| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Türkiye'nin millî güvenliğine yönelik ayrılıkçı hareketler, terör tehdidi ve her türlü güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli her türlü tedbiri almak, Irak ve Suriye'deki tüm terör örgütlerinden ülkemize bundan sonra da yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek ve kitlesel göç gibi diğer muhtemel risklere karşı millî güvenliğimizin idame ettirilmesini sağlamak, Türkiye'nin güney kara sınırlarına mücavir bölgelerde yaşanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan tek taraflı bölücü girişimler ve bunlarla ilgili olabilecek gelişmeler istikametinde Türkiye'nin menfaatlerini etkili bir şekilde korumak ve kollamak, gelişmelerin seyrine göre ileride telafisi güç bir durumla karşılaşmamak için süratli ve dinamik bir politika izlenmesine yardımcı olmak üzere hudut, şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tayin olunacak şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerektiği takdirde sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesi |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 3 |
| Tarih: | 08.10.2019 |
HDP GRUBU ADINA HİŞYAR ÖZSOY (Diyarbakır) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Cumhurbaşkanlığının sınır ötesi operasyonlara yönelik tezkeresi hakkında grubum adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle şunu belirteyim: Memleketin genel siyasi iklimine, basına, siyasetçilere bakıyoruz, savaş tamtamları çalıyor, miğferler takılmış, silahlar kuşanılmış, hatta fetih duaları bile okunmuş -öyle görünüyor- herhâlde Trump ile Putin'den bir "Gazanız mübarek olsun." desturu bekleniyor. Böylesi bir durumda biz HDP olarak bu tezkerelere içimiz yana yana "evet" demeyeceğiz, gönül rahatlığıyla "hayır" diyeceğiz, başta söylemek istedim bunu. Konuşmamın devamında, Türkiye'nin bu sınır ötesi operasyonlarla, bu tezkerelerle ve genel olarak da Suriye politikasıyla nerede olduğuna dair fikirlerimi paylaşacağım.
Geçen sene yine bu konu üzerinde grubum adına ben konuşmuştum, başka siyasi partiler konuşmuştu, hatta başka siyasi partiler bu tezkerelerin bir çözümsüzlük işareti olduğunu ifade etmişti. Bu sene belli ki anlayış biraz değişmiş. Kırk yıldır bu ülkede sınır ötesi operasyonlar oluyor, kırk yıldır. Geldiğimiz noktada, şu an geldiğimiz noktada Türkiye, Kürt meselesi konusunda en kritik, en buhranlı dönemini yaşıyor. Hatta terör ve terörle mücadele söylemi o kadar çok gelişmiş ki altında Kürt meselesi olduğunu yani odadaki büyük filin Kürt meselesi olduğunu artık kimse tartışamıyor bile. Altı yıl önce ben burada değildim, bu Mecliste değildim, yurt dışındaydım, altı yıl önce bu Mecliste Kürt meselesi konuşuluyordu, çözüm konuşuluyordu, analar ağlamasın, çocuklar ölmesin konuşuluyordu, beş yılda geldiğimiz nokta gerçekten hayret verici.
Kıymetli arkadaşlar, Türkiye'nin Suriye politikası baştan beri iki yolda ilerliyordu. Birincisi: "Esad'ı iktidardan düşüreceğiz, kendimize yakın bazılarını iktidara getireceğiz, nüfuz alanlarımızı genişleteceğiz." Bu, birincisiydi. İkincisi: "Her ne şart altında olursa olsun Kürtlerin Suriye'de özerk bir bölgeye sahip olmasının önüne geçeceğiz." Birinci amacı çoktan bıraktı bu Hükûmet. Aslında geç bıraktı çünkü 2014'ten itibaren dünyada Özgür Suriye Ordusu denilen yapıya verilen destek düşmüş, Türkiye, ısrarla, dünyanın desteklemeyi bıraktığı bütün grupları her türlü destekle ayakta tutmaya çalışıyordu, hâlâ öyle. Sonra ne oldu? Sonra, alttan alta "katil Esed" dedikleri rejimle görüşmeler yapıldı. Şu an itibarıyla da yapılıyor, Türk istihbaratı şu an Esad'la düzenli olarak görüşmeler yapıyor. Şu an, bir taraftan aslında Esad'a laf atarken diğer taraftan Esad'la görüşüp acaba birlikte yine bu "Kürt, anasını görmesin." siyasetini nasıl sürdürebiliriz üzerine birtakım politikalar uygulanıyor.
