GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:27
Tarih:05.12.2019

MHP GRUBU ADINA İSMAİL ÖZDEMİR (Kayseri) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası'yla ilgili Milliyetçi Hareket Partisi Grubumuz adına söz almış bulunmaktayım.

Tabii, son derece tarihî önemi haiz bir mutabakat muhtırası önümüzde bulunuyor çünkü gerek bugünler gerekse gelecek nesillerimiz için bu mutabakat muhtırası, sonuçları itibarıyla, oluşturacağı etkiler itibarıyla, Doğu Akdeniz'de şimdiye kadar var olan, uzunca bir süreden bu yana, belki de insanlık tarihiyle eş değer anlam ifade eden tarihsel perspektif açısından yeni dönemin yeni bazı kapılarını açacağı gerçeğini de karşımıza getiriyor.

Doğu Akdeniz'de 2000'li yılların başından itibaren yaşanan gelişmeler ve diğer tarafın eylemleri, şimdiye dek, Türkiye'nin egemenlik haklarına müdahale amacı taşıyordu. Bu zamana kadar ortaya koyduğumuz hassasiyet ve çabalarımızın temelinde de egemenlik haklarımızın korunması gayreti vardı. Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmetiyle imzaladığımız bu muhtıra, iki ülke arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasını sağlarken, Doğu Akdeniz'de şimdiye kadar süregelen ve sadece Türkiye'yi değil diğer tarafları da ilgilendiren gayrihukuki çabaları ortadan kaldırmaya yönelik ahlaki, vicdani ve hukuki bir gayrettir. Mutabakat muhtırasıyla, Türkiye ve Libya'nın Doğu Akdeniz'deki hak ve menfaatleri korunmuş olacaktır. Denizden komşumuz olan Libya'ya karşı, tıpkı Yunanistan'ın bize karşı yapmak istediği mesnetsiz değerlendirme ve yaklaşımlarla süregelen oldubitti girişimleri de artık sonuçsuz kalabilecektir. Bu hukuksuzluğun ortadan kaldırılması, ayrıca, Yunanistan'ın, Güney Kıbrıs Rum kesimi, Mısır, İsrail ve diğer bölge ülkeleriyle devreye koymaya çalıştığı gündemi de nihayete erdirebilecektir. Dolayısıyla Doğu Akdeniz'de şimdiye kadar var olan gündem, kesin ve hukuki olarak Türkiye'nin lehine değişme potansiyeli taşımaktadır.

Bu zamana kadar, özellikle belki bu dönemde keşfedilen hidrokarbon yatakları münasebetiyle Doğu Akdeniz anlam taşıyordu ancak hiç şüphe yok ki, biraz önce sözlerimin başında da ifade ettiğim şekilde, tarihsel perspektife de bir baktığımızda, hakikaten, Doğu Akdeniz'in her dönemde önemli olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bunu da Gazi Meclisimize hatırlatmak isterim.

Bir devlet silsilesi çerçevesinde baktığımızda, Doğu Akdeniz'le ilk tanışıklığımız, Selçukluların Alanya'yı alarak İpek ve Baharat Yollarıyla beraber deniz ticaretine açılmaları ve deniz hâkimiyetindeki üstünlük mücadelelerine girmeleriyle de başlıyor. Peşi sıra, Haçlı Seferleri sırasında da yine Doğu Akdeniz'in önemli bir geçiş güzergâhı olduğunu tarihî gerçeklere baktığımızda gözlemliyoruz.

Osmanlı'yla beraber Akdeniz'in Türk hâkimiyetine girmesiyle Doğu Akdeniz aslında en istikrarlı dönemlerinden birini yaşamıştı. Bu süreç uzunca bir süre devam ettikten sonra, 19'uncu yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı'nın, İngiltere'nin, Fransa'nın ve yer yer de Rusya'nın ilgi duyduğu bir bölge hâline gelmiştir Doğu Akdeniz. Bu dönem başlayan güç mücadeleleri, akabinde Mısır ve Rodos'un da elimizden çıkmasıyla yeni bir döneme girilmesine sebebiyet vermiş; 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı'nı icra etmemizle beraber de şimdiki, özellikle 2000'li yıllara kadar gelen tarihsel sürecin kapısını aralamıştır.

