| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 27 |
| Tarih: | 05.12.2019 |
HDP GRUBU ADINA TULAY HATIMOĞULLARI ORUÇ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime başlarken üzülerek ifade etmek isterim ki bir buçuk senedir üyesi olduğum ve bugüne kadar benzerini yaşamadığımız bir portreyi bugün, bu muhtırayı görüştüğümüz Dışişleri Komisyonunda yaşadık ne yazık ki. Komisyonda söz istememize rağmen, her partiden birkaç kişiye söz verildiği hâlde, söz sırası bana geldiği zaman, Başkan, söz vermeden maddeleri görüşmeye başladı; bununla ilgili itirazımızı ifade ettiğimizde ise hiçbir biçimde dinlemeksizin konuşmasına devam etti. Akabinde, bizler, ben ve HDP milletvekili diğer arkadaşım, birlikte Komisyondan ayrılarak bu durumu kamuoyuyla paylaşacağımızı ifade ettik ve bugün bunu biz kamuoyuyla paylaştık.
Değerli milletvekilleri, bu talihsiz olayın bugün yaşanmamış olmasını çok isterdik, dilerdik. Ancak bu ülkenin toplamda yönetilme biçiminin, Dışişleri Komisyonunda bugün bütün çıplaklığıyla nasıl zuhur ettiğini yaşadık.
Bugün, Libya'yla imzalanmış bu muhtırayla ilgili kanun teklifinin Genel Kurula gelmesi de ayrı bir sürpriz, ayrı bir hikâye. Dün, Komisyonumuz, gündemi daha önce belirlenmiş olan toplantısını gerçekleştirdi ve toplantıda, hiçbir biçimde, bugün bu muhtıranın Genel Kurula geleceği ya da bugün sabah tekrar toplantıya çağrılacağımız bilgisi bizlere verilmedi. Biz, bu muhtıranın ayrıntılarını, yazılı olarak ayrıntılarını -çünkü dün, büyükelçi bununla ilgili bir brifing verdi, basına da açıktı- bugün öğrendik, toplantıya gittikten sonra. Üstüne üstlük, basına verilen demeçte, basına açık kısmında şu ifade edildi: "Tam bir mutabakat." Yani Mecliste, bu çatı altında sanki bu muhtıraya hiçbir biçimde bir eleştiri yokmuş gibi bunu basına servis etme, uluslararası basına bu şekilde servis etme, bu muhtıranın imzalanmasının altında yatan sebepleri destekleyen bir yol ve yöntem.
Bugün HDP'ye mobbing uygulayarak, bugün yangından mal kaçırırcasına alelacele... Tabii ki diğer partiler bu muhtıranın önemine değindiler. Biz bu muhtırayı önemsizleştirmek için söylemedik ama bu muhtıraya dair eleştirilerimizi en açık ve yalın biçimde -başta Komisyonda olmak üzere- Genel Kurulda sunma hakkımız vardır ve hiçbir biçimde -söz almayan tek kişi ben kalmıştım- bizim sözümüzü kesmeye ve engellemeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Değerli arkadaşlar, evet, bir muhtıra geldi önümüze. Trablus Mısrata merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti ile Türkiye'nin ortak imzasıyla Doğu Akdeniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bu muhtıra bugün önümüze gelmiş durumda. Tabii ki bizim bu muhtıraya çeşitli eleştirilerimiz var. Her şeyden önce, Ulusal Mutabakat Hükûmeti Libya'nın tamamına hitap etmemektedir. Kaddafi sürecinden sonra, Kaddafi'nin katledilmesi ve Libya'da gerçekleşen bir bakıma vekâlet savaşını, tıpkı Suriye benzeri bir sürecin Libya'da nasıl cereyan ettiğini yakın zamanda gördük. 2011'de, Kaddafi katledildikten sonra orada iç savaş derinleşti ve birçok siyasi akımın, Selefi cihadist çetelerin ve özellikle şu an muhtıranın birlikte imzalanmış olduğu Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmetinin Müslüman Kardeşler'in etkisiyle kendi varlığını devam ettirdiğini biliyoruz.
