| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 27 |
| Tarih: | 05.12.2019 |
AK PARTİ GRUBU ADINA CAHİT ÖZKAN (Denizli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün, Türkiye ile Libya Hükûmeti arasında imzalanan deniz yetki alanının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası anlaşmayı görüşmek üzere bir araya geldik.
Tabii, mesele, uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler dediğimiz, bizim, devlet olarak, her zaman "yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışıyla bölgesel ve küresel barışı inşa etmek ve insanların, toplumların, milletlerin, halkların kendi ekonomik kaynaklarını kendilerinin kullanacağı, adil, hakça paylaşıma dayalı uluslararası bir hukuk anlayışını egemen kılmaktır. Onun içindir ki Sayın Cumhurbaşkanımızın BM Zirvesi'nde sürekli ifade ettiği "Dünya 5'ten büyüktür." anlayışı, dünyanın bütün kurallarının, uluslararası bütün ilişkilerin 5 ülkenin -ki bunlar sadece 5 silah üreticisi ülkedir- iki dudağı arasına bağlanamayacağının ilanıdır. Kaldı ki bugün uluslararası statükoya baktığımız zaman, maalesef, hemen sınırımızın ötesinde, Akdeniz'de ve gönül coğrafyamızda yanan ateş, buralarda yaşanan acılar, ızdıraplar, evlerinden, yurtlarından edilen insanlar ve göçe zorlanan milyonlarca mazlum halklar, bunlar maalesef dünyayı 5'ten ibaret sayan bir uluslararası statükonun, bir Birleşmiş Milletlerin, birleşmiş silah üreticileri birliğinin ortaya koyduğu sonuçtur. İşte onun için diyoruz ki: Uluslararası hukuk, sadece güce dayalı değil aynı zamanda hakça adil paylaşıma dayalı bir şekilde yeniden inşa edilmek zorundadır. Onun için bugün kutsal Meclis çatısı altında -görev yaptığımız aziz milletimizi tarihî görevine yeniden çağırarak- gönül coğrafyamızı, Orta Doğu'yu, Balkanları, Akdeniz'i ve bütün dünyayı yeniden adalete uygun, uluslararası hukuka uygun inşa için mücadelenin eşiğindeyiz.
Konuştuğumuz uluslararası anlaşma, sadece maddelerin görüşülmesinden veya kâğıda damlatılan birkaç mürekkep damlasından ibaret değildir. Uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk, bilindiği üzere, çıkar çatışmasına dayanan ve her şeyden önce, güçle hayat bulan bir alandır. Eğer sizin diplomatik olarak gücünüz yoksa "Masada oturalım, devletlerle ikili diplomatik ilişkilere girelim, ondan sonra bütün uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı güvence altına alırız." diye bir anlayış yok. Onun için -on yedi yıl evvel- Sayın Cumhurbaşkanımız liderliğinde bu ülkeye, bu millete hizmet etme sorumluluğunu aldığımızdan bugüne kadar uluslararası hukukun en önemli unsuru olan güç anlayışını yani adalete, hukuka, barışa dayanan bir uluslararası hukuk inşa etmek için öncelikle milletimizin ekonomik olarak -ihracat olarak, üretim olarak- savunma sanayisiyle güçlenmesini hedef aldık. Bakınız, 500 milyar dolar ihracat hedefi dünya ticaret hacminin yüzde 10'u yani 50 trilyon dolar olacak olan öyle bir beklenti vardı. Dünya ticaret hacminden yüzde 1 pay ne kadara tekabül ediyor? 500 milyar dolar. O zaman dedik ki: 500 milyar dolar hedefe doğru koşmalıyız. Baktık ki dünyadaki daralma 25 trilyon dolarla kaldı. O zaman 250 milyar dolarla 2023'teki hedefimize koşmak zorundayız.
