GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükûmeti Arasında Güvenlik ve Askerî İş Birliği Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:40
Tarih:21.12.2019

HDP GRUBU ADINA HİŞYAR ÖZSOY (Diyarbakır) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye ile Libya arasında imzalanan bu güvenlik ve askerî iş birliği anlaşmasına yönelik olarak grubum adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Yalnız bu Libya meselesine girmeden önce, dün yaşanan bir olayı tekrar sizin dikkatinize sunmak istiyorum. Diyarbakır Milletvekiliyim. Dün sabah, Sur Belediye Başkanımız Filiz Buluttekin'in gözaltına alındığı haberini aldık. Dün sabah saat beş buçukta, bütün binası sarılarak, kendisi, eşi ve 10 yaşındaki çocuğu yere yatırılarak ve kafasına silah doğrultularak gözaltına alınmış bir kadın Belediye Başkanımız; kendisiyle daha önce bir yıl kadar çalışmıştık, eski İl Eş Başkanımızdı. Doğrusu, sadece dikkatinize sunmak istiyorum bu meseleyi. Öyle "Aman yapmayın, etmeyin." diyecek bir noktada değiliz yani öyle merhamet gerektirecek bir noktada filan değiliz. Bu çirkinliğin artık sınırı filan kalmamış. Şunu da söyleyeyim size: Bu emri veren yani Filiz Başkanın bu şekilde gözaltına alınma emrini veren şahsın, Diyarbakır Terörle Mücadele Amirinin şu an FETÖ davasından derdest olan bir davası söz konusu, hâlâ terör örgütü üyeliğiyle yargılanan birisidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan da o davanın içerisindedir, tarafıdır. Bu hâlâ devam ediyor. Süleyman Soylu, sıkılmadan, utanmadan "Efendim, haklarında terör örgütü soruşturması var." deyip belediye başkanlarımızı bir bir görevden alırken hakkında soruşturma değil, terör davası olan kişi şu an Diyarbakır Terörle Mücadele Amiridir. Bu konuda eğer yanlış bilgimiz varsa biz Hükûmet kanadından rica ediyoruz, lütfen, açsınlar, Süleyman Soylu'ya ya da Adalet Bakanı Abdulhamit Bey'e sorsunlar; Diyarbakır'daki Terörle Mücadele Amirinin terör davasından bir davası, derdest olan davası, Cumhurbaşkanın da tarafı olduğu bir davası hâlâ var mı yok mu? Bunu bir öğrenmek istiyoruz.

Ses tonum yükseliyor, değerli arkadaşlar, malum ben şu kürsüde, şu ana kadar çok, böyle ses tonunu yükseltmemeye çalışan bir arkadaşınızım fakat artık tuzun koktuğu bir noktadayız. Size bu zulmü yapmayın demiyoruz, zulmünüz artsın ki siyaseten sonunuz çok daha çabuk gelsin çünkü zalimler giderayak zulümlerini artırırlar. 10 yaşındaki bir çocuğun kafasına silah dayamak nedir ya? Filistin'de olduğu zaman televizyon kanallarında çarşaf çarşaf "Bakın, İsrail zulmü. Bakın, Filistinli çocuklara ne yapıyorlar?" deniliyor. Gazze'ye değil, bir de dönün, gözünüzün önündeki Sur'a bakın. Sur öyle bir yer ki beş yıldır orada çatışmalar bitmiş, beş yıldır hâlâ Sur'un mahallelerine girilmiyor, sokağa çıkma yasağı var. Hûkümete sorduğumuz zaman kafalarını önlerine eğiyorlar. Bu zulmün hesabı er geç sorulacak. O insanlar, HDP'nin belediye başkanları öyle itip kakabileceğiniz belediye başkanları değil; yüzde 65 üzerinde oyla seçilmiş ve Sur'da uygulanan bütün vahşete rağmen seçilmiş bir insan. Kafasına silah dayayacağız saat beş buçukta... Ya, minimum devlet nezaketi de mi kalmamış sizde? Çetelere mi iş yaptırıyorsunuz? Sabah sekiz buçukta gönderin 2 polis memurunu, deyin ki: "Başkan ifadeniz var, buyurun gelin." Zor bir şey mi? Bu kadar mı? Ama "Evin etrafını saralım..." Gözü kapalı Robocop'lar mobocoplar... Yani bir Filiz Başkan, bir Kürt kadını, bir Belediye Başkanı üzerinden erkekliğinizi, delikanlılığınızı mı test etmeye çalışıyorsunuz? Bunlar kayıtlara geçsin. Göreceğiz, yarın öbür gün bütün bunların hesabının nasıl tek tek sorulduğunu göreceğiz. (HDP sıralarından alkışlar)

Ben ses tonum yükseldiği için özür diliyorum ama gerçekten çirkefliğin, çirkinliğin boyutunu başka türlü ifade edemiyorum.

