GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ile 2018 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 6'ncı Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:34
Tarih:15.12.2019

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekili arkadaşlar; Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına konuşmak üzere söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Saygıdeğer milletvekili arkadaşlarım, Şeyh Edebali'nin dilimize pelesenk olmuş güzel bir sözü var, ondan aktarıldığına dair sözler olduğu için söylüyorum, bazen eksik ya da yanlış yorumlayabiliyoruz, "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." Burada "yaşatmak" kelimesinin eylem olarak karşılığı, basitçe, insanın hayatta kalmasını sağlamak değildir sadece. Aksine, asıl vurgulanmak istenen, insanın refahı, konforu, rahatlığı, emniyeti ve güvenliğidir. Yani söylenmek istenen şey aynen şöyledir: Ey devlet! Vatandaşını, halkını ve milletini rahat, varlıklı ve emniyetli kıl. Aksine, "Canım, ne olacak, devlet olmasa da olur, yeter ki insan hayatını sürdürsün." anlamı çıkmaz bu veciz ifadeden. Çünkü devlet milletin sistematik yapısı ve teminatının adıdır. Bu nedenle, zaman zaman "Allah, bu milleti başsız ve sahipsiz yani devletsiz bırakmasın." diye dua ve temennilerde bulunuruz.

Sayın milletvekilleri, Türk devlet, millet geleneğinin öz ve özgün kültüründe varlık bulan bu anlayış, ulusal ve uluslararası ilişkiler literatüründe de benzer vurgularla dile getirilmektedir. Hemen hemen tüm kaynaklarda iç ve dış siyasetin bütünlüğünden bahsedilirken, önceliğin de refah ve güvenlik odaklı olduğunu anlamaktayız. Hatta kendi aralarında herhangi bir hiyerarşik öncelik söz konusu olduğunda güvenlik, refahın -çünkü onun teminatı olarak algılandığı için- daha önünde gelmektedir. Bunun somut yansımasını da demokratik gelişmiş ülkelerin savunma harcamalarına baktığımızda açıkça görmekteyiz. Dahası, NATO'nun, üye ülkelerin güvenlik harcama bütçelerini artırmaları konusunda sık sık uyarılarda bulunmasını da hatırlamaktayız. İşte böylesine teoride ve pratikte karşılığı olan bu uluslararası gerçekliğe rağmen,, söz konusu Türkiye olunca bozuk bir plakvari, sürekli "Bu Türkiye güvenlikçi politikalardan, savaş bütçelerinden bir an önce vazgeçmeli." talepleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Hâlbuki millî tarih şuuruyla edindiğimiz tecrübelerimiz bize gösterdi ki sırtlanlar kavşağı bu coğrafyada anlık bir güvenlik ve emniyet zafiyeti, yaşatmayı hedeflediğimiz insanımızın mahvına veya yersiz yurtsuz kalmasına neden olabilmektedir.

1914 ve 2016 hatırlatmalarını yapmak isterim. Neden Birinci Dünya Harbi'ne atıfta bulundum? Değerli milletvekilleri, çünkü hatırlayın bir Sevr Anlaşması söz konusuydu, Paris'e 3-5 kilometre uzaklıktaki bir kasabada kaleme alınan 433 maddelik bir metindi. Bu metin de -tevafuka bakın ki- aynen bugün ifade edildiği gibi o gün de şöyle ifade ediliyordu... Bu 433 maddenin hepsi de -Türkiye Cumhuriyeti devleti o zaman kurulmamış- Osmanlı'nın yeknesak varlığından şikâyet eden, emperyalistlerin amacına uygun talepler içeriyordu. Maddelerden bir tanesi çok önemli, bununla ilgili, güvenlik ve savunma bütçeleriyle ilgili; diyor ki: "Asker sayısını azaltın." Neyi? "35.000 jandarma yeter size, 15.000 de sivil güvenlikçi, 700 tane de padişahı korumak üzere görevlendirilen güvenlikçi, yani 50.700 ve hiçbir ağır silahınız da olmayacak." Dayatılan maddelerden bir tanesi böyle bir tevafuk içerdiği için zikretme ihtiyacı hissettim.

Sayın milletvekilleri, yaşadığımız coğrafyanın jeopolitik güçlüğü ve sahip olduğumuz sosyokültürel, kadim değerlerimizin yüklediği yüksek misyon, Türkiye'yi daha hassas, dikkatli ve dengeli bir dış politikaya yönlendirmektedir, ancak böyle bir anlayış ve sorumluluk bilinciyle Türkiye'yi çevreleyen uluslararası sorunların üstesinden gelmeyi sağlayabiliriz. Unutmamalıyız ki zaman kendisini ihmal edenlerden hesap sorar, yüz yıl önce sorduğu gibi.