Suriye savaşının El Kaide, El Nusra türevi bütün bu yapıları, örgütleri, çeteleri, ister kabul edin ister etmeyin, şu an Türkiye'nin resmî himaye ve garantisinde. Bunu niye söylüyorum? Astana sürecini biliyorsunuz, "dostum Putin" "dostum Ruhani" üzerinden bir sürü söylem, medyada, özellikle seçim dönemlerinde kullanılan bu söylemler aslında şöyle bir gerçeğe işaret ediyor: Astana süreci, Esad karşıtı güçlerin Türkiye eliyle tasfiye edilmesi sürecidir ve bu rejim karşıtı güçlerin aslında tasfiyesinin taşeronluğu verilmiştir; bu kadar nettir. Bakın, Esad'ı destekleyen bütün güçler peyderpey geri çekildiler, şu an İdlib'de sıkışmış durumdalar. İşin doğrusu, İdlib'de onlar da yok, Heyet Tahrir el-Şam onları daha geriye itmiş, şu an İdlib'in denetimini eline almış ve şu an eğer Rusya ve Esad İdlib'i darmadağın etmiyorsa bunun tek sebebi Avrupa ve Amerika'nın çekinceleridir, onların koydukları sınırdır.
Kıymetli arkadaşlar, ne yapıyor Türkiye, bu daha önce Esad'la savaşan kesimleri toparlayıp, derleyip ne yapmaya çalışıyor gördük. Afrin'de o işgal esnasında ne yapıldığını gördük kıymetli arkadaşlar.
Ben şimdi size şunu söyleyeyim, hem muhalefete hem iktidara: Afrin işgali için ne denildi? İsim neydi? "Zeytin Dalı" dediler değil mi, Zeytin Dalı! Çok önemli, çünkü özellikle son otuz kırk yıldır dünyada kim savaş yapıyorsa ilk önce güzel isimler buluyor. Mesela Amerika Irak'a müdahale ettiği zaman işte "özgürlük" ismini koydular, kimisi "umut" diyor yani savaşın yaratacağı vahşetle ilgisi olmayan birtakım tanımlamalar yapılıyor. Ne oldu Afrin'de? 150 bin insan, çoğu Kürt, yerlerinden edildi, gönderildiler. Şu an Şehba bölgesinde, başka yerlerde kamplarda yaşıyorlar. Başka ne oldu? Binlerce zeytin ağacı kesildi. Hatta iş o kadar pervasızlaştı ki Afrin'deki zeytinler ve zeytinyağları talan edilip Avrupa pazarlarında satışa sunuldu ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin Tarım Bakanı çıkıp "Evet, biz bunu yaptık." diyebildi. Ganimet, savaş ganimeti... Niye? Çünkü oradaki yapıları finanse etmeniz lazım. Oradaki yapılar kim, Türkiye'nin şu an vesayet savaşını orada yürüten gruplar, kim, gerçekten biliyor musunuz? Bunun bir araştırmasını yaptınız mı?
Bakın, ben size teyit edemediğim, aldığım bir bilgiyi söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ordusunun komutanları, bölgede olanlar görüyorlar, hatta birçoğunun aklında şöyle kaygılar var: "Ya, biz Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak bu kadar çeteci çapulcuyla ne yapıyoruz?" diye ciddi ciddi de düşünüyorlar.
