GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Bazı Kanunlarda ve 652 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:93
Tarih:25.06.2019

HDP GRUBU ADINA MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Batman) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Bazı Kanunlarda ve 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin geneli üzerine partim adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Teklifin ayrıntıları üzerine konuşmaya başlamadan önce iki şeyi söylemek isterim; birincisi şu: 23 Haziran tarihinde çok önemli bir seçim yaşadık. Bu seçimin galibi olan Sayın Ekrem İmamoğlu'na bu beş yıllık süre içerisinde candan başarı dileklerimi iletmek isterim. (CHP sıralarından alkışlar) Ama en az onun kadar Sayın Binali Yıldırım'ın da teşekkürü hak ettiğini düşünüyorum; çok nazik, naif ve saygılı bir seçim süreci yönetti. Ben gelecek açısından bunun umut verici olduğunu da belirtmek isterim.

Yine, ikinci olarak özellikle bir konuya dikkatinizi çekmek isterim: Şimdi, değiştirilmesi önerilen -teklif içerisinde önemli bir yer tutuyor- 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname. Bu 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname. Bunu niye söylüyorum? Şu anda hiçbir bakanlık -tırnak içerisinde söylüyorum- kanunla yönetilmiyor. Türkiye'deki bütün bakanlıklar kanun hükmünde kararnamelerle yönetiliyor. Sağlık Bakanlığı da bir kanun hükmünde kararnameyle yönetiliyor, Millî Eğitim Bakanlığı da kanun hükmünde kararnameyle yönetiliyor, diğer bakanlıklar da birer kanun hükmünde kararnameyle yönetiliyor. Evet, bu kanun hükmünde kararnameler daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunuluyor ve kanunlaşıyor. Hatta bunlar hakkında iptal istemiyle Anayasa Mahkemesine de başvuruldu ve bir biçimde Anayasa Mahkemesinin denetiminden de geçti ama sorun şu: Bir kanun hükmünde kararnameyle bakanlığı yönettiğiniz zaman, esasen o kanun hükmünde kararnamenin yapılış surecine Türkiye Büyük Millet Meclisini, milletin iradesini de yansıtmamış oluyorsunuz. Bu uygulamadan bir an önce vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Teklifin içeriğine gelince, birkaç önemli düzenleme içeriyor. Bir tanesi, çocuklarımızın ilkokula başlama yaşıyla ilgili bir düzenleme yapılıyor. Yine yükseköğretim öğrencilerine verilen yemek ve özel barınma hizmetlerine izin yetkisi Millî Eğitim Bakanlığından alınarak Gençlik ve Spor Bakanlığına veriliyor. Engelli vatandaşlara verilen özel eğitim desteğinin kapsamı yeniden düzenleniyor. Mesleki eğitime ilişkin birtakım düzenlemeler yapılıyor ve sözleşmeli öğretmenler ve sözleşmeli personelin görev süresine ilişkin birkaç değişiklik ile özel öğretim kurumlarına yapılacak yardımlara ilişkin düzenlemeler içeriyor.

Bunların her birisiyle ilgili partimizin genel olarak yaklaşımını sizinle paylaşmak isterim. Bunlardan ilki ilkokula başlama yaşı. Teklifle 66 ay olan ilkokula başlama yaşı 69 ay olarak yeniden düzenlenmektedir. Ayrıca, öğrencilerin gelişim düzeyine göre okula erken başlama veya geç başlamalarına olanak tanınıyor, bu konuda düzenleme yapma yetkisi de bir yönetmelikle Millî Eğitim Bakanlığına veriliyor. Şunu söylemekte yarar var, öncelikle şunu söyleyelim: Bu yasa, çocuklarımızın okula başlama yaşını

