| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Nijer Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Nijer-Türkiye Dostluk Hastanesinin Açılması, Ortak İşletilmesi ve Devredilmesi ile İlgili Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 72 |
| Tarih: | 30.04.2019 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Saygıdeğer Başkanım, çok kıymetli milletvekili arkadaşlar; grubum adına söz aldım. Ben sözlerime başlamadan önce yüce heyetinizi en kalbî duygularımla, saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Evet, bugün ikili bir anlaşma üzerinde konuşacağız, uluslararası bir anlaşma. Ben de Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına genel düşüncelerimizi ifade etmek üzere huzurlarınızdayım.
Saygıdeğer milletvekili arkadaşlar, malumunuz insanlığın ortak değeri ve kazanımı olan bilimsel gelişmelerin doğal bir sonucu olarak gerçekleşen teknolojik atılımlar ışığında oluşan yeni enerji, ulaşım, iletişim, savunma anlayışları beraberinde ilişkiler anlayışını da yakından etkilemiştir. Bu etkileşim o kadar önemli bir boyut kazanmıştır ki siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal ve teknolojik herhangi bir olay dünyanın herhangi bir yerinde vuku bulduğunda inanın ondan olumlu ya da olumsuz etkilenmeyecek bir coğrafya ya da bir topluluktan söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla böylesine birebir etkileşimin söz konusu olduğu dünya gerçeğini göz önünde bulundurarak oluşan sorun ve sıkıntılardan kurtulmak adına çok taraflı, bölgesel veya en azından ikili anlaşmalara dayalı oluşturulan uluslararası kurum, kuruluş ve yapılarla birlikte uyum içinde çalışılması gerekmektedir. Tabii, bu uyum ve ilişkiler ağının temelinde çok önemli bir husus vardır uluslararası ilişkilerde. Bu da ilkesel bir duruştur yani iletişim kurmak istediğiniz, muhatabınız olan bir ülke, bir yapı, bir devletle gerçekten ilkelerinizi ortaya koyarak konuşursunuz, anlaşırsınız. Bu ilkeler bir milletin, bir devletin genelgeçer, ebet müddet kaideleridir aslında tarihe not düşmüş olan. Biz de kadim bir devlet geleneğinin temsilcileri olarak böyle bir not düşme sonucu hep şunu söyledik; evet, zaman zaman savaşın kartalı, zaman zaman barışın güvercini olduk ama hepsini oluşturan temel felsefe şuydu, genel ilkemiz şuydu uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda: Efendim, bizim amacımız, kadim bir milletin vücut bulmuş devlet geleneği içerisinde nerede bir mazlum, nerede bir garip gureba, nerede aman dileyen bir topluluk var ise ona el uzatmaktır; barışı, düsturu, güvenliği sağlamaktır. İşte bunu Mustafa Kemal de ete kemiğe büründürerek "Yurtta sulh, cihanda sulh." dedi. Şimdi bakın, yurtta sulh, cihanda değil olmaz; yurtta değil, cihanda sulh da olmaz. Burada siyaseten gerçekten bir tutarlılık arz etmek zorundayız ama maalesef mütekabiliyet noktasında aynı davranışlara, aynı tutuma muhatap olamıyoruz. Yani biz bir taraftan yurtta sulh, cihanda sulh derken ve buna gönülden inanıp gereğini yapmaya çalışırken ama maalesef muhataplarımızdan aynı tutum ve davranışı görmemekteyiz. Bunu somut birkaç örnekle açıklayacağız zaten. Niye böyle yaptık? Çünkü gerçekten içeride barış olmazsa dışarıda da barışı temin edemezsiniz, inandırıcı olmazsınız. Onun için, Allah'a şükür, biz bugüne kadarki süreçte, yaşadığımız bütün coğrafyalarda ve kurduğumuz bütün resmî devlet yapılarında bu düsturun bir şekilde yansımasını sağlamışızdır ama dediğim gibi, uluslararası ilişkilerde gerçekten mütekabiliyet