GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Kuzey Atlantik Antlaşmasına Kuzey Makedonya Cumhuriyetinin Katılımına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:101
Tarih:11.07.2019

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok değerli milletvekili arkadaşlar; ilgili uluslararası ikili anlaşmalar hakkında partim Milliyetçi Hareket Partisi adına konuşmak üzere söz aldım, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın milletvekilleri, şair geçmişte yaşanmış birtakım olayları ifade ederken çok veciz bir şekilde bunları anlaştırıp şöyle der: "Maziye gömülmüş bile olsa her kalpte bir anı vardır, can yemek içmekle doysa da insanı yaşatan hatıralardır." Şimdi, bugün 11 Temmuz, tabii ki bizde de iz bırakan, hatıra babından acı, trajik yaşanmışlıkların yıl dönümü. 11 Temmuz 1995 tarihinde gönül coğrafyamızda gönlümüzü kanatan, bizi hicrana boğan, derin izler bırakan bir olayın 24'üncü yılını bugün maalesef hüzünlü bir şekilde yine idrak ediyoruz.

O günlere dair, şairin de ifade ettiği gibi anı olarak bende kalan bir iki şeyi hatırlatmakta yarar görüyorum. Bir tanesi, çok güzel bir ağıdımız vardır, göç göç olup göçlerin yola dizildiği, o aç susuz kadınların, yavruların, yaşlıların aç biçare hâldeki görüntüleri boğazımızda lokmalarımızı düğümleyen; ikincisi de eğitim için yurt dışında bulunduğum o yıllarda bir Bosnalı Süleyman amcayla aramızda geçen diyaloğu hatırlıyorum. Süleyman amca oğlu Emir'i Bosna'daki katliamda kurban etmişti ve maalesef sığınmacı olarak Londra'ya gelmiş ve bunlara zorunlu birtakım iskân yerleri gösterilmiş. Zaman zaman, böyle dertleştiğimizde, sigarasını yakarken bana demişti ki kendi ifadesiyle, kendi şivesiyle: "Çamil, Türkiye'ye gittiğinde bana ne olur oğlum Emir'in katledilirken avucuna çizilen o haçı bugün gözümün içine sokarcasına boyunlarına takanlara hiç değilse simgesel de olsa bir cevabım olsun, bana ay yıldızlı kolyeler getir." Tabii, bunu unutamadım. Yerine getirdim ama bende öyle bir anıdır bu.

Efendim, bugüne kadar, bu saatlere kadar, gerçekten, uluslararası sözleşmelerle, anlaşmalarla, yapılarla ilgili birtakım şeyler söylendi. Şimdi, bakınız -yine bu olayın bende bıraktığı bir iz- geçen haftaki heyetteki arkadaşlardan bazıları buradadır, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği toplantısındayız. Hiç alakasız, güvenlikle ilgili bir meseleye, sırf Türkiye'yi bir yere sıkıştırma... Bu kürsülerden, hani, böyle, timsah gözyaşlarıyla ifade ediliyor ya "Avrupa Birliği şu tür yasaları getirecek; şu tür uygulamaları, yaptırımları uygulayacak. Amerika da bir taraftan ağzını açmış, aslında şirketlerle bağlantılı CAATSA cezai müeyyidelerini uygulayacak. Onun için ayağımızı denk alalım." Yani bu "Yıllardır bize dayatılan o sopa ve havuç politikalarına ayak uyduralım, devam edelim." babından söylemlere karşı söylüyorum: Bakın, güvenlikle ilgili bir mesele tartışılıyor, bir rapor var. Raportör Rum kesiminden ve aynen yüz dört yıl önce bu coğrafyada ecdadımızın barış adına zorunlu bir tehciri bir katliam görüntüsüne sokulup tarihi, siyaseti, hukuku katledercesine birtakım cümleler dercedilmeye çalışılıyordu. Hâlbuki -o gün de söyledik- mademki bir gerçek soykırım hikâyesini bu rapora dercetmek istiyorsan daha sıcak, daha yeni, acısı geçmemiş, yirmi dört yıllık mazisi olan bir olayı niye koymuyorsun? Hâlâ kemikleri bulunamayan, mezar yerleri tespit edilemeyen bir sürü masum insan var. Bunların hiç mi sizin maşeri vicdanınızda karşılığı yok? Ama maalesef, demokrasi böyle bir rejim aynı zamanda. Hani diyorlar ya "Var olanların en iyisi." Bazen insan tersten okumak istiyor. Parmak rejimi -kaldırıyorsun- orada batıl, hak; hak, batıl gibi dayatılıyor.