2000'li yıllarda ve bu dönemin hemen başında bölgede varlığı keşfedilen zengin hidrokarbon yataklarının olması -işte şimdi içerisinde bulunduğumuz- Doğu Akdeniz'in, gerçekten, sadece bölgemizin değil, giderek tüm dünyanın da dikkatini çeken bir bölge hâline gelmesine sebep olmuştur. Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum kesimi, İsrail ve Mısır'ın bize göre hukuk dışı eylemleri ve Türkiye karşıtı hamleleri, ilerleyen süreç ve varılan aşamada böylesi bir zorunluluğu karşımıza getirmiştir. Şimdiki döneme kadar Güney Kıbrıs Rum kesimi, 2003 yılında Mısır'la, 2007 yılında Lübnan'la, 2011'de de İsrail'le deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasını imzalamıştır. Güney Kıbrıs Rum kesimi, Türkiye'nin de hak sahibi olduğu bazı deniz sahalarını parsellere ayırdığını iddia etmiştir; üstelik bunu, hukuksuz şekilde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni, adada bulunan Türklerin de varlığını ve mevcudiyetini yok sayarak yapmıştır. Bununla beraber Yunanistan'sa, Ege ve Akdeniz'deki bazı adalarında, bir ana kara niteliği taşıyormuşçasına, hak ve hukuku yok sayarak, olandan, olması gerekenden daha çok, çok daha geniş bir deniz yetki sahasında hak iddiasında bulunagelmiştir. Yunanistan'ın hak gasbının, Türkiye ve Libya'nın sahip olduğu kimi deniz sahalarının işgalini kapsadığını da söylemeliyiz. Dolayısıyla Libya'yla, Libya Ulusal Mutabakat Hükûmetiyle imzalamış olduğumuz bu muhtıra, aslında yeni bir gündemin ürünü de değildir. Çünkü 2009 yılında Türkiye'nin Libya'yla temas hâline geçtiği ve şimdiki anlaşmanın da ön görüşmelerinin o tarihten itibaren başlatıldığı Dışişleri Bakanlığımızca ifade edilmektedir.

Bu mutabakat, hakça ve adilce yapılmış bir sınırlandırma çabasıdır. Aynı zamanda, mutabakat muhtırasıyla, Doğu Akdeniz'de bulunan mavi vatanımız sınırları içerisinde kalan alanın batı hudutları da çizilmiş olacaktır. Mutabakat muhtırası, Doğu Akdeniz'e kıyısı olan diğer ülkelerin de bu andan sonra pozisyonlarını gözden geçirmelerine sebebiyet verebilecektir. Zira bizim haklı çabamızın yanında duran ülkelerin deniz yetki alanları, bizimle beraber sınırlandırma anlaşmalarına gitmeleri hâlinde, daha geniş bir bölgeyi de kapsayabilecek potansiyele sahiptir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip olan ülkemizin Kıbrıs Adası'nın batısında ve kuzeyinde kalan deniz alanlarında egemen hak ve meşru çıkarları mevcuttur. Bu bağlamda, ülkemizce Birleşmiş Milletlere ilk olarak 2 Mart 2004 tarihinde iletilen ve takip eden yıllarda çeşitli vesilelerle yine bu durum teyit edilerek gönderilen mektup ve notalarla birlikte, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin deniz yetki alanlarını sınırlandırma teşebbüslerinin kabul edilemeyeceği ve özellikle 32 derece 16 saniye doğu boylamından itibaren Kıbrıs Adası'nın batısında kalan deniz alanlarında Türkiye'nin meşru hak ve yetkileri bulunduğu kayda geçirilmiş, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Doğu Akdeniz'de tek taraflı eylemlerle fiilî durum yaratmaya yönelik teşebbüslerinin kabul edilmeyeceği ortaya konmuştur. Ülkemizin Doğu Akdeniz'de kıta sahanlığına ilişkin resmî görüşü ise, kıta sahanlığımız Suriye'yle kara sınırlarımızın denizde bittiği noktadan -yani 12 deniz miline kadar kara sularımız, devamında kıta sahanlığımız olacak şekilde- başlamakta; ülkemiz ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında Eylül 2011'de imzalanan Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması Kıbrıs Adası'nın kuzeyine ilişkin kıta sahanlığımızı belirlemekte, böylelikle 32 derece 16 saniye doğu boylamından itibaren Kıbrıs Adası'na, adanın batısı itibarıyla kara suları dışında deniz yetki alanı bırakılmakta; Mısır-Türkiye ortay hattını takip etmektedir. Bu bağlamda, 28 derece doğu boylamına kadar olan bölge, ülkemizce "Türk kıta sahanlığı" olarak kabul edilmekte, egemen devlet uygulamalarımız da bu politikaya uygun olarak icra edilegelmektedir.