çok önemli bir husustur. Yani "Ne yapıyorsam karşılığında onu görmeliyim, neyi hak ettiler verdiysem hak ettiğimi almalıyım." temel düşüncesini hâkim kılmak lazım ama yakın tarihimize baktığımızda gerçekten hiç de böyle olmadığını, biz her ne kadar içinde bulunduğumuz uluslararası organizasyonlarda -buna Birleşmiş Milletler diyebilirsiniz, NATO diyebilirsiniz, Avrupa Birliği diyebilirsiniz- herhangi bir yapı içerisinde mütemadiyen biz bu düstura bağlı kalmaya çalıştıkça muhataplarımızdan inanın benzer davranışı görmedik. Yani bir bakıma şunu rahatça söyleyebiliriz: Türkiye çifte standarda her zaman maruz bırakılmış, her zaman ötelenmiş ve böyle bir muameleye taraf olmuştur. Şimdi, bunu somutlaştırmak gerekirse, nedir? Son dönemlerde Türkiye'yi bir köşeye sıkıştırma politikaları... E, şimdi ne yapıyoruz? Uluslararası boyutta bunu iki türlü, çok net bir şekilde ifade edebiliriz. Bir tanesi, diplomasi kanalıyla yapılmaya çalışılan yani toplantılarda, görüşmelerde -bunu daha da somutlaştırayım- NATO Parlamenter Asamblesinde, Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu toplantılarında, Birleşmiş Milletler nezdinde, Güvenlik Konseyi nezdinde yapılan görüşmelerde Türkiye'yi, önceliklerini yok sayarak, yaptıklarını, katkıda bulunduklarını olabildiğince yok sayarak tamamen bir düşüncenin, bir köşeye sıkıştırma politikasının kurbanı etmeye çalışılma girişimlerine tanıklık ettik. Nedir bu diplomaside? Bu da gerçekten, baktığımızda, özellikle geçmiş yüz yıllık tarihimizde sürekli ısıtılarak artık biz de bir nisan sendromu oluşturan bir 24 Nisan muhabbeti var. Tarihçi arkadaşlarımız vardır ya da tarihe merak saranlar bilir. Şöyle dünya tarihine baktığımızda inanın, birbirini hiç görmemiş uluslar, birbiriyle hiç tanışmamış hatta... Ben Amerika Birleşik Devletlerinde bir eğitim demonstrasyonunda rastlamıştım: "Ya, çocuklar, bana Türkiye'nin nerede olduğunu bir gösterebilir misiniz?" İnanın, 20 kişilik sınıftan 18 kişi Türkiye'nin nerede olduğunu söyleyemedi. "Niye bilmiyorsunuz evladım?" Mazeret de şuydu: "Biz Amerikalıların okyanusun ötesiyle ilgili herhangi bir önceliği, düşüncesi yoktur." Avrupa'dan bir ülke sordum, inanın, bu 18'lik grup 12'lere falan düştü. Yani Türkiye'yi tanımıyorlar ama Almanya'yı da tanımıyorlar, Fransa'yı da tanımıyorlar.
Şimdi, böyle bir bigâne yapı içerisinde, halk tarafından... Allah aşkına, bir Latin Amerika ülkesi düşünün, Türkiye'yi soykırımla suçlayabilme cüreti gösteriyor. İnanın, parmağıyla haritada Türkiye'nin nerede olduğu gösteremez, hayatında hiçbir Türk'le de karşılaşmamıştır, Bolivyalıdır ama Türkiye'nin soykırım yaptığı düşüncesinden hareketle mecliste karar çıkarmıştır. Şimdi, bunu nasıl izah edeceğiz? Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Şimdi, dönüyoruz, burada Türkiye'yi diplomatik bir köşeye sıkıştırma hamlesi. Mücadelenin bir ayağı bu, masadaki mücadele. Bunu sırayla bütün ülkeler ısıtıp ısıtıp önümüze koydular. Peki "soykırım" tanımına bakıyoruz, Birleşmiş Milletlerin "soykırım" tanımına, ifadelerine bakıyoruz, sözleşmeye bakıyoruz, inanın hiçbir açıdan -o kadar çok madde var ki tek tek okuyup sizin vaktinizi almak istemiyorum- ne tarih uyumu var ne içerik uyumu var ne olan olayların doğasıyla ilgili, tehcirle toplu, sistematik, organize bir devlet yok etme girişiminin nasıl bir arada tutulduğuna çok net bir şekilde gerçekten bakıyoruz, izah etmekte zorlanıyoruz ama onlar, yüzleri kızarmadan "Bu bir parmak hesabı." diyor, kaldırıyor ve kabul ettiriyor.