-tıpkı 6287 sayılı Yasa'da düzenleme yapılırken olduğu gibi- muallaklaştırmaktadır. Neden muallaklaştırmaktadır? Çocukların okula başlama yaşı esasen 66 aydan 69 aya çıkarılmakta fakat Millî Eğitim Bakanlığına çocukların gelişim düzeyine göre farklı ay ve yaşlarda da okula başlamaları için olanak verilmektedir. Bu ne demek? Bu şu demek: Diyelim ki çocuğunuz 69 aylık veya 66 aylık veya 72 aylık. Çocuğunuzun gelişim yaşının aslında okula elverişli olduğunu kanıtlamak için gidip bir yerlerden rapor almak zorunda kalacaksınız. Okula devam etme iradesi tam olarak sizde değil. Bir yönetmelikle bu düzenlemeyi yapma yetkisi Millî Eğitim Bakanlığına veriliyor. 66 aylık çocuğunuzun okula başlamasını istiyorsanız gidip rapor almak zorunda kalıyorsunuz veya 72 aylık çocuğunuzun okula başlamasını istemiyorsanız yine "Çocuğun gelişim düzeyi yeterli değil." diye gidip izin almak zorunda kalacaksınız. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Çocukların okula başlama yaşının net olarak belirlenmesi gerekir. Ayrıca bu, şöyle bir soruna da yol açacaktır: Çocuklarımız henüz eğitim yaşının başında damgalanmış olacaklardır, "gelişme yetersizi" olarak damgalanmış olacaklardır. Bu yüzden yasadaki bu ifadenin mutlaka çıkarılması gerektiğini düşünüyorum.

Şimdi, bu meselenin, bu hikâyenin başını yani okula başlama yaşıyla ilgili meselenin, hikâyenin başını anlatmakta yarar var. Şimdi, anımsanacağı gibi, kamuoyunda "4+4+4 yasası" olarak tarif ediliyordu, 6287 sayılı Yasa'yla kesintisiz eğitim uygulamasına son verilerek eğitim 3 ayrı kademeye bölündü. O zaman çocukların eğitime başlama yaşı 60 aya çekilmişti, 60 ay yani 5 yaşındaki çocuklar eğitime başlayabilecekti. 60 ay 66 ay olarak düzenlendi, şimdi de yasa bunu 69'a çıkarıyor. Bizler o zaman bu düzenlemeye karşı çıktık. Ben bir sendika avukatı olarak bu yasanın kendisine değil ama bu yasa uyarınca çıkarılan yönetmeliklerin iptali için dava açmıştım, buna karşı çıkmıştık. Bunun doğru olmadığını, bu eğitim yaşının düşürülmesinin doğru olmadığını; ülkemizin seçkin üniversiteleri, eğitim fakülteleri, önemli akademik kurumları bu konuyla ilgili görüşlerini açıklamışlardı. Ben şimdi sizlerle o görüşleri paylaşacağım, burada herhangi bir değişiklik olmadığı kanısındayım. Asıl sorun şu: Biz çocuklarımıza okul öncesi eğitimi veremediğimiz için, bu ülkedeki her çocuk okul öncesi eğitimden yararlanamadığı için, biz çocukların eğitime başlama yaşını düşürerek hem okul öncesi eğitim hem temel eğitim gibi bir hâle sokuyoruz; bu, büyük bir hata, büyük bir yanlış.

Türkiye'nin akademik ve bilimsel yeterliliği ile yetkinliğinden kuşku duyulmayan köklü üniversitelerinin görüşleri: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Fakülte Kurulu tarafından yapılan açıklama, 6287 sayılı Yasa tartışmalarının olduğu dönemde diyor ki Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi: "Zorunlu ilköğretime başlama yaşının bir yıl erkene alınması ve bunun sonucu olarak okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim dışına çıkarılması çocuğun gelişim ve eğitimine ilişkin bilimsel verilere uygun değildir. Bu yaş çocuklarının çoğu öz bakım gereksinimlerini bile kendileri karşılayabilecek temel eğitime hazır olmalarını sağlayan fiziksel ve zihinsel gelişimi gösterecek düzeyde olmayabilir. Daha önce denenmiş ve sakıncaları nedeniyle vazgeçilmiş olan bu yaklaşımın yeniden gündeme getirilmesi uygun değildir. Okul öncesi eğitime verilen önem ve sağlanan gelişmeler göz ardı edilmeyerek okul öncesi eğitim 60-72 ay zorunlu temel eğitim kapsamında ele alınmalı ancak 72 ayını tamamlamış çocuklar ilköğretime başlamalıdır."