Dolayısıyla bir kere, bu Hükûmetin meşruluğunun tartışmalı olduğunu, "Birleşmiş Milletler bu Mutabakat Hükûmetini meşru görüyor." vurgusu her seferinde iktidar partisi tarafından yapılan açıklamalarda vurgulanmasına rağmen sahanın gerçekliğinin böyle olmadığını eminim burada oturan bütün milletvekilleri ve bizi ekranları başında izleyen değerli vatandaşlarımız ayrıntılarıyla bilmektedir. Bugün sahada, Hafter güçlerinin Libya'daki önemli bir kesimi ellerinde bulundurduklarını biliyoruz. Nitekim, şimdi -bu mutabakatla ilgili, muhtırayla ilgili- bunu Arap Ligine ve değişik ülkelere, değişik birliklere taşıdıklarını hepimiz biliyoruz. Yani Libya'da, iç savaşın bu kadar derin bir biçimde devam ettiği bir yerde, biz kendi kendimize taraf olduk ama AKP iktidarı başından beri taraftı. Hatırlayacaksınız Libya'da yaşananları. "Gemi mürettebatı" diye -bize verilen bilgiler bu yöndeydi ya da kamuoyunun bilgisi bu yöndeydi ama- 6 kişi, 6 Türkiyeli gözaltına alınmıştı ve bununla ilgili neredeyse ültimatom mahiyetinde Hükûmetin yapmış olduğu açıklamalar sonucunda o 6 kişi bırakıldı. Hâlâ Samandağlı 2 vatandaşımız şu an Hafter güçlerinin elinde rehin tutulmaktadır ve daha bizim sayısını bilmediğimiz, ismini bilmediğimiz nice rehineler.
Şimdi, hâl böyleyken Türkiye'nin, daha doğrusu AKP iktidarının başından beri Trablus Hükûmetini destekleyen bir yerde durması -ki az önce ifade ettiğim şeylerin, özellikle bu 6 denizcinin yakalanmasıyla ilgili kısmının altını özellikle çizmek isterim- AKP iktidarının Müslüman Kardeşler'le el tuttuğunun göstergesi. Bu muhtıranın bu şekilde alelacele imzalanması, Meclise alelacele getirilmesinin nedenlerinden biri de Trablus'taki bu Hükûmetin meşruluğunu uluslararası düzeyde artırmaya da hizmet etmesi çabasıdır.
Değerli arkadaşlar, medyaya baktığımızda bu anlaşma, daha doğrusu mutabakat muhtırası ana akım medya tarafından şu şekilde bizlere sunuluyor: "Türkiye bu anlaşmayla Doğu Akdeniz'deki bütün oyunları bozdu. Türkiye'yi Akdeniz'de 41 bin kilometrekarelik bir deniz alanına hapsetmek isteyenlere mükemmel cevap. Türkiye mavi vatan topraklarının dörtte 1'i büyüklüğünde bir alanda hâkimiyet ilan etti. Yunanistan Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Mısır'la münhasır ekonomik bölge anlaşması yapmasının önüne geçti. Libya, Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis Adalarının esas olarak münhasır ekonomik bölge sınırlarını ilan eden Yunanistan'ın gasbettiği 39 bin kilometrekarelik bölge hâkimiyeti geri alınmış oldu. Yani Türkiye şer ittifakına karşı sahada büyük bir üstünlük sağladı." diye pompalanıyor. Ama benden önceki konuşmacı, daha doğrusu ilk konuşmacımız ifade etmişti; imzalanan bu muhtıranın hukuksal anlamda birçok açığı ve gediği var.
Değerli arkadaşlar, şuna da vurgu yapmak istiyorum: Geçtiğimiz ocak ayında Kıbrıs Rum cumhuriyeti, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün, Filistin ve Mısır arasında Kahire'de Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nun kurulmasıyla Türkiye biraz daha yalnızlaştı. İşte bu yalnızlaşmanın sebeplerine bakmaksızın, bugüne kadar uygulanan dış politikadaki hataları gözden geçirmeksizin, buna inat olsun diye ya da "Biz sahada kazanacağız, göreceksiniz." gibi bir yaklaşımla Doğu Akdeniz'de tarihsel bir sorunun önünün açılmasına hizmet eden işler yapıyor bu iktidar; bu konuda biz bir kez daha uyarmak istiyoruz.
Bakın, deniliyor ki: "HDP, ülke yararına olan hiçbir konuda lehte konuşma yapmıyor." Bunu kim söylüyor? İktidar partisi. Oysa biz diyoruz ki: Suriye'deki deneyimlere dönüp baktığınız zaman, yapılması gereken, doğru düzgün, aklıselim, uzun vadeli düşünüyor, gerçekten eğer inanıyor iseniz, "Yurtta sulh, cihanda sulh." sözünün hayattaki karşılığına denk gelecek bir siyasi çizgi izlenmesi lazım. Oysaki Suriye deneyimi bize göstermiştir ki sulh bir yana, herkesle kavgalı, herkesle problemli bir ülke hâline getirildik ve bu, bu iktidarın bizlere, bu ülke tarihine bıraktığı önemli bir eserdir.
