| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Güvenlik ve Askerî İş Birliği Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 40 |
| Tarih: | 21.12.2019 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 155 sıra sayılı Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Güvenlik ve Askerî İş Birliği Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi en kalbî duygularımla, saygıyla muhabbetle selamlarım.
Sayın milletvekilleri, insanlık tarihinin sırasıyla, avcı-toplayıcı, tarım-hayvancılık ve akabinde birey algısının ve onun zihinsel kapasitesinin öncelenmesiyle sanayi toplumları aşamalarından geçtiği herkesçe bilinen açık bir gerçektir. Buna paralel olarak toplumsal yapıların da klanlardan, kabilelerden feodal yapılara ve imparatorluklara ve oradan da ulus devlet yapılarına evrildiğini biliyoruz. Skolastik Orta Çağ Avrupasında, feodal uygulamalar sonrası özellikle, siyasi tarihe kanlı Otuz Yıl (Mezhep) Savaşları olarak geçen olaylar akabinde Vestfalya Anlaşması'yla, sistematik bir yapıya dönüşen eşitlik ve egemenlik odaklı ülkesel yapılara geçiş sağlanmıştır. Akabinde, Fransız İhtilali sonrası daha da sistematikleşen ulus devlet modelleriyle, ulusal çıkarların ve ulusal egemenliklerin merkeze alındığı uluslararası ilişkiler algısı etkinlik kazanmaya başlamıştır.
Saygıdeğer milletvekilleri, böylece çok uluslu bir yapıya bürünen Avrupa'nın zaman zaman kendi aralarındaki egemenlik ve çıkar çatışmaları yanı sıra, "hasta adam olarak" yaftalayıp kirli plan ve projeler üreterek Osmanlı Devleti ve onun hâkimiyetindeki 24 milyon kilometrekare coğrafyayı ortak paylaşım alanı ilan ettikleri de tarihî bir vakıadır. Diğer bir ifadeyle, Birinci Dünya Harbi ve beraberinde açılan onlarca cephe ve Batı tahrikli ve destekli isyanlar serisi başlamış ve Osmanlı Devleti dağılma sürecine girmiştir. Batı'nın 17'nci yüzyılda başlattığı uluslaşma sürecini, ancak üç yüz yıl sonra zor şartlarda başarabilme kabiliyetini göstererek yüksek azim ve kararlılıkla, halklar aşamasından yeniden dirilişle millet olma bilincine erişen Türk milleti, bir anlamda Sevr'i ters yüz edip Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarak egemen uluslar topluluğuna katılmıştır.
Saygıdeğer milletvekilleri, aynı zamanda, dünden bugüne uluslararası mücadelenin ve mücadele yöntemlerinin de sürekli değiştiğine tanıklık etmekteyiz. Zaman zaman dünya savaşları, iç savaşlar, isyan ve ayaklanmalar şeklinde tezahür eden bu mücadele gerçeği ışığında, Türkiye'nin de her durum ve şartta, en köklü devlet olma geleneğinden edindiği tecrübeyle, çevresinde ve dünyada olanlara kayıtsız kalması beklenemez yani dün olduğu gibi bugün de Orta Doğu başta olmak üzere yakın coğrafyamızda eşitlik ve egemenlik odaklı uluslararası anlaşmalardan ve bağımsızlık karakterine bağlılığından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin her türlü inisiyatif ve sorumluluk alma zorunluluğu vardır çünkü devir "bekle, gör." ya da "Bana değmeyen yılan bin yaşasın." devri değildir artık; aksine, olası olumsuzlukları, tehditleri ve felaketleri önceden engelleme adına uluslararası düzeyde proaktif bir yaklaşım öncelemek devridir. Bunun en belirgin örneğini, yakın tarihimizde Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarında çok açık bir biçimde ortaya koyduk. Yani içeriden ve dışarıdan terörle zaafa uğratılmaya çalışılan ülkemiz, uluslararası yapılarla oluşturulan lojistik destekle köşeye sıkıştırılarak güney sınırımızda bir prefabrik vekâlet yapı oluşturmaya yönelik tüm planları alınan hızlı karar ve inisiyatifle etkisizleştirmiştir. İlginç ve kabul edilemez olansa bir taraftan Türkiye'nin her yerinde canlı bomba ve patlayıcı yüklü araçlarla yapılan terör saldırılarının artması öte yandan güney sınırımızdan maruz kaldığımız terör saldırılarından dolayı alınan "terörü kaynağında yok etme" kararına o gün karşı çıkan zihniyetin bugün de maalesef, Doğu Akdeniz'de ön açıcı bu hamlemize karşı çıkmasıdır. O gün "bataklık" mazeretine sığınanlar, bugün de en büyük kıyı şeridine sahip ülkemiz için buraları "bataklık" göstermeye çalışmaktadırlar.