Yine Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesinin bu konudaki görüşünü paylaşacağım sizinle: "Okul öncesi eğitimin tüm çağ nüfusuna zorunlu olarak iletilmemesi, okullaşma sürecine hazırlık açısından alt sosyoekonomik düzeyden gelen çocuklar aleyhine onarılması güç eşitsizlikler oluşturacaktır. Yeni taslakta 1'inci sınıf yaşı bir yıl öne alınmaktadır. Böylece 60-72 ay çocukları okul öncesi eğitime değil, 1'inci sınıfa alınacaktır. Bu uygulama pedagojik açıdan sakıncalıdır. Bu yaş çocukları, daha somut işlemler dönemine geçmediği için 1'inci sınıf becerileri arasında bulunan okuma yazma, basit sayısal değerlendirme ve işlemleri yapabilecek bilişsel düzeyde değildir. Müfredatı değiştirmek ise 1'inci sınıfta etkinlik ve verebileceğimiz bu becerileri bir yıl erteleme durumunu yaratacak ve ilköğretim 1'inci sınıfına ait olmayan becerileri bu sınıfa taşıyacaktır. O zaman, içerik açısından model 1+3+4+4 hâline gelecektir. Böyle bir sistem oluşumu bilimsel açıdan sakıncalı olduğu gibi, aynı zamanda hiçbir ülkede bulunmayan, anlaşılmaz bir bölünmeyi oluşturacaktır. Önerilen 4+4+4 modelinin ilk kademesi olan dört yıllık eğitim kavramı hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. Bilimsel araştırmalara göre çağ nüfusu bilişsel gelişim açısından ayrıştırıldığında 7-11 yaş somut işlemler, 12 yaş üstü ise soyut işlemler dönemi olarak belirlenmiştir."

Hacettepe Üniversitesinin de ODTÜ Eğitim Fakültesinin de benzer görüşleri var. Dolayısıyla 60 aydan 66 aya, 66 aydan 69 aya çıkarmak yerine, eski, uygulanmış, herhangi bir sakınca doğurmamış 72 ayda çocukların okula başlama yaşını belirlemeliyiz. Bu tartışmayı nihai olarak sona erdirebiliriz.

Bir diğer başlık: "Yükseköğrenim öğrencilerine verilen yemek ve barınma hizmetlerine izin verme yetkisinin Millî Eğitim Bakanlığından Gençlik ve Spor Bakanlığına verilmesi." Şimdi, bu yetkinin bir bakanlıktan alınarak bir başka bakanlığa verilmesiyle yükseköğretim öğrencilerinin esasen hiçbir sorunu çözülmemiş olacaktır. Bence sadece rakamlara bakmak bile buradaki esas sorunu hepimize gösterir.

Yükseköğretim öğrenci sayısı -2017-2018 rakamları bunlar- 7 milyon 560 bin, Kredi ve Yurtlar Kurumunun kapasitesi 629.762. Bu ne demek? Her 12 yükseköğretim öğrencisinden yalnızca 1'i devletin sunduğu barınma hizmetini, yemek hizmetini alabiliyor anlamına gelmektedir. Dolayısıyla esas sorun, buradaki yetkinin, özel barınma hizmeti veren, özel yemek hizmeti veren kuruluşları denetleme yetkisinin Millî Eğitim Bakanlığından alınıp Gençlik ve Spor Bakanlığına verilmesi değildir, çok daha önemli tartışmalar var. Bizim bu rakamı, 600 binlerde olan bu rakamı 7 milyon seviyesine bir anda çıkaramasak bile özellikle bütçenin buna göre düzenlenmesi konusunda adım atmamız gerekir kanısındayım. Kaldı ki bu 600 bin civarında yükseköğretim öğrencisine verilen hizmetin kalitesi de tartışmalıdır. Öğrencilerin büyük bir bölümü 6-8 kişilik odası olan yurtlarda kalmaktadır, barınma hizmeti alınan yerlerde nitelikli temizlik hizmeti verilmemektedir, etüt sorunları başlı başına bir sorundur, yaşam alanları da yeterli değildir. Dolayısıyla esas tartışmamız gereken konuların bunlar olduğunu düşünüyorum.

