiye ekonomisinin sorunları nedir... Biz demiyoruz ki bunları tamamen Hükûmet kullansın ama en azından, eğer burası Meclisse, burası Türkiye'nin fikirlerini yansıtan bir yerse, burada bir perspektif, bir yol göstermek en azından daha anlamlı olur dedik ama gördüğünüz gibi, bunu biz getirdiğimiz için siz de kabul etmediniz; bu pozisyon mücadelesi devam ediyor.

Tabii, burada...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Sayın Başkan, bir dakika daha müsaade edin.

BAŞKAN - Tabii, buyurun, bir dakika daha süre veriyorum.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Şimdi, şöyle bir algı, çok yaygın bir şekilde -bir tür operasyonla diyelim isterseniz, bilemiyorum ama- toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılıyor, "Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002'de iktidara geldi ve on altı yıl boyunca çok başarılı işler yaptı, inanılmaz işler yaptı." gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Fakat arkadaşlar, ben bunu bayağı söyleyip duruyorum: Mesela 2002'de Türkiye'nin kişi başına millî geliri 3.598 dolarmış; 2018'de, bu sene 8.715 dolar oldu. Evet, bir ilerleme tabii ama gördüğünüz gibi, bu kadar. Fakat, bakıyorsunuz, Arjantin'de 2002'de 2.898 dolarken 2018'de 10.667 dolara gelmiş; Brezilya'da 2.856 dolardan 9.126 dolara gelmiş. Yani, arkadaşlar, şunu kastediyorum: Sandığınız gibi, ekonomiyi iyi yönetmiyorsunuz, iyi yönetemediniz zaten, iyi yönetmiyorsunuz. Lütfen, biraz muhalefetin, bizlerin de sözünü dinlemeye çalışın.

Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Katırcıoğlu.