Peki, bir mahkeme kararı var mı? Yok. Peki, bu yasadan sonraki soykırımı çağrıştıran olaylara geçerli kılınan bu madde Srebrenitsa'da nasıl uygulandı, nasıl kabul edildi? 90'lı yıllarda bir katliam yapıldı, değil mi? Bosnalı soydaşlarımıza bir katliam yapıldı. E, bu geçmişe geçerli olsaydı inanın ben de kendi tarihimden çok rahat bir şekilde örnek vererek bir başvuruda bulunurdum çünkü gerçekten 1915'te -işte bir milletvekili arkadaşımız da o köylüdür, burada oturuyor şu anda, aramızda- Erzurum'un birçok ilçesinde, köyünde, Alaca'sından Ilıca'nın bütün ilçelerine varana kadar toplu katliamlar yapılmıştır; camilere doldurulmuş, yakılmıştır; affedersiniz, ahırlara doldurulmuş, yakılmıştır ve kemikler müzede bekliyor. Ya, bir tane gözlemci, o Bolivyalı gelse de bir görse şunu ya, bu kararı alırken bir gelse baksa.
Geçen bir makale okudum, Maraş'ta, Urfa'da, Adana'da, Antep'te inanın öyle iğrenç soykırımlar uygulanmış, yapılmış ki; yapan da inkâr etmiyor, ya, 21'inci yüzyılın başındayız, hâlâ inkâr etmiyor, Zori Balayan diye bir adam hâlâ inkâr etmiyor, diyor ki: "Ben deneysel olarak bakmaya çalıştım."
Şimdi daha somut bir örnek vereyim: Avrupa Karma Parlamentosu toplantısında zaman zaman üye ülkelerin dışişleri bakanları ya da başbakanları seviyesinde sunuşlar olur, karşılıklı soru-cevap teatisi gerçekleşir. En son toplantıda Ermenistan Başbakanı Paşinyan misafir olarak kabul edilmiş. Soru sorma şansını bulan bir vekil de bendim. Toplam sekiz soru alındı, Türk delegasyonundaki arkadaşlar adına ben de bir soru sordum. Bekledim ki, o günlerde sürekli "24 Nisan, 24 Nisan." diyen o sözüm ona insan hakları havarileri, barışın, demokrasinin, sevginin, kardeşliğin, özgürlüğün yegâne temsilcileri bir iki şey de şu 92'deki Hocalı katliamı için sorarlar belki diye. Azerbaycan topraklarının yüzde 30'u işgal altında, Dağlık Karabağ'dan Fuzuli'ye, Gence'ye bir sürü coğrafyası şu anda mezalim altında. Ben soru sordum, soruyu muhatap almadı, onu geçiştirdi, başka şeylere cevap verdi. Bir başkası dedi ki: "Şu anda Kırım kime ait, onu söyle bari." "Ben önce Ermenistan'ın hakları noktasında duruşumu belirlerim." dedi, bu mealde bir şey söyledi. Ya, 42 üyeden bir tane temsilci demez mi? "Ya, bu soykırımdır. Minsk niye oluşturuldu? Çözüm girişimleri var sözüm ona, bunlar, bu kararlar alındı Birleşmiş Milletlerde. Siz buna nasıl bir çözüm üreteceksiniz?" Çıt yok. Şimdi çifte standardı görüyor musunuz?