Yine, bu teklifle getirilen önerilerden bir tanesi de sözleşmeli öğretmenlerin -ve daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı personeli de eklendi- 4+2 olan çalışma süresinin 3+1'e çekilmesi. Bu iyi bir şey yani kötü bir şey değil ama sorunu ortadan kaldırmıyor. 2 tane temel sorun var, bir: Sözleşmeli personel uygulaması sadece Diyanet İşleri Başkanlığında ve Millî Eğitim Bakanlığında yok, neredeyse bütün bakanlıklar sözleşmeli personel çalıştırıyorlar. Dolayısıyla bunların içerisinden yalnız 2 tane kurumu çıkarmak ciddi bir eşitsizlik yaratmaktadır. İkinci sorun da şu: Bakın, sözleşmeli öğretmenlik uygulamasının kendisi başlı başına tartışmalıdır. Neden? Anayasa'nın 128'inci maddesi diyor ki: "Devletin asli ve sürekli hizmetleri memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle verilecek." "...asli ve sürekli görevler..." Şimdi, bu Meclis çatısı altında, eğitim hizmetinin devletin asli ve sürekli hizmeti olmadığını söyleyecek biri var mı? Yok. Eğitim hizmeti devletin asli ve sürekli hizmeti dolayısıyla dışarıdan sözleşmeyle personel alıp verebileceğiniz bir hizmet değil. Çünkü geçici bir hizmet sunmuyorsunuz, kalıcı ve sürekli bir hizmet sunuyorsunuz, bu hizmetin de memurlar eliyle verilmesi gerekir, kadrolu memurlar eliyle verilmesi gerekir.

Ayrıca, bu hizmeti verenlerin nitelikleri arasında da hiçbir fark yok. Aynı üniversitenin aynı bölümünün belki de aynı sınıfından mezun olanlar bugün Millî Eğitim Bakanlığında kadrolu, sözleşmeli ve ücretli olarak görev yapıyorlar. Yani bir okulda, bir sınıfta, aynı üniversiteden, aynı bölümden mezun olmuş biri kadrolu olarak görev yaparken diğer sınıfta sözleşmeli olarak, bir başka sınıfta da ücretli olarak görev yapılıyor. Bunun hukukla, eğitim sisteminin özüyle bağdaştırılmasına olanak yok. Bunun gerekçelerini biliyoruz, bunun da yerinde olmadığını şimdi size söyleyeceğim. Temeli şu: "Belirli bir ihtiyaç var." diyor Millî Eğitim Bakanlığı, "Özellikle kalkınmada öncelikli iller başta olmak üzere, ben öğretmen istihdamı konusunda sorun yaşıyorum, bu yüzden buralara sözleşmeli personel atıyorum." diyor. Ama bu, istisna olmaktan çıktı, yıllardır tek istihdam biçimi sözleşmeli öğretmenlik, yalnızca sözleşmeli öğretmenler atanıyor, yalnızca sözleşmeli öğretmenler; kadrolu öğretmen de atanmıyor. Bu sözleşmeli öğretmenler atanırken -bazı yerlerde ihtiyacınız varsa- ek ücret verebilirsiniz, lojman tahsis edebilirsiniz, hizmet puanıyla veya başka bir şekilde öğretmenlerin bu bölgede görev yapmasını teşvik edebilirsiniz ama bunun çözümü ücretli öğretmenlik değildir, bunun çözümü kesinlikle "ücretli-sözleşmeli-kadrolu" diye öğretmenleri ayrıştırmak değildir.