Bunu niye uzatarak söylüyorum kıymetli arkadaşlar? Şimdi de Gaziantep'te iki tane yapıyı yan yana getirip "Suriye millî ordusu kuruldu." dediler. Suriye millî ordusunun da ilk söylediği şey: "Biz gireceğiz. Biz de Fırat'ın batısına gireceğiz, orada terörle mücadele edeceğiz." Maşallah! Suriyeli güçleri Türkiye ordu olarak organize edip onları Fırat'ın doğusunda kullanacak. Buyursunlar, kullansınlar, ellerini tutan yok. Yalnız şöyle bir durum var arkadaşlar: Şu güvenli bölge tartışmasını bence bizim bu Mecliste biraz konuşmamız lazım. Güvenli bölgeden kasıt eğer sınır güvenliği ise aslında Türkiye'nin kaygılarını birçok kesim anlıyor, diyorlar ki: "Türkiye, sınırın öte tarafında birçok güvenlik riski var, kendisini bir güvenli bölge boyunca korumak istiyor." Şimdi, bundan kaygı eğer sınırın diğer tarafından kurşun sıkılacak, roket atılacak ise, bizim güvenliğimiz yoksa bu oturulur, tartışılır fakat arkadaşlar, ortada şöyle başka bir durum var: 700 kilometre zaten kocaman bir duvar çekmişsiniz oraya, tel örgüler var, mayınlar var, sınırın bu tarafında onlarca güvenlik önlemi alabilirsiniz pekâlâ; niye özellikle sınırın diğer tarafında, niye özellikle 30 kilometre derinlikte?
Bizim düşüncemiz şudur: Türkiye Cumhuriyeti devletine şu an hâkim olan mantığın söylediği güvenlik kaygıları doğru değildir, yerinde değildir ve çarpıtmadır. Birazdan göstereceğim, niye olduğunu söyleyeceğim.
Buradan hedeflenen şey sınırın karşı tarafından buraya gelebilecek somut tehditler değil; açıkçası, Kürtlerin Suriye'de Kuzey Irak'takine benzer bir özerk bölgeye sahip olmaları ciddi bir tehlike olarak görülüyor yani ulusal güvenliğe tehdit olarak görülen orada bazı militanların Türkiye'ye kurşun sıkması filan değil, Kürtler tıpkı Irak'ta olduğu gibi özerk bir yönetime sahip olabilirler ve bu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerine kurulu olduğu temel ideolojiyi çelen bir şeydir. Bunu niye söylüyoruz?
Arkadaşlar, geçen gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, biliyorsunuz, Cumhurbaşkanının bir açıklaması oldu, bayağı da tartışıldı. Cumhurbaşkanına bu bilgi notlarını veren her kimse, biz kendisine önerelim buradan, hemen görevden alsın gerçekten kendisini. Cumhurbaşkanı konuşmasında şöyle yapmıştı... Şu fotoğrafı ben bulabildim, iyi çözünürlüğü yok ama görüyorsunuz, bu konuşma... Burada, şu gördüğünüz harita aslında şunu hatırlattı: Siyasete girmeden önce Amerika'da üniversitede akademisyendim, Orta Doğu dersini verirken, Orta Doğu'da İsrail ve Amerika politikalarını eleştirirken, Amerikalı çocuklar kendi devletlerinin ne tür bir rezaletin içerisinde olduklarını görsünler diye şu haritayı sürekli olarak kullanırdık gerçekten. 1948'den günümüze kadar İsrail'in peyderpey, adım adım Filistin topraklarını işgal ve ilhakı; bunun resmidir aslında. Sonuna kadar gayrimeşru, bütün uluslararası hukuka ters ve son derece vahşi bir politika. Filistin'i tamamen yok etmeye çalışan bir mantığı teşhir eden bir haritadır. Fakat Cumhurbaşkanı bu konuşmasından sonra başka bir fotoğraf daha gösterdi, başka bir harita, şu haritayı gösterdi arkadaşlar. Bu da planlanan güvenli bölge haritası. Belki Türkiye'de yandaş medya bunları vermiyor ama bu iki görüntüyü, bu iki resmi üst üste kullanması gerçekten -Birleşmiş Milletler Genel Kurulunu takip edenler bilir- ciddi bir alay konusu oldu.