Saygıdeğer milletvekilleri, günümüz uluslararası siyasi gelişmeler ışığında Türkiye, kendini çevreleyen denizlerde de rahat ve huzurlu değildir. Örneğin, bir taraftan ABD'nin ve AB'nin, öte yandan Rusya'nın mücadele alanını Karadeniz'e kaydırdığının farkındayız. Ukrayna ve Gürcistan'daki gelişmeler, Bulgaristan ve Romanya'nın Avrupa Birliği üyesi olması bölge ülkelerini yeni bir kaosa sürüklemeye açıktır. Öte yandan, Ege'deki adalar ve kıta sahanlığı sorunları hâlâ devam etmektedir. Son yıllarda buna, bir de Akdeniz'de özellikle hidrokarbon kaynak arayışı süreciyle başlayan yeni bir kriz eklenmiştir. Yani Barbaros Hayrettin'in Türk gölü hâline getirdiği, 16'ncı yüzyıldan beri yaklaşık beş yüz yıllık hâkimiyet ve egemenlik alanımız olan ve bugün de "mavi vatan" dediğimiz bölgede, Türkiye bir oldubittiye getirilmeye çalışılmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimi başta olmak üzere Mısır'ın, İsrail'in bugüne kadar gerek kendi aralarında ve gerekse Libya'yla ikili ticari anlaşmalar yaparken veya tek taraflı, tek başlarına münhasır ticaret alanları ilan ederken artık "Bekle, gör"den ya da "Bana değmeyen bin yaşasın." mantığından hareket ederek edilgen kalmak yerine, hamle yapıp ön almak yani proaktif davranmak kaçınılmaz bir hâl almıştır. İşte bu anlaşmayla yapılan da odur. Buna mukabil, maalesef, dün hamlesizlik eleştirileri yapıp denizlerde özellikle Yunanistan'ın hak gasbını işaret edenler, bugün yapılan ön alıcı hamlelere karşı rahatsızlıklarını ve muhalefetlerini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Bu çelişkiyi anlamak da gerçekten çok zor bir durum diye düşünüyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, millî güvenliğimiz, deniz hukukumuz ve insani sorumluluğumuz açısından böylesine önemli bir meselede siyasetüstü, ülküsel ve ilkesel davranıp öyle karar vermemiz gerekirken ipe un serme, bağcıyı dövme amaçlı eleştiri ve muhalif hamleler öz güvenden yoksun, aşağılık kompleksi içeren ezik bir psikolojinin tezahürüdür.
Yapılan eleştirilere baktığımızda, birkaç tutarsız iddiadan öteye gitmediğini görmekteyiz. Örneğin, sıklıkla dile getirilen eleştirilerin birincisi, bölgede yalnız bırakıldığımız iddialarıdır. Şimdi, burada bir parantez açmakta yarar görüyorum. Efendim, niye yalnız bırakılmışız? Bir taraftan İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan bir araya gelmiş, anlaşmalar yapmış; "Biz niye yalnızız?" Sanki Rum kesimi başta olmak üzere Yunanistan, Mısır ve İsrail kapımızdan hiç ayrılmadı, bacadan attık kapıdan geldiler, kapıdan attık bacadan geldiler, ısrarla bizimle bir anlaşma zemini aradılar, biz yok dedik.
Değerli milletvekilleri, her defasında, defaatle vurguladığımız bir tarih bilincinden bahsettik.
Bakın, sizleri 2004 yılına götürmek istiyorum, Allah aşkına, Türkiye Cumhuriyeti devleti gerçekten "Yurtta sulh, cihanda sulh." ana ilkesine bağlılığını her zaman uygulamaya çalışmış ve göstermiştir. Biz, gerek AB sürecinde gerekse en son, Kıbrıs'ta bir barış, bir çözüm sağlanması adına vermediğimiz taviz bırakmadığımız bir Annan Planı'na "Evet." deme saflığını gösterdiğimiz dönemde dahi, karşı taraftan hiçbir adım atılmadığına hep beraber tanıklık etmedik mi? Hatta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin banisi rahmetli Denktaş'ın biraz da maneviyatını incittik gibi.