Başta da söyledim, yalnız Millî Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı personeline bu hakkın tanınması da sorunlu. Eğer bir düzenleme yapılacaksa biz bu konuda uzlaşabiliriz, diğer bakanlıklarda görev yapan sözleşmeli personelin de bundan yararlanmasını sağlayabiliriz.

Şimdi, yine bu yasa teklifi içerisinde bir başlık olarak mesleki eğitime ilişkin düzenlemeler var. Hep söyledim, yine söylüyorum: Eğitim kamusal bir hizmettir, bu hizmeti kamunun sunması esastır; özel eğitim ise olsa olsa istisna olabilir. Oysa bugün getirilen bu düzenlemeyle mesleki eğitim âdeta organize sanayi bölgesi yönetimlerine devredilmektedir. Bu ne anlama gelecek? Belirli mesleklere ait nitelikli eğitimin verildiği ve bu eğitimi almak isteyenlerin başvurduğu eğitim kurumları olması gereken meslek liseleri, sermayenin ara eleman ihtiyacını karşılayacak eğitim kurumları hâline getirilmektedir. Ayrıca, bu, mesleki eğitimin de çıraklık ve ustalık eğitiminin de en büyük sorunu olan çocuk işçiliğinin devlet eliyle teşvik edilmesidir. Mesleki eğitimin yönetimini OSB'ye devretmek çocuk işçiliğini çok daha fazla yaygınlaştıracaktır, dolayısıyla bu uygulamadan bir an önce vazgeçilmelidir.

Bir diğer başlık, özel eğitim kurumlarına destek meselesi. Şimdi, kamunun kaynaklarının hiçbir şekilde özel kurumlara verilmesini desteklemiyoruz, buna karşıyız. Birileri özel eğitim kurumu açmak isteyebilir, bunda bir sakınca yok ama başta da söyledim, kural, eğitim hizmetinin niteliği gereği kamusal olmasından dolayı devlet eliyle sunulmasıdır. Birileri özel eğitim kurumu açacaksa kendi olanaklarıyla açabilir. Bu ülkenin yoksul çocuklarının hakkı olan bütçenin özel eğitim kurumlarına "teşvik" adı altında verilmesini doğru bulmuyoruz. Hüseyin Çelik'in Millî Eğitim Bakanı olduğu dönemde ilk adımı atmıştınız "30 bin başarılı öğrenciyi özel eğitim kurumuna göndereceğiz." demiştiniz. O zaman bu düzenlemenin iptali için dava açılmıştı, Danıştay bu uygulamayı iptal etmişti. Hiçbir düzenleme olmadan Hüseyin Çelik "Ben hafta sonu sınav yapacağım." dedi. Bu açıklamadan -Danıştay o zaman yürütmesini durdurmuştu- daha sonra 1739 sayılı Yasa'da değişiklik yaparak buna bir yasal kılıf buldunuz. Bu uygulamadan da derhâl vazgeçilmelidir çünkü bu bütçe, bu ülkede yaşayan nüfusun tamamına aittir. İktidar olmak bu bütçenin bir kısmını özel kurum, kuruluşlara devretme hakkı tanımaz, bundan derhâl vazgeçilmelidir.

Şimdi, son olarak, bir konuya özellikle değinmek istiyorum. Sorun şu: Önümüzde dört yıllık seçimsiz bir dönemin olabileceği anlaşılıyor, dört yıl yani dört yıl boyunca bir şansımız olabilir ve seçimsiz bir dönem geçirebiliriz. Biz bu dönem içerisinde pek çok konuyu tartışabiliriz, eğitim başta olmak üzere bu ülkenin temel sorunlarını tartışabiliriz. Biz demokratik Anayasa tartışmasını bu dört yıllık süre içerisinde yürütebiliriz. Bu konuda Parlamentoyu oluşturan siyasi partilerin söyleyecekleri var, seçim baskısı olmadan tartışma şansımız var. Bizim açımızdan önemli başlıklardan bir tanesi, ana dilde eğitim sorunudur. Seçim baskısı olmadan, gerçekten, bölünme fobisi olmadan, azınlık tartışmalarına girmeden ana dilde eğitimi her yönüyle tartışma şansımız var. Bizim temel önerilerimizden bir tanesi de bu olacak.