Acıdan, kederden, geçmişe dair anılardan söz açılmışken ben biraz daha yakın gelecekten yine beni çok etkileyen ikinci bir olayı da ifade etmek istiyorum bu vesileyle. Geçen hafta Hakkâri'de 2 şehidimiz vardı. Şırnak'ta da 2 şehidimiz vardı; 2 yavrumuz, rızık peşinde, çobanlık yaparak ekmeğinin derdinde olan 2 kardeşimiz katledildi. Diğer 2 şehidimizden biri üsteğmen, biri uzman onbaşı. Bende bıraktığı izlerden bir tanesi şu: Şırnak'taki olayda şehit edilen o çoban kardeşlerimizden birinin engelli olması gerçekten katmerli bir acıya, kedere boğdu beni. Öbürü de -hani, bize müttefik olan, işte bu kürsülerden onların dayatmalarını savunan, anlatan, bize ders vermeye çalışanlara hatırlatmak istiyorum- yıllardır, yetmiş yılı aşkın bir müttefiklik hukuku bırakılıp, teröristlerle iş birliği yapılıp onlara temin edilen uzun namlulu silahlarla şehit edilen 2 yavrumuz, 2 kardeşimiz; işte bende bu yakın geçmişe dair gerçekten ikinci bir iz bırakan acı ve keder.

Saygıdeğer milletvekilleri, artan dünya nüfusuyla ters orantılı olarak azalma eğilimi gösteren dünya kaynaklarının uluslararası boyutta, ülkelerarası iş birliği ve mücadeleyi daha hızlı, daha etkin ve daha riskli boyutlara taşıdığına tanıklık etmekteyiz. Dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte 3'ünü oluşturan, adına "G20" dediğimiz ülkelerin kendi bünyelerinde ekonomiden ticarete, güvenlikten savunmaya, çevresel ve doğal kaynakların tüketimine kadar çok boyutlu bir alanda kıyasıya mücadele ettiklerine tanıklık ediyoruz ya da iş birliği arayışı içerisindeler.

Bugün dünyanın öncelikli küresel sorun olarak uluslararası her boyutta ve platformda gündeme getirdiği sorunların başında göç ve terör gelmektedir. Mukayeseli ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliğinin gündeminde yoğunluklu ifade edilen ekonomi ve güvenlikten kaynaklanan göç noktasında maalesef, Türkiye en yüksek bedeli ödemektedir. Benzer durum terör bağlamında da zikredilebilir. Yani dünyadaki bütün uluslararası platformlarda bugünlerde, NATO Parlamenterler Asamblesi olsun, Avrupa Birliği olsun, Avrupa Güvenlik İşbirliği olsun, sıklıkla zikredilen, efendim, IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi, bir tornadan çıkmış, türevleri olan bir terör örgütüyle muhatap, onu ciddiye alıp onunla ilgili konuşmak... Hâlbuki Türkiye, bunun çok boyutlu, farklı şekillere bürünmüş, gerçekten daha büyük yapılarıyla tek başına mücadele ederken yalnız bırakılmaktadır.

Şimdi, tabii, bu iki önemli husus gündemde çok ağırlığını hissettirirken, tabii, bunun yanı sıra -konuşmacı arkadaşlar bizden önce de zikrettiler- üçüncü bir boyut... Bakın, bir taraftan çevresel sorunları dile getiriyorsunuz ama bir Paris Anlaşması yapılmış, iyi kötü bir anlaşma var. Yani "Bundan sonra tedbir alalım, kirletmeyelim dünyamızı, Kuzey Kutbu'nu, eritmeyelim buzullarımızı." bağlamında bir anlaşma ama anlaşmadan tek taraflı çekilen bir taraf, bir grup; en fazla feryadını o yapıyor, itiraz ediyor. Anlaşılır gibi değil. Aynı şey nükleer silahlanma için de geçerli. Allah'a şükür, bize zorla soykırım deli gömleğini giydirmeye çalışanların dünyada ne zaman ve nerede nükleer silah kullandıklarını tarih biliyor, belgeler söylüyor, insanlık da buna şahit.

Şimdi, bir ülkeyi köşeye sıkıştırma adına "Efendim, uranyum zenginleştirme projelerinden vazgeçilsin." derken yanı başında kendisi bunun âlâsını gerçekleştiren bir başka ülkeye hiçbir zaman söz söylenmiyor ve çifte standart uygulanıyor.