Şimdi, biz bunları yaparken bugüne kadar, ne oldu da yalnız kaldık? Teslimiyetçi olmadığımız için, mandacılara "Evet." demediğimiz için tabii ki yalnız bırakıldık. Yalnızlık da Allah'a şükür, çok da öyle küçümsenecek bir şey değil; o zaman ne Millî Mücadele ne de Mustafa Kemal Atatürk'ten bahsetmek yerinde olurdu.
Gündeme getirilen diğer eleştirel bir husus ise şudur: 2011'de Kaddafi'ye uygulanan ambargo bağlamında Libya'ya askerî yardım yapılması yasağını içeren Birleşmiş Milletler kararını engel olarak göstermektedirler, özellikle bu anlaşmaya karşı çıkan taraflar.
Şimdi, burada, Birleşmiş Milletlerin aldığı kararları, bir çırpıda benim aklıma geldi, sizlerin de hafızalarınızı tazeleme adına söylemek istiyorum. Bu bağlamda yani haksızlıkları, silah ambargolarının uygulanabilirliklerini içeren anlaşmalara baktığımızda, bizi ilgilendirmesi hasebiyle birkaç örnek vereceğim.
Şimdi, Filistin'le ilgili o kadar karar var ki, İsrail'e karşı uygulanan o kadar çok karar var ki ambargo mahiyetinde. Myanmar'la ilgili o kadar karar alındı ki. Doğu Türkistan'la ilgili kararlar alındı ve alınmakta. Hatta, işgal altındaki Azerbaycan toprağı Dağlık Karabağ hakkında o kadar Birleşmiş Milletler kararı var ki hatta, AGİT Minsk Grubuna görev verilip sorunun çözülmesi yönünde adımlar atılmasına rağmen, Allah aşkına bugün neler yapıldı? Hangi alınan karar gerçekten uygulandı ve caydırıcılık içerdi? Dahasını söyleyeyim: Yine Doğu Akdeniz, Libya'yla yapılan mutabakat bağlamında söyleyelim. Bugün, Allah aşkına "Hafter" dediğimiz illegal bir yapının içerisinde Mısır'ın da Rusya'nın da ABD'nin de ve diğer birçok bölge ülkelerinin de eli ayağı yok mu? Müdahalesi söz konusu değil mi? Silah yardımları yok mu? Bunlar, kayıt altına alınmış bilgi ve belgelerle sabit oluşumlar. Şimdi, bize gelince çok kuralcı çok hassas davranıyoruz. "Birleşmiş Milletler kararı; aman, bizi cıs diye yakar." Yok öyle bir şey. Söz konusu egemenlik ise söz konusu bölgedeki istikrarın teminatı ise diğerlerine uygulanmayan şeyin bize uygulanmasını defaatle söylemek gerçekten, abesle iştigaldir.
Saygıdeğer milletvekilleri, yine muhalif olma noktasında dile getirilen diğer önemli bir husus da Avrupa Birliğinin Yunanistan'ın yanında olması, yaptığımızı kabul etmeme girişimleri. Yani Avrupa Birliği üyesi olmamamız hasebiyle ve Güney Kıbrıs Rum kesiminin ve Yunanistan'ın da üyesi olması hasebiyle, gerçekten, bir anda -AB kararı şeklinde- bir üniversitenin raporundan hareketle, bizi sanki Akdeniz'de küçük bir alana sıkıştırma gibi, uluslararası çok etkin bir yasaymış gibi bahsedildiğine tanıklık etmekteyiz. Hâlbuki söz konusu kıta sahanlığıdır. Kıta sahanlığımızla ilgili uluslararası denizcilik hukukunun söyledikleri çok açık ve nettir. Dolayısıyla bir ana kara parçasını yok sayıp önceliği adalardan hareketle küçük kara parçalarına vermek, hiçbir hukuki gerekçeyle açıklanamaz. Çünkü Türkiye, gerçekten, yaklaşık olarak 1.800 kilometrelik bir kıyı şeridi olan ana karaya sahipken Rodos'u, Girit'i, şunu bunu bahane ederek bir üniversitenin hazırladığı raporu hukuki bir belge olarak önümüze koyup dayatmayı, bu kürsülerden ifade etmeyi de gerçekten çok anlamlı bulmuyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, yapılan diğer bir eleştiri de görüşmekte olduğumuz anlaşmanın muharip güç gönderme iddiasında olduğunu iddia etmek, gündeme getirmektir. Biraz önce de ifade edildi, biz Komisyonda bunu enine boyuna tartıştık, en yetkili ağızdan da bunun öyle bir adımı içermediğini duyduk ama niyeyse sürekli bunu speküle edip yapılan bu anlaşmayı hafife almak, itibarsızlaştırmak, anlamsızlaştırmaktır yapılan şey.