Mesela Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nda Türkiye neden yok? Türkiye bu bölgenin, özellikle Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında en önemlisi olan Mısır'la neden kavgalı? Mısır'da Müslüman Kardeşler kalsaydı, Sisi gelmeseydi ilişkiler iyi kalacaktı, değil mi? Yani burada bir kurumsal işleyiş olmadığı için, burada -sizin tabirinizle ifade etmek istiyorum, iktidar partisinin çok sevdiği tabirle ifade etmek istiyorum- bir devlet aklıyla değil gündelik bir siyasi tarzla dış siyaset izlendiği için bu sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Suriye'de -hep ifade ettik- Türkiye çok derin bir yalnızlığa saplanmış durumda. Bakın, Doğu Akdeniz'de bu tarz bir politika izlendiği sürece, önce arama ve sondaj gemilerini gönderip arkasından askerî gemileri gönderirseniz ve ardından ana akım medya, 7/24, sanki ortada çok büyük bir savaş varmışçasına ve ortada büyük gerilimler varmışçasına haberler pompalarsa tabii ki Doğu Akdeniz'de Türkiye yalnızlaşmaya mahkûm kalır.
Tabii ki Akdeniz'e kıyısı olan bütün ülkelerin münhasır ekonomik bölge ilan etme, sınırlarını belirleme hakkı vardır ama bu, bir hakkaniyet çerçevesinde olur, bir hukuk çerçevesinde olur, güçlü bir diplomasiyle olur. Ama her fırsatta gerilim pompalanırsa, her fırsatta Doğu Akdeniz'de kaynayan suların sadece bizimle ilgili kaynadığı ifade edilmeye kalkışılırsa -ki bu AKP iktidarının gerçekten son yıllarda beslendiği kaos ve gerilimli ortamın ta kendisidir- böyle devam edilirse bu yalnızlık daha fazla devam edecektir.
Değerli arkadaşlar, yine en yakın örneklerden biri, bu bölgenin istikrarsızlaşması bakımından yıllardır bu ülkede vekâleten yürütülen ama son zamanlara baktığımızda vekâlet savaşı olmaktan çoktan beri çıkmış olan Suriye'de yaşananları gerçekten ciddiyetle ele almak lazım. Bugün Suriye'deki, özellikle İdlib'deki gelişmelerin sonucunda kuvvetle muhtemel bir siyasi süreç başlayacak ve az da olsa belki sular durulacaktır. Ama tabii ki şunu herkes çok iyi biliyor ki Akdeniz'de sular kolay kolay durulmaz, Orta Doğu'da sular kolay kolay durulmaz çünkü yüzlerce yıldır burası bir enerji kaynağı ve sömürge olarak görüldüğü için uluslararası güçlerin, emperyalist güçlerin burada oynayacağı oyunlar tabii ki bitmez. Bunun karşısında takınılması gereken en önemli tutum, atılacak bütün adımların komşularla barış içinde ve müzakere içinde atılmasıdır.
Neden Suriye vurgusunu bir kez daha yaptım? Şu sebeple: Şayet Suriye'de sular durulursa Doğu Akdeniz'de suları biraz daha kaynatarak bölgede daha büyük istikrarsızlığın önünü en derin biçimde açmak için adımlar atıldığını da hepimiz biliyoruz. Bu adımlar karşısında, gerçekten, Kasımpaşalı siyasetini komisyonlarda da bırakmak zorundayız, Genel Kurulda da bırakmak zorundayız ve bu siyasetin belirlendiği, belki de bizim bilmediğimiz mutfaklarda da bırakmak zorundayız, zorundasınız.