Şimdi, diğer bir boyut, yine, bizi doğrudan ilgilendiren, tüketiyoruz. Tükenen enerji kaynakları tabii ki uluslararası rekabeti biraz düzensiz hâle getiriyor, orantısız hâle sokuyor. Şimdi, Doğu Akdeniz'de sanki biz bir anda Fatih ve Yavuz'u gönderdik, kendi kafamıza göre petrol aramasına başladık, hidrokarbon arıyoruz. Yok. Ne olur ya, bir olayı başından sonuna, bir sebep-sonuç ilişkisi kurarak -biz Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçekten en yüksek, ali makamı olan yasamanın bir parçasıyız burada- bir doğruyu ifade edelim, hikâyenin başına bir gidelim: İlk defa Rum kesimi burada hidrokarbon kaynak arayışı sürecini başlattı ve inanın, Avrupa Birliği dâhil dünyada tık yok, hatta o bölgedeki Arap Ligi'ni oluşturan devletlerden de tık yok maalesef ama ne zaman ki Türkiye garantörlük hakkını kullanarak, Kıbrıs'ın da davetiyle, bölgeye Fatih gemimizi gönderince kıyamet koptu; peşine Yavuz gidince, aman ya Rabbi, yaptırımlar peş peşe gazetelerde, bütün dünya basınında sayılmaya başlandı ve burada da ifade ediliyor.

Şimdi, Allah aşkına, biz kimden yanayız? Biz nerede duracağız, pozisyonumuzu nerede alacağız? Hani bizim ali menfaatlerimiz, hani bizim ortak müştereklerimiz, hani ülkenin çıkarları? Biz pozisyonumuzu nerede alacağız? Onun için, gerçekten, baktığımızda, bu tür çifte standartlara ne olur birazcık itiraz edip sesimizi hep beraber çıkaralım. Biz bunu çok net bir şekilde ortaya koyuyoruz.

Saygıdeğer milletvekilleri, işte, bu hâlimizin pürmelal durumu içerisinde, Allah'a şükür, muhtaç olduğumuz kudretimiz var bizim. Biz bunları yeni yaşamıyoruz, tarih bunlara şahitlik etmiştir. Bu coğrafyanın jeopolitiği bize böyle yüksek bir misyonu her zaman vermiş, bundan sonra da vermeye devam edecektir.

Onun için, sözlerimi şöyle bitirmeye çalışacağım: Sayın milletvekilleri, gerek millet ve gerekse onun sistematik yapısı olan devlet, tüm kurum ve kurullarıyla ortak bir tavır sergileme sorumluluğu taşımaktadır. Bizim Milliyetçi Hareket Partisi olarak veciz bir söylem hâline getirdiğimiz "Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben." düsturu zamanın ruhuna uygun bir şekilde, önceliğin ülkenin ve milletin ali menfaatleri olması noktasında millî duruşun bir simgesi olarak kendini çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır çünkü yaşadığımız coğrafyanın jeopolitik güçlüğü ve sahip olduğumuz sosyokültürel kadim değerlerimizin yüklediği yüksek misyon Türkiye'yi daha hassas, dikkatli ve dengeli bir dış politikaya yönlendirmektedir. Ancak böyle bir davranış ve sorumluluk bilinciyle Türkiye'yi çevreleyen uluslararası sorunların üstesinden gelebilmeyi başarabiliriz. Unutmayınız ki zaman kendisini ihmal edenlerden hesap sorar, aynen bizden yüz yıl önce sorduğu hesap gibi.

Dolayısıyla, bugün, bu kürsülerden Türkiye'mizin neresinde olursa olsun münferit birtakım olayları genele teşmil ederek bunu sistematik bir yapıya büründürme girişimleri beyhude ve boşunadır. Asıl dikkatlerinizi çekmek istediğim sistematik bir şey var, o da bin yıllık kardeşlik hukukumuza halel getirmeyi hedefleyen terör belası. İşte, biraz önce konuşmamın bir yerinde zikrettiğim gibi, Şırnak'ta kaybettiğimiz, helal rızkı peşinde koşan 2 kardeşimiz bunların çok açık, net bir örneğidir.

Eğer söz konusu uyuşturucu ve maddeyle mücadeleyse ta başından, sistematik olarak bunu kaynak hâline getiren yapılarla mücadeleyle başlayacağız, bunu yapmak zorundayız. Ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin hâlihazırda gerçekten bir sistematiğinden söz edilecek olursa, evet, onlar sistematik bir terörize etme rüyası görürken, bunu uygulamaya çalışırken Türkiye Cumhuriyeti devletinin de Allah'a şükür, sistematik olarak görüldüğü her yerde "son nefes, son nefer" diyerek terörle kıyasıyla mücadele etme azim ve kararlığı vardır diyorum, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)