Şimdi, nedir o zaman? Baktığımızda, Anayasa'nın 92'nci maddesi hükmü çok açıktır, çok sarihtir. Muharip birlik göndermenin nihai kararı, daha önce Lübnan ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmesi gereken bir tezkereyle alınır. Yani bu hüküm açıkken bunu hâlâ temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp burada gündeme getirmenin bir anlamı yok çünkü burası gerçekten, Türkiye Cumhuriyeti devletinin en yüksek makamıdır. Dolayısıyla iki düşünüp bir konuşmakta yarar var diye düşünüyorum.
Öte yandan, metinde maddeler hâlinde ifade edildiği gibi, ikili anlaşmanın merkezinde kısaca amaçlanan şey, savunma ve güvenlik gücü oluşturulması adına eğitim, teçhizat ve yardım taleplerini karşılayıp koordine edilecek bir savunma ofisi kurmaktır; bu kadar net.
Sayın milletvekilleri, düne kadar, AB tarafından -üye devletlerin lehine- her türlü siyasi ve hukuki ihlalleri içeren ve Türkiye'yi Antalya-Hatay arasında bir hatta mahkûm eden haritayla oluşan sorun; bugün de 23 ülkenin kıyısının bulunduğu Akdeniz'de 60'tan fazla ülkenin muhatap olmaya çalıştığı bir Doğu Akdeniz hidrokarbon meselesi gündemdedir.
Biraz önce ifade ettim, en uzun kıyı şeridine sahip olan bir ülke olarak Allah aşkına, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün bu oluşan ilgilye, alakaya, bölgeye yönelime karşı bigâne ve de duyarsız kalması beklenebilir mi? Elbette ki beklenemez. Ana kara parçasından 200 deniz mili uzaklık mesafesini kıta sahanlığı ilan etme, uluslararası deniz hukukunun sağladığı bir haktır. Dolayısıyla bugüne kadar düşey sınırlarla 40 bin kilometrekare alana sıkıştırılmaya çalışılan deniz kıta sahanlığımız, Libya'yla yapılan bu anlaşmayla diyagonal hatlar oluşturularak 150 bin kilometrekare alana çıkarılmaktadır. Allah aşkına, bunun neresi Türkiye'yi riske atan, Türkiye'yi yok sayan, Türkiye'ye zararlı bir anlaşmadır?
Münhasır ekonomik bölge ise bir bölge altındaki her türlü varlığın -canlılar hariç- sahipliğini ifade eder. Ana kara önceliği noktasında Türkiye'nin önceliği yok sayılarak AB üyesi olması hasebiyle -Avrupa'daki bir üniversite raporunun hukuki bir dayanak kabulünden hareketle- Yunan adalarını ana kara parçası kabul edip Türkiye'yi bir dar alana hapsetmeye çalışmak, kısaca abesle iştigaldir ve bir karşılığı da yoktur; bizim nezdimizde de yok hükmündedir.
Saygıdeğer milletvekilleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün 3 defa niyetlenip 2 defa gerçekleştirdiği Trablus seyahatleri var. Bunlar beyhude çabalar değildi, bunlar 1908-1911'de gerçekleştirilen gerçek atılımlardı. Her türlü fakruzaruret içinde, ümidin tükendiği bir ahval ve şerait içerisinde bile, bir milis kuvvet görünümünde, ecdat yadigârı topraklara gidip dönemin emperyalistlerine karşı bölge halkının direnişine katkıda bulunan büyük devlet adamı Mustafa Kemal'i bir kez daha rahmetle, minnetle, şükranla anıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Tüm çabasıyla, dayatılan her türlü Sevr talimatını yok hükmünde sayarak muhtaç olduğumuz kudretin her şeyin üstesinden gelmeye yeteceği ülküsünü bizlere aktaran Mustafa Kemal Atatürk'ün ideali, o günkü Libya'ya gidiş ideali idealimiz, bozkurtça duruşu da duruşumuzdur. (MHP sıralarından alkışlar) Bugün de aynı duygu ve düşüncelerle hem bölgedeki varlığımıza, egemenlik ve istikbalimize büyük katkı sağlayacağına inandığımız bu anlaşmaya Milliyetçi Hareket Partisi olarak içtenlikle ve hiçbir tereddüde yer vermeden destek verdiğimizi belirtir, yüce heyetinizi en kalbî duygularımla saygıyla selamlarım. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)