Evet, bugün yüz yıl önceki sorunlar tüm soğukluğuyla yine karşımızdadır. O gün atalarımızın vatanın ve milletin bekasını kurtarmak için mücadele ettiği problemler güncellenerek yine kapımıza kadar dayanmıştır.

Somutlaştırmak gerekirse, bir: Dün de sınırlarımız ötesinde ve dâhilinde ayaklanmalar, isyan şeklinde terörist faaliyetler vardı; bugün de devam etmektedir. İşte, bu nedenle, sınır güvenliğimiz açısından ve terör saldırılarının kaynağında yok edilmesi gerekliliği gerçeğinden hareketle, sırasıyla, Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Harekâtlarının gerçekleştirilmesi bu amaçla önemlidir.

İki: Mavi vatan edindiğimiz denizlerde ve buralardaki adalarda dün de emperyalist hayaller vardı, bugün de devam etmektedir. İşte, o gün boğazların, adaların mülkiyet ve kullanım haklarıyla ilgili tartışmalar bugün de daha yoğunluklu devam etmekle kalmayıp, artık, sorun Akdeniz'e kaydırılmış ve Türkiye'siz bir oldubitti planlanmaktadır. Nedeni ise hidrokarbonun varlığının tespitidir.

Şimdi, soruyorum, aziz milletvekilleri, ne olmuştur Akdeniz'de? Neden bu sorunlar bir anda bütün dünya gündemine taşınmış ve bir oldubitti arifesinde yaşamaktayız? Çok uzun bir kıyı şeridimiz var yani o bölgede kıyı şeridi olan 23 ülke içerisinde en uzun kıyı şeridi bize ait -Sayın Dışişleri Bakanımız burada, detaylı olarak farkında, biliyor- yani en çok konuşması gereken, hak hukuk noktasında en çok talepte bulunması gereken bir ülkeyiz. Üstelik, kıyı şeridi olan 23 ülkenin dışında, 60'ın üzerinde ülkenin orada bir konuşlanması, bir hesaplaşması, bir kaynak arayışına gitmesi söz konusudur. Ne yapalım şimdi? Biz bu mücadelede yok mu sayalım kendimizi; çekilelim mi, yok mu diyelim? Demeyeceğiz.

İşte, bakın, karşımızda, bu kürsülerden her türlü konu dile getirildi ama yakın zamanda Libya'yla yaptığımız bu ikili anlaşmayla ilgili hiç kimse lehte veya aleyhte yorum yapmadı maalesef. Aleyhte belki oldu ama lehte bir arkadaşımız da çıkıp "Ya bu, Türkiye Cumhuriyeti devleti adına, gerçekten Akdeniz'de oldubittiye karşı yapılmış bir eksen kayması, bir kırılma harekâtıdır; tebrik ederiz." ya da "Akdeniz'de eğer bir menfaat söz konusuysa biz de olmalıyız." demedi. Yani Mısır'ın, İsrail'in, dört benzemezin, Rum kesimiyle beraber Yunanistan'ın bir araya gelmesiyle ilgili olumsuz hiçbir kelime söylenmezken Türkiye'nin, Akdeniz'de kendi millî refleksinin gereği, varlığının uluslararası boyutta tezahürü şeklinde algıladığımız bir hamlede büyük, ağır eleştirilere maruz bırakılmasını anlamakta zorlanıyorum.

Üç: Bölgesinde güç hâline gelen ülkemizin, her anlamda talimat alan ya da sürekli talep eden bir yapıdan egemenlik ve eşit haklarını doğrudan talep eden bir uluslararası evreye geçmesinin Batı'da yarattığı infial ve tepkiden doğan yeni diplomatik konjonktür, bizi daha güçlü olmaya zorunlu kılmaktadır. İşte, efendim, bunun içerisinde -detaylarını konuştuk- F-35'lerle, S-400'lerle, Patriotlar'la ilgili yaptığımız görüşmeleri, sıkıntıları hep birlikte biliyoruz.