Bakın, size uluslararası katılımlı Ana Dilde Eğitim Sempozyumu'ndan birkaç şey sunacağım. Bu, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası tarafından 2003 yılında, on altı yıl önce yapılmış bir uluslararası sempozyumun kitap hâline getirilmiş metni. On altı yıl önce bu sempozyum gerçekleştirildiğinde dinleyicileri arasında yer almıştım. On altı yıl önce umut doluydum; bu konuda ülkemizin önemli adımlar atabileceğine, yakın gelecekte bu sorunun çözülebileceğine inanıyordum. Aradan on altı yıl geçti ve bunun tamamında Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına bu ülkeyi yönetti ama bu on altı, on yedi yıllık süreç içerisinde ana dilde eğitim konusunda sorun çözülemedi, seçmeli ders olarak tanınma dışında önemli bir adım atılmadı. Oysa, bu konuda yapabileceklerimiz var. Ben size birkaç öneride bulunacağım -ortaklaşılabilecek şeyler- bir tanesi şu: Millî Eğitim Temel Kanunu ve eğitim yasaları çok dilli, çok kültürlü toplum gerçeği dikkate alınarak yeniden düzenlenebilir.

Ana dilde eğitim talepleri, bölünme ve azınlık sorunu olarak nitelendirilmeden kültürel ve siyasal çoğunluğun gerekleri olarak algılanıp insan hakları ve...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sözlerinizi bağlayınız Sayın Tiryaki.

MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Devamla) - ...demokrasi kapsamında tanımlanabilir, bunun kurumlarını sağlayacak çözüm yöntemleri geliştirilebilir, bu alanda uluslararası sözleşmelere konan çekincelerin tamamı geri çekilebilir.

Yine, emperyalist yayılmacılık, kültür emperyalizminin yayılması şeklinde karşımıza çıkmaktadır; bu durum, dünya halklarının kültür ve dillerini tehdit etmektedir. Bu anlamda, İngilizce dünya dili olarak dayatılmaktadır. Yabancı dillerde eğitim yapan okullar ana dilde eğitim yapan kurumlara dönüştürülebilir, yabancı diller ikinci, üçüncü eğitim dili olarak düşünülebilir.

Az veya çok konuşulmasına bakılmaksızın her dilde eğitim ve öğretim programları hazırlanabilir. Cerablus'a, Afrin'e Arapça kitaplar gönderen Millî Eğitim Bakanlığı bu ülkenin çocuklarına, Kürt çocuklarına da kendi dillerinde eğitim kitapları basıp bunun eğitiminin verilmesini sağlayabilir.

İyi bir dil eğitimi için öğrencilere iyi bir ana dili eğitimi verilmelidir. Bireyin kendi kültürünü özümseyip kendini ifade edebilmesi ve kişisel gelişiminin yanında...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Devamla) - Bitiriyorum Sayın Başkan.

BAŞKAN - Bağlayın sözlerinizi lütfen, buyurun.

MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Devamla) - ...toplumsal uyumunun daha kolay olabilmesi için, ortak dil Türkçe başta olmak üzere, herkesin kendi ana dilinde eğitim alması sağlanabilir. Bu amaçla Millî Eğitim Bakanlığında özerk bir çalışma grubu oluşturulabilir.

Biraz önce de söyledim, önümüzde seçimsiz bir dört yıl görünüyor; biz bunu bir fırsata çevirebiliriz, bu ülkenin temel sorunlarını tartışma şansımız var diyorum. Bu konudaki ümidimi, umudumu korumak istiyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Tiryaki.