Bu konuyla ilgili, partimizin bir değerlendirmesini daha sizlerle paylaşmak istiyorum: Akdeniz'e kıyısı olan her devletin münhasır ekonomik bölge ilan etme hakkı vardır ancak ilkesel olarak bu hakkın kıyıdaş devletlerin itirazlarına bağlı olarak müzakere edilmesi gerekmektedir, zorunludur. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti ile meşruiyeti hâlen tartışmalı olan Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti arasında anlaşma yapılırken güney Kıbrıs'taki hükûmet ve Yunanistan ile bu anlaşmaya dair herhangi bir diyalog süreci yürütülmemiştir. Yunanistan'la uluslararası tanınırlığı olan Kıbrıs cumhuriyetinin de kendi arasında MEB anlaşması yapması durumunda, Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmanın uygulanabilirliği ortadan kalkabilir. Rodos ve Girit'ten başlayan Yunanistan sınırının Kıbrıs'la arasındaki mesafe 245-338 deniz milidir. Türkiye ile Libya arasındaki en yakın mesafe ise 390 deniz milidir. Bu realiteden yola çıkarak Libya'da ve Kıbrıs'ta siyasal istikrar ve çözüm sağlandıktan sonra münhasır ekonomik bölgeleri çakışan bu 4 devletin anlaşma yapması en akılcı yol iken AKP iktidarının yangından mal kaçırırcasına meşruiyeti tartışmalı ve yıkılması muhtemel olan Libya Hükûmetiyle bir deniz yetki alanı anlaşması yapması siyasi ve diplomatik kumardan başka bir şey değildir.
Münhasır ekonomik bölgelerin belirlenmesi ve buna bağlı yetki ve sorumlulukları düzenleyen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi 1982'de imzaya açılmış ve 1994'te yürürlüğe girmiştir. Bugüne kadar 168 devlet bu anlaşmayı imzaladı ancak imzacılar arasında Türkiye bulunmamaktadır. Türkiye bu anlaşmayı imzalamamış olsa bile, anlaşmazlığın Uluslararası Adalet Divanına taşınması ya da tahkime gitmesi durumunda Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki ilkeler esas alınacaktır. Dolayısıyla AKP iktidarı eninde sonunda bu sözleşmenin ilkeleriyle yüzleşecek ve hukuken Libya'yla yapılan anlaşma geçersiz sayılabilecektir. Bu bağlamda, Türkiye'nin imzalayacağı bu anlaşma hem Türkiye'nin hem de Kıbrıs'ın uluslararası kamuoyunda yaptırım ve benzeri uygulamalara maruz kalmasına kapı aralamaktadır. Diplomatik yollarla sorunun merkezi üzerine yoğunlaşmak yerine sorunu yaygınlaştırıp derinleştiren bu politikanın ülke halklarına hem ekonomik hem politik kazanç getirmeyeceği apaçık ortadadır.
HDP olarak çözüm önerilerimiz şöyledir: Sorunu derinleştiren böylesi hamleler yapmak yerine, meselenin kökenlerinden biri olan Kıbrıs sorunu için yeni strateji ve çözüm planı oluşturulmalıdır. Kuzey ve Güney Kıbrıs halklarının çıkarlarının öncelikli kılınacağı bir anlaşmada Türkiye, Yunanistan ve Avrupa Birliği sürecin yapıcı ve kalıcı geçmesi için ara bulucu rol üstlenmelidir. Türkiye, ayrıca, Kıbrıs meselesi ile Libya'da yaşanan iç çatışmaları tek bir düzlemde birleştirerek savaşın ve gerilimin derinleştirilmesine son vermelidir. Bunun için atılacak en acil adım, İtalya gibi, Libya'da Libya halklarının çıkarlarına olacak olan kalıcı barışın sağlanması için ara buluculuk rolünün üstlenilmesidir. Buna dair en somut adım olarak -ne yazık ki bu uygulanmadığı için söylüyorum- silahlarla tehdit etmekten vazgeçilmelidir. Libya'da siyasi krizin sona ermesi, Yunanistan ile Güney Kıbrıs'ın dâhil olduğu yeni bir sürecin gerekliliğine inanarak bu anlaşmanın Meclis tarafından kabul edilmemesi gerektiğini savunuyoruz.
Değerli arkadaşlar, Doğu Akdeniz'in kaynayan suları bizim elimizi yakabilir. Suriye'deki yanlış siyaseti buradan devam ettirmemeliyiz ki daha doğru bir tavır alınabilsin. Türkiye halkları yalnızlığı hak etmiyor, AKP iktidarı yalnızlığı hak ediyor olabilir ama halklarımız asla bu yalnızlığı hak etmiyor. O nedenle, tekrar ifade etmek isteriz ki: Burada hukuk zorlanmalıdır, diyalog zorlanmalıdır, diplomasi zorlanmalıdır.
Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)