Saygıdeğer milletvekilleri, onun için gerçekten zaman zaman böyle dilimize pelesenk olmuş bazı ifadeler çok havada kalıyormuş gibi ama inanın ruhuna, özüne indikçe her bir sözün çok derin anlamları olduğu kanaati gelişiyor hepimizde, bende öyle. Gerçekten "Bizim bizden başka dostumuz yok." düşüncesi yani "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok." ifadesi inanın iliklerimize kadar hissettiriliyor. Bakın aynı komisyon, benzer günlerde, bu sefer Türkiye'yi köşeye sıkıştırma noktasında bir teklif getirdi. Teklif ne, biliyor musunuz? Leyla Birlik ve ondan hareketle Öcalan'a giden, bir özgürlük kısıtlamasına yönelik, Türkiye'yi köşeye sıkıştırma teklifi. Yani, soykırımın babası ya! "Soykırımın kişisel simgesi kim?" diye sorsalar -Allah'ın izniyle, yaşadığımız sürece de aynı şeyi söyleyeceğiz- "Bebek katili Abdullah Öcalan!" deriz her zaman, bunu söyleriz. (MHP sıralarından alkışlar) Şimdi, onunla ilgili, onun hapishane şartlarının iyileştirilmesiyle ilgili bir teklif. İnanın, o 3 bin nüfuslu, 5 bin nüfuslu, bizim bir kasabamız büyüklüğünde olmayan devlet temsilcileri dahi aslan kesildi. "Evet, Türkiye'de, insan hakları, demokrasi, özgürlükler, hatta hapistekilere yönelik birtakım soyutlanma, tecrit falan kaldırılsın, kaldırılmalı ey Türkiye!" Ve oylama yapıldı: 20'ye 70. Şimdi, benim biraz önce söylediğim lafın gerçekten altının dolu olduğunu rahatça hissedebiliyorsunuz değil mi benim gibi? Altı dolu. 4 Azerbaycan temsilcisi dışında kimse bizim lehimize parmak kaldırmadı. Onların gözünde Öcalan terörist değil. Onların gözünde teröristler için açlık grevine gitmek, efendim, bir hak ve bu hakkın da müdafaası, temini ve bu hakkın çok sağlıklı ortamlarda yapılması noktasında da yükümlülükler sağlıyorlar.
Şimdi, bu kadar ince eleyip sık dokuyorsunuz bu diplomatik ayağı, bir de bizim sürekli, ısıtılarak gündemimize getirilen, uluslararası ilişkilerde çok önemli ikinci bir mesele var: Kıbrıs. İnanın Kıbrıs'ın iki tarafı da şunu diyor kayıt dışı konuştuğumuz zaman: "Ya, bu mesele ben doğmadan önce başlamış, ben yaşlanıyorum, hâlâ devam ediyor." Peki, kim bunun müsebbibi? İşte, samimiyetsiz, mütekabiliyet kuralına uymayan, Türkiye'yi yok sayan, Türkiye'yi ötekileştiren, efendim, her an bir avuç suda boğmaya çalışan, iki yüzlü, çifte standartlı kurum ve kuruluşlar, müttefiki olduğumuz yapılar.
Şimdi, Kıbrıs'ta yeni bir perde, efendim "Doğu Akdeniz enerji koridoru" söylemi adı altında hem Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye'deki planlarına destek olma mukabilinde hem de aynı zamanda Kıbrıs'ı da bir şekilde, efendim, Türkiye'den koparma girişimlerini birlikte deruhte etmeye çalışıyorlar. Nasıl yapıyorlar? "Doğal enerji arayışı" mantığı içerisinde, hiç olmadık benzemezler bir araya geliyor. Mısır giriyor bu işin içine, Güney Kıbrıs giriyor, Yunanistan ta öte taraftan giriyor ama Türkiye yok. Peki, başaktör kim? Bu üçlünün içerisinde asıl 4'üncü, moderatör İsrail. Peki, hepsini bir araya getiren kim? Amerika Birleşik Devletleri. İsim ne? Enerji arama düşüncesiyle, efendim, ekonomik bir kalkınma sağlamak. Peki, Türkiye niye yok, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti niye yok? Yok çünkü biz hep yok hükmünde olduk onların gözünde. Ama Allah'ın izniyle -tarih bunu defalarca ispatladı, Türk milletinin bir Anka kuşu özelliği olduğunu bilmiyorlar- biz, yok saydığınız yerde tekrar dirilir yeniden var oluruz, yeniden var oluruz, olduk; belki de bizim bu mukavemetimizi bu şartlar oluşturdu. İyi ki öyle düşünüyorlar; bizim varlığımızı, dirliğimizi, birliğimizi teminat altına alıyorlar bir bakıma, bizim saflarımızı sıklaştırıyorlar bir bakıma. Şimdi, Allah aşkına, nasıl bir enerji arayışı anlayışı? Amaç üzüm yemek değil, bölgenin ekonomik kalkınması değil, efendim, doğal gaz teminatı değil, Türkiye'yi bir şekilde diplomatik olarak köşeye sıkıştırmak.