Kıbrıs Barış Harekâtı başladığı zaman bütün uluslararası toplum, saatler içinde harekete geçerek dediler ki: "Ambargo." Tekrar böylesi bir süreçle karşı karşıya kalmamak için yerli ve millî savunmamız olacak dedik ama hiçbir zaman masadan kalkmadan diplomatik görüşmelerimizi de hamdolsun sürdürdük. İşte, bölgesel ve küresel çıkarlarınızı hayata geçirebilmek için önce kendi gücünüze sahip olacaksınız, milletinize güveneceksiniz, milletinizle beraber insan kaynaklarınızla uluslararası toplumda hakkınızı, hukukunuzu savunacaksınız. İşte bu bağlamda, 2002'de AK PARTİ hükûmetleri göreve geldiği zaman önünde bir Kıbrıs sorunu vardı, bunu göz ardı ediyoruz. Uluslararası hukuktan biraz kalem çalan, biraz okuyup yazan, çizen herkes bilir ki 2002-2003'lü yıllarda Türkiye, Kıbrıs'ta uluslararası toplum nezdinde büyük bir sorunla karşı karşıyaydı. Neredeyse uluslararası toplumdan tamamen tecrit edilebilecek bir noktadaydık ve Kıbrıs Barış Harekâtı'yla başlayan süreçte Türkiye'nin uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle önümüze sürekli tezler getirenler, 2003'teki liderlikle Annan Planı... Mademki birlikte yaşama kültüründen bahsediyorsunuz, mademki uluslararası hukukta barıştan bahsediyorsunuz, gelin masaya oturun, Kıbrıs'taki birlikte yaşama inancını hayata geçirelim ve Annan Planı Nisan 2004'te halkoyuna sunuldu, Türk kesiminin yüzde 65 oranında "Evet." ve Rum kesiminin yüzde 76 oranında "Hayır." demesiyle reddedildi ve o tarih, bütün uluslararası hukukun ve Türkiye'nin uluslararası alandaki çıkarlarının tarihî bir dönemeci noktasına geldi. Bugün, Türkiye, uluslararası alanda pek çok tartışmada Kıbrıs antiteziyle karşı karşıya kalmıyor. Niçin? Liderlikle, cesaretli kararlarla, ülkesine ve milletine olan inançla. İşte arkasından Orta Doğu'da da aktif rol aldık. Kimse masada size diplomatik görüşmelerle, mekik diplomasileriyle vermez. Görüştüğümüz yasa, evet, bir sözleşmedir, bir anlaşmadır, bir mutabakattır ama işin buraya gelişi her şeyden önce Türkiye'nin uluslararası alanda artan nüfuzu sayesinde olmuştur. Bunun altını çizmek lazım.
Bakınız, yıl 1911, 1912 yani tarihin çok hızlı aktığı dönemler. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bingazi'de, o coğrafyada, o bölge halkının -ki o zaman Osmanlı coğrafyası- barışını, huzurunu egemen kılmak için, o bölge halkının çıkarlarını kendi savunmasıyla gerçekleştirmesi için bir mücadele başlatıyor, aynen 1919'da Samsun'da yaktığı ateşle kurtuluş ve kuruluş mücadelesinde olduğu gibi. Elbette 1911 ve 1912'deki o mücadele maalesef uzun mücadelelere gebeydi, çok acılar çekildi.
Bakın, hani biz diyoruz ya, evet, bayrağımıza, milletimize, vatanımıza ve devletimize sahip çıkacağız... 18'inci yüzyılın sonlarında, 19'uncu yüzyılın başlarında ta Fas'tan, Cezayir'den başlayarak, adım adım, aşama aşama, o coğrafyada her bir millete, her bir halka "Arap Birliği" adı altında kendi ulusal birliklerini oluşturmak ve bu sayede de kendi ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirmek vaadiyle maalesef tek tek ihanet tohumları ekildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Bingazi'deki, Trablus'taki o mücadelesi işte böylesi fitne tohumlarıyla mücadele olarak başladı. Arkasından, adım adım, aşama aşama Tunus, Libya, Mısır, Yemen, Suudi Arabistan, Şam, Bağdat, yine Balkanlarda o fitne tohumları tek tek ekilmeye devam edildi. Maalesef bugün de kuzey Suriye'de yapılmaya çalışılan o terör devleti oluşumu da o silsilelerden ayrı bir şey değildir. İşte biz diyoruz ki: Bu ülkede, bu coğrafyada, gönül coğrafyamızda her halk, her millet kendi yer altı kaynaklarını, kendi yer üstü kaynaklarını, ekonomik kaynaklarını ancak ve ancak kendisi kullanır. Onun için, Birleşmiş Milletler statüsündeki dünyayı 5'ten ibaret sayan anlayışa karşıyız. Bugün dünyada kanı, gözyaşını egemen kılan ve sadece gönül coğrafyamız İslam dünyasında, Türk coğrafyasında değil, bütün mazlum halklar nezdinde ortaya konulan uluslararası statüko maalesef, böylesi hastalıklı bir zihniyetin ürünüdür. Onlarla mücadele edeceğiz. Nerede? Masada da mücadele edeceğiz, sahada da, alanda da mücadele edeceğiz.