Şimdiye kadar, Rum ve Yunan ikilisi, gerçekçi, makul ve hakkaniyeti olmayan bir yaklaşımla, tüm adaların, otomatik olarak, sınırlandırmada tam etki yaratacak şekilde kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşımla beraber, Meis ve Kıbrıs Adaları arasında deniz yetki alanı sınırı olduğu iddiası ortaya konulmakta, Avrupa Birliği üyeliği de böylesi bir dönem içerisinde istismar edilerek sözde kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge iddialarını Avrupa Birliğinin dış sınırları şeklinde yansıtmaya çalışmaktadırlar. Bunun bizim tarafımızdan kabul edilebilmesi elbette mümkün değildir.

Gelinen aşamada, Yunanistan ve Rum Yönetimin Kıbrıs Adası'ndaki Türk varlığını ortadan kaldırmak için 1960'lı yıllardan bu yana giriştiği politikaların, günümüzde tüm Doğu Akdeniz'i Türk denizciliğine kapatmayı, enerji kaynaklarından Türkiye ve Kıbrıs Türkünün en ufak bir pay bile almamasını hedefleyen seviyeye ulaşmış olduğunu görüyoruz. Türkiye ise Doğu Akdeniz'de yabancı devletlerin deniz yetki alanlarındaki hukuk dışı faaliyetlerini engellemeye yönelik 2002 tarihinden bu yana atmış olduğu adımlarını 2006 yılında başlattığı Akdeniz Kalkanı Harekâtı'yla perçinlemiş ve 2016 yılına kadar, yine on dört yılda 14 izinsiz araştırma gemisi faaliyetlerinin girişimlerini de engellemiştir. Son bir yılda ise, yapılan bazı çalışmalara göre, 6 araştırma ve 1 sondaj gemisinin, yine Doğu Akdeniz'deki -bize göre- yasa dışı faaliyette bulunma girişimleri Deniz Kuvvetleri Komutanlığımızca uluslararası hukuka uygun şekilde akamete uğratılmıştır.

Türkiye, bugün, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölgeden kaynaklı egemenlik haklarının, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin ilgili maddeleri ve Uluslararası Adalet Divanının da emsal kararları doğrultusunda haklı olarak belirlenmesini istiyor.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Doğu Akdeniz'de enerji varlığı keşfedildikten hemen sonra, enerji havzalarındaki rantın büyüklüğü ilk olarak Güney Kıbrıs Rum kesimini harekete geçirmiş ve Türkiye'yi 41 bin kilometrekarelik bir deniz alanına hapsetmek için, ilk adım olarak, biraz evvel de değindiğimiz üzere 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır'la Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması imzalanmıştır. Bunu diğer gündemler takip edegelmiştir. Ancak böylesi bir dönemde, Yunanistan'ın da boş durmayıp özellikle Girit Adası çevresinde hak iddiası adaların kendi münhasır ekonomik bölge hakları olduğu tezine dayandırılarak işlenmiş, bu iddia paralelinde de Kaşot (Çoban), Rodos ve Meis adalarını kullanmak suretiyle, Türkiye'nin 189 bin kilometrekarelik münhasır ekonomik bölge alanını 41 bin kilometrekareye indirmek için yürütülen diplomatik ve hukuki gasp operasyonunun da temeli böylelikle oluşturulagelmiştir.