Diğer dikkatleri çeken bir mesele de bu yeni manzara karşısında sürekli ısıtılarak Türkiye'nin karşısına engel olarak çıkarılan sözde soykırım tasarısıdır. Şimdi burada bir parantez açmak istiyorum: Efendim, elimde, Amerika'da 2013 yılında yayımlanan gizli bir belgede istatistiksel bilgiler var ve bundan hareketle bir iki şey ifade etmek istiyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, bakınız, 1973 ile 1983 yılları arasında toplam 203 ASALA terör örgütü saldırısı gerçekleşmiş. Ama ilginç bir şey var, bir tane örnek okuyayım: "Kaliforniya eyaletinin Los Angeles şehrinde, Başkonsolos Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir'in 27 Ocak 1973 tarihinde, bir otel odasında, Ermeni asıllı Mıgırdıç Yanıkyan tarafından katledilmesiyle başlayan ASALA terör örgütü cinayetleri sonucu 42 Türk diplomat hayatını kaybederken, bir diğer Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan ve Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz'le birlikte toplam 4 Türk diplomat Amerika Birleşik Devletleri sınırları içerisinde şehit edilmiştir." Tamam, bunu hemen hemen hepimiz biliyoruz ama ilginç olanı şu, o belgede dile getirilen bir şey var: İşin üzücü ve affedilmeyecek tarafı, bu Taşnak Partisinin uzantıları olan teröristlerin büyük çoğunluğunun yakalanması için gerekli çabanın sarf edilmemiş olması, yakalanmış olan az sayıda teröristin ise gereken cezalara çarptırılmamalarıdır. Cezaya çarptırılmış olanlar da bir süre sonra sessiz sedasız serbest bırakılmışlardır.

Şimdi, bakınız, bu yeni olan bir şey değil. İşte, sürekli, tarih bilinci çok önemli diyoruz ya, Sayın Millî Eğitim Bakanım, tarih bilinci, olmazsa olmazımız. Gerçekten, sırası gelmişken, bu olmaksızın, inanın, biz muasır medeniyetler seviyesi üzerine çıkmakta zorlanırız. Geçmişini unutan geleceğine yön veremez, gelecekle ilgili hiçbir tasarrufta bulunamaz. Niye bunu söyledim? Bu, 1919'dan sonra başlatılmış bir harekât; Cemal Paşa'yı, Talat Paşa'yı, hatta Sait Halim Paşa'yı ve -benim sonradan öğrendiğim- hatta bizim Kafkas Fatihi Enver Paşa'yı bile katleden bu terör örgütünün uzantıları. Enteresandır, 4'ünün de katili aynı örgütten; örgütün adı da amaçları da eski Yunan intikam tanrıçası Nemesis'ten alınmış, bir yapıya büründürülmüş. Bu 4 paşamızın da hunharca katledilmesi yine bu örgüt tarafından. Katillerinin de yine aynı hile ve desiselerle kimisinin sağlık, kimisinin şu bu bahanelerle serbest bırakıldıklarına tanıklık ediyoruz. Bu, Murat Bardakçı'nın 2012'de yazdığı makalesinde de var; ilginç bulanlar oradan bakıp devam edebilirler.

Sayın milletvekilleri, tüm bu olaylar karşısında Milliyetçi Hareket Partisinin elli yıllık şerefli mazisine bakıldığında görüleceği gibi, Milliyetçi Hareket Partisi, siyasi bir mülahaza gütmeksizin millî refleksin arkasında kararlı bir biçimde durmayı her zaman şiar edinmiştir çünkü bazılarının itibarsızlaştırıp anlamsızlaştırmaya çalıştığı bekanın vazgeçilmez bir öncelik olduğunun farkındadır. Bir daha aynı yerden ısırılmama adına, egemenliğimizin içeride ve dışarıda korunması en vazgeçilmezimizdir. Öte yandan, bugünkü uluslararası baskıları fırsata çevirme pususuna yatanlar da boş durmayıp, ait oldukları ülke ve devletin ali menfaatlerinden çok, yüz yıl önce himaye ve mandacıların yaptığı gibi, emperyalist güçlerin hamlelerini savunmakla kalmayıp onlara iltifat ve övücü ifadelerde bulunmaktadırlar. Dahası, Türkiye'yi ve onun muasır medeniyetler üzerine çıkma yürüyüşünü akamete uğratma amacıyla bu devletin ve milletin sağladığı tüm maddi ve manevi kazanımları kullanarak gittikleri ülkelerde ve katıldıkları toplantılarda kara propagandalar yapmaktadırlar. Burada da yine benim çok çelişkili bir örnek aklıma geldi: Bir NATO toplantısında biz içeride Türkiye'nin hak ve menfaatlerini savunurken bu Mecliste yer almış, bu Meclisin şerefine layık olamamış ve dışarıda "Ey Ermeniler, yüz yıl önce sizi katlettiler, bugün Kürtleri katlediyorlar. İşte Türkler böyle insanlardır." diyen birisine karşı Fransa'nın Toulouse kentinde "Yeter artık! Sizin insan hakları ihlallerinizden, sizin insanları sömürünüzden, sizin eroin, insan kaçakçılığınızdan bıktık, artık ülkemizdeki huzurumuzu da bozmaya hakkınız yok." diyen Fransız kadının "PKK teröristtir." diyen haykırışı arasındaki çelişkiyi sizlerle paylaşmak istedim. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Ülkemizin birlik ve beraberlik içerisinde, bölgesinde ve dünyada etkin bir güç olma mücadelesinin akamete uğratılma faaliyetlerinin yurt içinde de maalesef sürdüğüne tanıklık etmekteyiz. Bunlar, demokrasiyi, sinsi emellerini gerçekleştirme adına sadece bir araç olarak kullanıp, heykelini dikmeyi düşündükleri İmralı canisi ve bebek katilinin maşalığını yaptığı emperyalist güçlerin aktardığı sufleleri bire bir söylem hâline getirip, halka zehirli şerbet olarak zerk etmeye çalışmaktadırlar. Söylemlerine baktığımızda, çevreci olduklarını, insan ve kadın hakları savunucusu olduklarını, dinî hassasiyet taşıdıklarını ifade ettiklerini görürüz ama ormanları ve doğayı katletmek, küçük yaşta çocukları zorla dağa çıkarıp her gün taciz ve tecavüze maruz bırakmalarına sessiz kalmak, yavrularını arayan annelerin feryadına Cumartesi değil de "Cuma Anneleri" oldukları için bigâne kalmak ve kutsal dinimizin emrini yok sayıp canilerin cinayetlerini görmezden gelmek gerçek icraatlarıdır. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar) Çünkü bu konuda bilmek değil, aslolan olmaktır. Allah'ın emrini ne kadar bildiğimizle değil, ne kadarını icra ettiğimizle, uyguladığımızla mükellefiz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