İşte, bugün hem sahada hem de alanda yapmış olduğumuz o başarılı mücadelelerin verimli bir neticesi olan Türkiye-Libya arasındaki deniz yetki alanının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası anlaşmayı görüşüyoruz. Biz bugün Mecliste buna destek veren bütün siyasi parti gruplarına yürekten teşekkür ediyoruz. Eleştirileriniz olabilir ancak bu eleştirilerin de yarın BM nezdinde, uluslararası hukuk nezdinde bu anlaşmaya karşı yapılacak itirazlara da Türk Meclisinden bir referans olmaması temennisini ediyoruz. Çünkü bu Mecliste bu anlaşma aleyhine bir yanlış, bir eksiklik bahanesiyle yapılan itirazlar yarın uluslararası hukukta yine bizim ülkemizin önüne bir sıkıntı olarak getirilebilir. Ne olur getirilirse? Bugüne kadar yaptığımız gibi sahada ve masada nasıl mücadele ediyorsak Allah'ın izniyle onları da tek tek aşarak yolumuza devam etmesini de biliriz.
Evet, nedir bu deniz yetki alanının sınırlandırılmasına dair münhasır deniz alanının inşası? Bu çok önemli. Bu, mavi vatandır. Yani Türkiye-Libya arasında Akdeniz'in tam ortasından ve Güney Kıbrıs'ı da aşağısından tamamen içine alacak şekilde serbest ticaret alanı inşa edilecek, silaha, savaşa, kana, gözyaşına bağlı olarak değil, bölgesel ve küresel barışı inşa edecek, ülkemizin çıkarları güvence altına alınırken bütün bölge halklarının hakkını da güvence altına alacak bir çalışmadır.
Tabii, Türkiye diplomatik olarak yapmış olduğu bu çalışmaları bir anda gerçekleştirmedi, hem uluslararası hukukla hem de sahadaki çalışmalarıyla yaptı.
Türkiye, Doğu Akdeniz'deki en uzun kıyı sınırına sahip ülkedir, Doğu Akdeniz'de bizden daha uzun sınıra sahip bir ülke, bir devlet yok. Türkiye, Uluslararası Adalet Divanının içtihadı başta olmak üzere, uluslararası hukuka uygun olarak bölgedeki adaların, Türkiye'nin ana karasının yarattığı deniz yetki alanlarını engellemeyeceği görüşünü her daim ifade etmiştir ve bu yaklaşımı Uluslararası Adalet Divanında ve BM nezdinde de her zaman kabul görmüştür. Bu anlayışla, ülkemizin kıta sahanlığı, Türkiye ve Mısır arasındaki ortay hattı 28'inci doğu boylamının batısına kadar takip eder ve bölgeye bakan adaların kara sularının dış sınırlarına kadar uzanmaktadır.
Doğu Akdeniz'deki yetki alanları sınırlandırılmadan tek taraflı eylemlerden kaçınılması ve Türkiye'nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin haklarının ve çıkarlarının ihlal edilmemesi gerektiği bölgedeki paydaşlara müteaddit defalar ifade edilmiştir. Ancak tüm girişimlerimize rağmen, iyi niyetimize rağmen, maalesef, Türkiye'ye deniz sınırları dayatmaya çalışan tek taraflı eylemler var olagelmiştir. Bu noktadan hareketle, Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığımızın sınırlarına ilişkin pozisyonumuz ilk olarak 2004 yılında Birleşmiş Milletlere bildirilmiş, son olarak 13 Kasım 2019'da BM'ye yaptığımız bildirimde de deniz sınırlarımızın bölgeye bakan adaların kara sularına kadar uzandığı kayda geçirilmiştir. Adaların, Türkiye kıyı şeridinin projeksiyonunu kesici ve kıta sahanlığını engelleyecek bir etki oluşturmayacağı BM makamları nezdinde teyit edilmiş, bildirilmiştir. Bu anlayışla, 2011 yılında Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında imzalanan kıta sahanlığının sınırlandırılmasına dair anlaşma bu defa Türkiye ile Libya arasında gerçekleştirilmiştir. Bölgede imzaladığımız ikinci sınırlandırma anlaşması olan BM Mutabakat Muhtırası dün ve bugün Dışişleri Komisyonumuzda görüşülmüş ve Genel Kurulda -bugün olduğu gibi- görüşmeye açılmıştır.
Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarının belirlenmesi için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi hariç tüm bölge ülkeleriyle görüşmeye hazır olduğumuz, uluslararası topluma ilan edilmiştir. Türkiye, Libya'yla bu mutabakat muhtırasını imzalayarak esasen Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarıyla ilgili pozisyonunu daha somut bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye -geçmişte olduğu gibi- tanıdığı ve diplomatik ilişkilere sahip olduğu tüm kıyıdaş ülkelerle deniz yetki alanlarının hakkaniyetle, adaletle sınırlandırılması dâhil olmak üzere çözüm bekleyen her türlü meseleye dair adil, hakça ve barışçıl çözümün tesisine tam destek vermeye hazırdır.
Tabiatıyla, tanımadığımız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'yle bir anlaşma imzalanması veya müzakerelerde bulunulması mümkün değildir. Bu bakımdan, Kıbrıs sorununun çözümünden önce adanın deniz yetki alanlarına ilişkin bir anlaşmaya varılması ve nihai görüntünün tamamlanması mümkün olmayacaktır.
Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda ülkemiz, diyaloğu ve barışçıl çözümleri dışlamadan, uluslararası hukuk ve uluslararası meşruiyet çerçevesinde tutum ve politikalarını sürdürmeye, bölgede hem kendisinin hem de Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarlarını korumaya devam edecektir. Libya'yla imzaladığımız mutabakat muhtırası bu politikamızın önemli işaretlerindendir.
Tabii, yapılan bu anlaşma, pek çok ülkenin, bugüne kadar Orta Doğu'yu ve bölge halklarını zulmün, gözyaşının, yerlerinden yurtlarından edilme hadisesinin sebebi olan ülkelerin dikkatinden kaçmamaktadır. Onların tek bir derdi var -işte Deyrizor'daki petrol yataklarıyla ilgili gerekli güvenceleri aldığını ifade eden "tweet"lerde de olduğu gibi- "O coğrafyada da bölge halkları kazanmasın, bu coğrafya -gönül coğrafyamız- huzura ve refaha kavuşmasın." diyen bir anlayış, zihniyettir. Onlarla mücadelemiz devam edecek. Bakınız, "Dünya 5'ten büyüktür." Anlayışını inşallah, adaletle, hakça yönetilen... "Ben güçlüyüm, istediğimi yaparım." anlayışıyla yönetilen bir uluslararası statükoyu ortadan kaldırana kadar bu mücadelemize devam edeceğiz.
Gerek Komisyon aşamasında gerek bu uluslararası sözleşmenin hazırlanması aşamasında emeği geçen herkese yürekten teşekkür ediyoruz; bütün bürokratlarımıza, Dışişleri Bakanlığımıza ve yine aynı şekilde Dışişleri Komisyonumuza yürekten teşekkürlerimizi ifade ediyoruz. Tabii, son olarak, belki başta yapmış olduğumuz teşekkürü Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a yapmak zorundayız.
LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) - Tabii, kesin, mecbur!
CAHİT ÖZKAN (Devamla) - Bu, bir liderliğin, bir kudretin, bir güçlü mücadelenin eseridir. Sadece anlaşma değildir yani aysbergin üzerinden bahsetmiyoruz, altta, devasa, ülkesi ve milletiyle sürdürülen mücadelenin eseri bir başarıyı bugün burada konuşuyoruz. Ülkemize, milletimize hayırlar getirsin. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Cumhurbaşkanımıza yürekten teşekkür ediyoruz.
LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) - 2 oldu Cahit, 3 olması lazım! Cumhurbaşkanına bir teşekkür daha, Allah'ın hakkı 3'tür. Allah'ın hakkı 3'tür, bir teşekkür daha lazım.
CAHİT ÖZKAN (Devamla) - Emeği geçen herkese teşekkür ediyor, Genel Kurulu saygıyla sevgiyle selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)