Arkadaşlar, bu "güvenli bölge" dediğiniz yerde insanlar yaşıyor ya. Kürtler yaşıyor, Araplar yaşıyor, Keldaniler yaşıyor, Yezidiler yaşıyor, insanlar yaşıyor; insansız bir coğrafya değil. Şu an güvenli bölgeyle kastedilen şey şudur: Bir taraftan...
Ha, bu arada 30 kilometre... Başka bir şey daha söyleyeyim konuşmayı derinleştirmeden önce. Şu, Cumhurbaşkanının 2019 yılında BM Genel Kurulunda gösterdiği harita. Peki, şu ne dersiniz, şu? Böyle, kameralar da iyi çeksin. Bu, Hafız Esad'ın Arap kemeri politikası. Çok büyük bir görsel benzerlik var, içerik olarak da benzerdir farklılıkları olmakla birlikte. 1965'te Baas Partisinin, iktidar partisinin nefretle bahsettiği Baas Partisinin Kürtlerin yaşadığı bölgeleri Araplaştırma haritası bu. Ne yaptılar? O zaman 150 bin Kürt'ü, çiftçiyi topraklarından ettiler, topraklarını devlet mülkü hâline getirdiler. Sonra Dera'dan, Humus'tan, İdlib'ten, Rakka'dan getirdikleri Arapları Kürtlerin meskûn olduğu o alanlara yerleştirdiler. Buna "Arap kemeri politikası" diyorlar. Şu an Cumhurbaşkanının iştahla dillendirdiği şey nedir? Dünyaya söylüyor, özellikle Avrupalılara: "Siz müsaade edin, hatta parasını da siz bize verin -25 milyar euro tutuyor- biz o bölgeyi güvenli bölge yapalım. E, tabii, Kürtleri oradan çıkaracağız." Yerine kimi yerleştireceğiz? Yerine, Suriye savaşının artığı olarak hayatları parçalanmış, bir şekilde Türkiye'ye sığınmak zorunda kalmış olan insanları biz buraya yerleştireceğiz.
Kıymetli arkadaşlar, etik olan, insani olan, ahlaki olan, doğru olan siyaset şudur: Tabii ki Suriye'de, bu bölgelerde, şu "güvenli bölge" olarak tariflenen bu alanın içerisinde daha önce yaşayıp şu bu sebeple ülkesini terk etmek zorunda kalan bütün insanların tekrar bu bölgeye girmesi için hepimizin çalışması lazım. Biz HDP olarak sonuna kadar buna da destek veriyoruz, yalnız bir şartla; Tel Abyad'dan çıkan insanlar Tel Abyad'a gelsin, Serekaniye'den çıkanlar oraya gelsinler, Resulayn'dan çıkanlar oraya gelsinler. Fakat siz "Hama'dan, Humus'tan, Deyr el Zor'dan, Rakka'dan, oradan buradan insanları biz getireceğiz, bu bölgeye yerleştireceğiz." derseniz, bir, savaş suçu işlemiş oluruz; iki, insanlığa karşı suç işlemiş olursunuz; üç, önümüzdeki dönemde Suriye'de halklar arasındaki onlarca kavganın tohumlarını atmış olursunuz. Dolayısıyla, evet, mülteci meselesine çözüm bulmak gerçekten gerekli. Bu insanları zorlamadan, ikna ederek ama ülkelerinde belli bir istikrarın da sağlanmasını temin ederek oraya göndermek lazım. Fakat nüfus mühendisliği yapmak yani şu Hafız Esad'ın, Baas Partisinin bu demografik mühendisliğini, bu etnik kırımını tekrar kırk elli yıl sonra tedavüle sokmak en büyük suç olur.