Şimdi, bu iki ayağından bahsettim. Vaktim çok yok ama bunun asıl bir ayağı da doğrudan mücadele, yani sahada gerçekten zaman zaman güvenlik merkezli bir mücadele. Şimdi, bu mücadelede epey bir mesafe katettik Allah'a şükür. Hani, "Yurtta sulh, cihanda sulh." Sınırımızı güvenlik altına almadığımız sürece yurtta sulhun imkânı yok, bunu böyle bilin. Onun için Mustafa Kemal'in zihninde hep Kerkük bir anı olarak kalmıştır, onun için Hatay vardı zihninde. Bunu gerçekten tarih şuuruyla iyi değerlendirmek lazım. Şimdi, neyin mücadelesini veriyoruz? Bir bakıyoruz ki S400'ler problem oldu. Ya, niye problem oldu? Allah aşkına ilk alan biz miyiz? İlk anlaşma yapan biz miyiz? Ya da -NATO müttefiki olup da- Stoltenberg'in de söylediği gibi "Ya, hiçbir yasak yok ki istediğiniz şekilde silah anlaşması... Yeter ki NATO'ya karşı kullanma cüretini göstermeyin, öyle bir girişimde bulunmayın, alabilirsiniz." Yani kimsenin, uluslararası sözleşmelerin koymadığı bir yasağı, söz sahibi diyor ki: "Ben koyuyorum. Hatta yaptığınız anlaşmaları da iptal ediyorum. F35, evet, pilotlarınız geldi, burada uçuşlar yapıyor, deneme uçuşları..."
RAMAZAN CAN (Kırıkkale) - Parasını da ödedik.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Bir kısmının paraları da verildi, teslimat da yapılacak ama "Ben anlamam. Kongreye gönderirim, kongreden bir karar çıkarırım." Şimdi, kongreden ne kararlar çıkardılar? Sıcağı sıcağına çıkan bir iki kararı okuyacağım size, çok yeni. ABD Kongresi'nin nisan ayı başında çıkardığı çok önemli üç karar.
Bir: Tutuklu ABD vatandaşları ve konsolosluk görevlileri için yaptırım tasarısı. Bize yaptırım uygulayacaklar. Biz FETÖ'nün iadesini konuşurken, beklerken FETÖ'ye yandaşlık etmiş o konsolosluk görevlilerinin de bırakılmaması noktasında bize bir yaptırım uygulama tasarısı çıkarıyor.
İki: Yine, 1915 olaylarını, bu tehciri bir soykırım kararı altına bir an önce alalım. İkinci bir tasarı, teklif.
Üçüncüsü de ABD'nin Doğu Akdeniz'de -biraz önce bahsettiğim- bu üçlü sacayağını kurup Mısır'ı da oraya eklemleyerek Türkiye karşıtı bir bölgesel güç oluşturma girişimi.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun, toparlayın Sayın Milletvekili.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Bunları niye yapıyor? Menbic ve Fırat'ın doğusundaki kararlığımızı kırmak, bizim tekrar içimize çekilip kendi iç meselelerimize yoğunlaşıp oraya bir nefes aldırmak, oraya bir oksijen çadırı kurdurmak, orada bir toparlanma fırsatı oluşturmaktan başka bir şey değil ama son söz olarak şunu söylüyorum: Ne yaparlarsa yapsınlar kararlıyız, Allah'ın izniyle son terörist yok edilinceye kadar, nerede, nasıl, ne yapıyorsa yapsın yok edilinceye kadar Türkiye Cumhuriyeti devleti mücadele azim ve kararlığı içerisindedir diyorum, bu anlaşmanın hayırlara vesile olması dileklerimle saygılar sunuyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)