Tabii, Girit Adası bahse konu olduğunda, burada sadece Türkiye'yi ilgilendiren bir mevzu yok. Aynı şekilde, Libya'nın da Yunanistan tarafından haklarının gasbedildiği gerçeği karşımızda bulunuyor. Aynı şekilde, Libya'ya ait olan 39 bin kilometrekarelik alanın da -ki bu da Libya'nın Doğu Akdeniz'de bulunan münhasır ekonomik bölgesinin yaklaşık dörtte 1'ine tekabül ediyor- yine Yunanistan tarafından gayrihukuki bir şekilde gasbedilme girişimlerinde bulunulduğu gerçeği karşımızda mevcuttur.

İşte bu yüzden, Türkiye ve Libya arasında varılan anlaşma, iki ülkenin de egemenlik haklarını özellikle de Yunanistan'a karşı koruma çabasıdır. Libya Ulusal Mutabakat Hükûmetiyle imzalanan anlaşma, şimdiye kadar temelsiz yaklaşımlarla Türkiye'nin egemenlik haklarını gasbetmek isteyen çevrelerin mevcut hâldeki girişimlerini akılcı bir şekilde ve hukuki olarak boşa çıkarmıştır. Anlaşma, kesin bir şekilde Doğu Akdeniz jeopolitiğini, köklü bir şekilde ve lehimize değiştirme potansiyeli taşımaktadır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hâlihazırda var olan 462 bin kilometrekarelik mavi vatan sahamızın geniş bir kısmı Doğu Akdeniz'de yer alıyor. Son yıllarda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, İsrail ve Mısır'ın başlattığı, zaman içesinde Avrupa Birliğinin de dâhil olduğu kimi ülkelerin faaliyetlerinin bizim nazarımızda kabul edilebilir ve meşru bir tarafının olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Uluslararası hukuk, deniz hukuku ve diğer koşullar, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki haklılığını, yürütmüş olduğu arama, tarama ve sondaj faaliyetlerindeki meşruluğunu her yönüyle ortaya koyuyor. Bu anlamda, ülkemizin Doğu Akdeniz'de, kendi deniz sahamızda yapmış olduğu tüm faaliyetlerin de arkasında olduğumuzu ifade etmek isterim. Zira Türkiye, mevcut durumda kendi deniz alanlarında, kendi egemenlik haklarının gereğini yerine getiriyor.

Benzer şekilde, Kıbrıs Adası'nın durumu konusunda şekillendirilmeye çalışılan gündemi de hep beraber dikkatle takip ediyoruz. Şimdiye kadar adadaki garantörlük konusunu tartışmaya açmak isteyen çevrelerin, bugün gayrihukuki bir şekilde yalnızca Rum kesiminin hassasiyet ve yaklaşımlarını dikkate alan ve böylelikle adaya müdahale zemini oluşturmaya çabalayanların gayretleri de beyhudedir. Kıbrıs Adası'nda söz sahibi olan 3 garantör ülke vardır; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan haricinde adada tutum belirlemek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Bu kapsamda, özellikle Avrupa Birliğinin tavırlarının yersiz ve temelsiz olduğunu ifade etmek gerekiyor. Zira Avrupa Birliği Kıbrıs konusunda herhangi bir karar mercisi konumunda değildir. Yıllar evvel yanlış ve yine meşru olmayan bir şekilde Güney Kıbrıs Rum kesimini Birliğe üye olarak kabul eden Avrupa Birliğinin hatası da bu nedenle en başından başlamaktadır. Gelinen aşamada, ülkemizin Kıbrıs'ta var olan garantörlük haklarını kullanması, adanın sahip olduğu zenginlikleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve dolayısıyla Kıbrıs Türklüğünün de istifade edeceği bir yaklaşımla koruma gayreti içerisinde olması önemlidir, bu kararlılık sürdürülmelidir. Dolayısıyla gerek kendi deniz alanlarımızda gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti deniz sahalarında süregelen arama, tarama ve sondaj faaliyetlerinin devam etmesi bu alanlardaki haklarımızı koruyacağımız konusunda tüm çevrelere verilen bir kararlılık mesajı olması anlamında zorunlu bir durumdur. Geri adım atmamızsa elbette ki söz konusu olmayacaktır.