Kıymetli arkadaşlar, güvenli bölge meselesine tekrar döneyim, zamanım az kaldı, toparlamaya çalışayım. Sınırın diğer tarafında IŞİD varken Türkiye'nin vurduğu tek bir sivil yoktur bütün sınır boyunca, sınırın kontrolü IŞİD'de olduğu zaman -2014-2015, kayıtlara bakabilirsiniz, "check" ettik- ve Türkiye'nin, IŞİD'in kontrolündeki sınır kapılarından sınır ticareti var, resmî. Şu an cezaevinde olan kıymetli Grup Başkan Vekilimiz İdris Baluken bunu Meclis gündemine de taşımıştı. IŞİD'in kontrolündeki kapılardan sınır ticareti yapılıyordu ve gidiş gelişler oluyordu. Ne zaman ki Kürtler sınır kapılarını aldılar, sınır ticareti kesilmekle kalmadı, aynı zamanda o sınırda olan sivil, militan herkes hedef hâline geldi ve Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevinin verilerine göre, Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır hattında öldürdüğü sivil sayısı 422'dir. Rakam farklı olabilir fakat arkadaşlar, savaş çıktığı zaman ölüm olur. Şimdi, savaş çıksın, efendim, biz işte sadece, gideceğiz, bazı militanları, örgüt militanlarını tutacağız, yok edeceğiz falan; yok böyle bir şey.
Bu vesileyle Tabipler Birliğine buradan tekrar saygıyla selamlar göndermek istiyorum. Hatırlıyorsunuz, Afrin işgali öncesinde Tabipler Birliği çıktı, hiçbir şey demedi, tek bir şey dedi: "Savaş bir halk sağlığı sorunudur." Bu ülkenin doktorları bunlar. Niye? Çünkü savaş çıktığı zaman insanlar ölür; sivil de ölür, yaşlı da ölür, genç de ölür, insanlar ölür. Dolayısıyla savaşın çıkmaması hepimizin faydasınadır. Bu kadar milliyetçi hezeyanların yükseldiği bir dönemde biz şunun farkındayız: Barış istemek, barışı savunmak öyle kolay bir şey değildir. Türkiye'nin şu ikliminde cezaya en fazla çarptırılanlar barışı savunanlardır. Mesela barış akademisyenlerini biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi sonra beraat ettirdi, üç yıl süründürdükten sonra. Doktorlar, bu ülkenin doktorları, insan sağlığıyla ilgilenen doktorları "barış" diyor. Dolayısıyla biz hem ana muhalefetten hem de iktidar partisinin içinden, diğer siyasi gruplardan gerçekten vicdanına ve aklına göre oy kullanmasını istiyoruz.
Ben şunun farkındayım: Birçok insan bu tezkerelerle bu meselenin çözülmeyeceğinin çok iyi farkında. Niye farkında? Orta Doğu'da 40 milyon Kürt var, 4 ülkede yaşıyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün itibarıyla bu Kürtlerle ne yapacağını bilmiyor, büyük bir kriz içerisinde. Türkiye, sınırlarında yaşayan Kürtlerle ne yapacağını bilmiyor. Pozitif anlamda söylüyorum, bildikleri tek şey "E, son terörist ölene kadar biz saldıracağız, vuracağız, kıracağız." Denendi. Sadece siz denemediniz kendinizi, sizden önce deneyenler oldu. Bakın, Kenan Evren de denedi, Demirel döneminde denendi, 90'larda denendi, daha öncesinde denendi, cumhuriyetin ilk dönemlerinde denendi, 29 tane isyan çıktı ya. Siz, bütün bu milliyetçi söylemlerin ötesinde, aklıselim bir şekilde çıkıp burada "Ya, Orta Doğu'da 40 milyon Kürt var. Biz bunlarla ne yapacağız?" sorusunu sorabiliyor musunuz? Buna dair pozitif anlamda bir şey söyleyebiliyor musunuz? Gerisi çok kolaydır. Şu dönemlerde en fazla prim eden, en kolay tüketebileceğiniz argümanlardır: "Sonuna kadar terörle mücadele edeceğiz, vuracağız, kıracağız." Sonuç ne? Sonuç -geçen sene bu kürsüde bu konu hakkında yaptığım konuşmamda söylemiştim- bir dönem Başbakan olan, Parlamento Başkanı olan -bir önceki- Binali Yıldırım, 2010 yılında, bu kavganın, Kürt meselesi bağlamında yaşanan bütün bu kavganın bu ülkeye maliyetinin 1 trilyon dolar olduğunu söyledi. Mehmet Şimşek daha azını söylemişti, 500 milyar dolar. Bu, ekonomik tarafı. İnsani boyutuna hiç girmek istemiyorum. İnsani boyutu "..."(x) edilemez yani matematik olarak rakamlara vuramazsınız; her biri can, insan.