KAMİL AYDIN (Devamla) - Çok özür diliyorum.

BAŞKAN - Tamamlayalım.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Bir hadisişerif aynen şöyle demiyor mu... Onun için, biz, ısrarla bin yıllık kardeşlik diyoruz. Bu sevgimizi, bu sevgi bağımızı hiç kimsenin koparmaya gücü yetmeyecek, yetmedi de. Niye? Çünkü Resulullah aynen şöyle dedi: "Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız. Mümin olmadığınız sürece de cennete giremezsiniz." İşte, Milliyetçi Hareket Partisinin "Türk-Kürt kardeşliği" vurgusu yapmasının en önemli ilahî ve insani nedeni budur. (MHP sıralarından alkışlar)

Bütün bunlara rağmen millî kervan yürümeye devam etmektedir çünkü sorumluluğumuz vardır ve işimiz bir hayli çoktur çünkü cumhuriyetimizin kurucusu ve banisi Mustafa Kemal'in ifade ettiği gibi, biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklal timsali olmuş bir milletiz. Dolayısıyla bizler Rodos İstanköylülerin taleplerine kayıtsız kalamayız, Atayurt Doğu Türkistan'ın uğradığı zulmün son bulması için her türlü inisiyatifin alınması noktasında sessiz kalamayız Sayın Bakanım. Bu konuda, biz, sizin arkanızda son noktaya kadar destekçiniziz. Kafkaslardaki, Balkanlardaki ve dünyanın her yerindeki soydaş, dost, akraba toplulukların sorunlarını duymazlıktan gelemeyiz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Aydın, toparlayalım.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Çok özür diliyorum.

Bitiriyorum.

BAŞKAN - Buyurun.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Orta Doğu, Afrika ve Asya'daki Müslümanların çektikleri çileleri görmezden gelemeyiz çünkü ilahi emir gereği, önce onlara ses, nefes ve her türlü imkânı sağlamalıyız.

1948 Birleşmiş Milletler soykırım yasasının ne içeriğine ne tanımına uymayan bir ucube iddianın arkasından koşamayız ve bu bağlamda da bütün diasporadaki soydaşlarımızın bilinçlendirilip bunlara karşı doğru birtakım söylemlerde bulunulmasını sağlamalıyız.

Mütekabiliyet mantığıyla, televizyon yayınlarında tehdit ve düşman gördükleri her türlü ülkenin yayınlarına müsaade edip ama Türkiye'nin yabancı dilde bir yayınına müsaade etmeyen ülkelere gerekli cevabı verip mütekabiliyet esasına göre biz de gereğini yapmalıyız diye düşünüyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle bütçemizin hem Millî Eğitim Bakanlığımıza hem Dışişleri camiamıza hayırlara vesile olmasını diliyor, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)