Adada şimdiye kadar çözümsüzlükte direten tarafın ve sorunu yanlış kararlarla çıkmaz sokağa yöneltenlerin Türkiye'ye verecekleri dersler asla yoktur ancak alacakları dersler de elbette ki çoktur. Hazımsızlığın ana kaynağı da bize göre burada başlamaktadır. Elbette ki Avrupa Birliğinin bu çerçevede kabul etmediğimiz tutumunu ifade etmemiz lazım. Ülkemizin Doğu Akdeniz'de gerçekleştirdiği sondaj faaliyetlerini gerekçe göstererek eften püften daha evvel bir dizi yaptırım kararlarını öngören, Avrupa Birliği dışişleri bakanları tarafından da onaylanan, bizim nazarımızda da solmuş ve sararmış bir kâğıt parçasından farksız olmayan girişimleri de takip ediyoruz.

Avrupa Birliği, Türkiye'nin stratejik kimliğini şu ana kadar sorgulamaya cüret etmiştir, egemenlik haklarımıza zarar vermeye ahlaksızca tevessül etmiştir. Bu, yanlıştır, hukuksuzdur, adaletsizdir ve değersizdir. Avrupa Birliğinin Doğu Akdeniz'de işi bize göre yoktur. Bu alanda hangi hakla, hangi yetkiyle Türkiye'ye söz söyleyebilmektedir? Mesele, hidrokarbon faaliyetlerinin ötesine çoktan geçmiştir. Mesele, egemenlik meselesidir; mesele, Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklüğünün Doğu Akdeniz'deki tarihî ve haklı varlığıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Doğu Akdeniz'i hukuka aykırı şekilde 13 parsele ayırıp küresel şirketlere -kendi gücü yetmezken- pazarlarken Avrupa Birliğinin hiçbir itirazı olmamıştır. Yunanistan, İsrail, Mısır, İtalya, Fransa ve diğer ülkeler Doğu Akdeniz'i istedikleri gibi kullanmaları, gemilerini keyiflerince yüzdürebilmeleri sorun olmayacak ancak Türkiye'nin hukuken haklı olduğu bir mücadeleyi yapması mı gelinen aşamada Avrupa Birliğini rahatsız edecektir? Karşımızdaki tablo -diğer konu başlıklarında olduğu gibi- çifte standarttır, siyasi kumpastır, diplomatik kuşatmadır ve alenen Türk düşmanlığıdır. Dolayısıyla Doğu Akdeniz'de bulunmak bizim hakkımızdır. Hakkımızı elbette ki çiğnetmeyeceğiz, hakkımızdan vazgeçmeyeceğiz, hakkımız üzerine de pazarlık yapmayacağız. Sayın Genel Başkanımızın da ifade buyurdukları üzere, Doğu Akdeniz'de dalımıza basanın damını yıkarız, önümüze çıkanın ne yazık ki ömrüne kastederiz. Bu gerçeğin, bu hassasiyetin doğru anlaşılması lazım. Şimdiye kadar işletilen sürece de baktığımızda, Türkiye karşıtı eylemlerin planlı ve son derece sabote edici ve aynı zamanda, bölgede "agresyon"a sebebiyet verici bazı girişimleri de içerdiğini görüyoruz. Bu zulmün ortadan kaldırılması, bizim açımızdan da Doğu Akdeniz'de kıyısı bulunan ülkeler açısından da elzem bir hâle gelmişti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'yle beraber başlatılan, şimdi Libya'yla yaptığımız anlaşmayla da beraber Doğu Akdeniz'de, temennimiz odur ki hak sahipleri haklarını alırlar.

Bu sözlerle beraber konuşmamı bitirmeden önce, yaşanan bu sürecin doğru değerlendirilmesi için şunları ifade etmek istiyorum: Her hesabın bir tersi, her zulmün elbet ki süresi var; bir tilki hükmü varsa bir de kurt töresi var, bir bozkurt töresi var diyorum. Doğu Akdeniz'deki egemenlik haklarımızın korunması açısından ve aynı zamanda belki de önümüzdeki yüzyıllarda dahi milat kabul edilebilecek bu mutabakat muhtırasına destek verdiğimizi ifade ediyor, Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)