Şimdi, insanlar savaş alanlarına sürülecek, görünen o. Suriye konusunda ve Kürt meselesi konusunda bizim düşüncemiz şudur: Kıymetli arkadaşlar, biliyorsunuz, Suriye'de bir Anayasa Komitesi çalışması var. Hepimizin çıkarınadır; Türkiye'nin, Türkiye'de yaşayan herkesin, Türklerin, Kürtlerin ve Suriye'de yaşayan bütün halkların çıkarınadır. Bir an önce Suriye'de istikrarlı, demokratik bir rejimin ortaya çıkması gerekiyor. İnanın, mülteciler meselesi de ancak bu şekilde çözülür, Kürt meselesine de ancak bu şekilde tekrar normal parametrelerde yaklaşma imkânı elde edersiniz.
Şu an masaya bakıyoruz, masada Ruslar var, Amerikalılar var, Türkiye var, İran var, o var, bu var, bir tek Suriye'de yaşayan halklar o masaya oturamıyorlar. Sadece Amerika için değil, Suriye'de olan bütün yabancı ülkelerin oradan çıkması gerekiyor zaman içerisinde ve bununla birlikte, buna paralel olarak Suriye'de yaşayan bütün halkların, Kürtler de dâhil olmak üzere...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Özsoy, tamamlayalım.
Buyurun.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - ...bir an önce, bu, Suriye'deki çözüm sürecini bizim ilerletmemiz gerekiyor. Ama, tam da aslında, bu barış, Anayasa Komitesi, siyasi diyalog tartışmalarının olduğu bir dönemde Türkiye Cumhuriyeti'ne hâkim olan mantık gayet de itaatçi bir mantık; şu an "Suriye'de kocaman, büyük bir savaş cephesi daha açalım, başka yaralar açalım ve Suriye'deki çözümü biz mümkün mertebe erteleyelim." mantığını güdüyor.
Kıymetli arkadaşlar, tercih tabii ki bu ülkeyi şu an yönetenlerin, kollarını, ellerini tutacak, bağlayacak filan hâlimiz yok ama bu yanlıştır. Koca bir yanlışın altına imza atıyorsunuz, bu yanlışın faturasını sadece Hükûmet olarak, siyaseten siz ödemeyeceksiniz. Zaten şu ana kadar Suriye politikasında yaptığınız hatalar yüzünden insanlar iktidar partisine bedel ödetmiştir, önümüzdeki dönemde de ödetecektir ama bu bedeli, biz istiyoruz ki Türkiye'de yaşayan halklar ödemesin, Türkiye halklarına ciddi bir fatura çıkmasın.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - O açıdan burada, Genel Kurulda bulunan bütün arkadaşların bu tezkereye "hayır" demesini, bu zor zamanda barış sesini yükseltmesini istiyoruz.
Teşekkür ediyoruz. (HDP sıralarından alkışlar)