Kıymetli arkadaşlar, bunu belirttikten sonra, Libya'yla yapılan bu anlaşmanın teknik detaylarına kısmen gireceğim, Komisyonda çok fazla tartışıldı. Fakat anlaşmanın teknik, spesifik detaylarına girmeden önce, ben Orta Doğu'daki genel durum hakkında birkaç analizde bulunmak istiyorum, bence ihtiyacımız var.

Bakın, Orta Doğu coğrafyası Kuzey Afrika'yla birlikte kan revan içerisinde -2011 yılında aslında herkesin heyecanla beklediği yani birtakım şeylerin Arap Baharı'yla birlikte Orta Doğu'da değişeceğini düşündüğü- işte Bahreyn'den tutun, Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Irak her taraf kan revan içerisinde. Sanki orada ölenler de -burada bazen konuşuluyor- sanki orada yaşayanlar da -tırnak içerisinde söylüyorum, İslami referanslarla siyaset yapanları kastederek söylüyorum- kâfir. Müslüman olmasa da kimsenin öldürmeye hakkı yok da... Böyle bir fetih ruhuyla "Orta Doğu'ya tekrar gireceğiz..." Hatta yeni Osmanlıcılığın hayallerini kuranlar var. Yüz yıllık bir Arap milliyetçiliğinden bahsediyoruz -hani reel bile düşünürseniz- kimse, Türkiye'ye orayı yedirmez bir defa. Bu, bugünden yarına öyle o kadar kolay olabilecek bir şey değil, artı, başka bölgesel güçler var. Türkiye, 2011 yılında bu Arap Baharı meselesi başladığı zaman ne yaptı? Aslında, çok beklenmedik bir şey yapmadı, Batı ittifakının içerisinde yer aldı, değil mi? Hem Mısır'da hem Suriye'de hem Libya'da bunların içerisinde yer aldı ve yeni Orta Doğu'da pozisyon kapmaya çalıştı -bütün güçler böyle yaptı, reel politik, ortam karışmış- "Acaba, biz buradan Türkiye'nin menfaatlerine neyi koparabiliriz?" bunun derdine düştü. Yalnız, yolda giderken birkaç tane arıza çıktı kıymetli arkadaşlar. Bu arızalardan bir tanesi Mısır'daki deneyim; İhvan'ın iktidara gelmesi ve İhvan'ın, işte Birleşik Arap Emirlikleri'nin, işte Orta Doğu'nun en rezil, en berbat rejimlerinden biri olan Suudi Arabistan'ın -ki kral öldüğü zaman burada, bu ülkede bayraklar yarıya indiriliyordu, ulusal yas ilan ediliyordu- bunların desteklediği Sisi tarafından Mursi'nin indirilmesi.

Şimdi, Arap Baharı başladığı zaman, ilk plan şöyleydi, aslında Türkiye'deki genel algı da şuydu: Elli yıldır Orta Doğu'nun başına musallat olan Baas mantığı tasfiye edilecekti; Mısır'da, işte Libya'da Kaddafi, işte Suriye'de Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad, Irak'ta -zaten tasfiye edilmişti iktidardan indirilmişti- Saddam Hüseyin. Dolayısıyla Baas'ın karşısında kurulan temel güç olan İhvan'ın da çok geniş anlamda güçlenebilme, yayılabilme imkânı ortaya çıkacaktır. Bir iki kaza çıktı. Bunu hiç tartışmıyorum çünkü Mursi'nin orada, o hücrede katledilmesi tam bir vahşettir; siyasetine katılırsınız, katılmazsınız, en nihayetinde seçilmiş bir siyasetçinin mahkeme esnasında, orada, o şekilde ölmesi bütün Orta Doğu halkları için çok büyük bir utanç vesilesidir. Ben şahsen, İhvan'ın iktidara geldikten sonra durumu çok iyi kontrol edemediğini, çok daha farklı şeyler yapabileceğini düşünüyorum fakat bu, idam cezasını veyahut da ölmesini gerektirecek bir durum değil.

Mısır'da hâl böyle; Mursi'yi iktidardan düşürdüler ama daha öncesinde başka bir durum oldu. Biliyorsunuz, Libya'da Türkiye'nin de desteğiyle Kaddafi'yi indirdiler; NATO orada cinayet işledi, gittiler, Kaddafi'yi katlettiler. Ondan sonra ne oldu? Ne kadar El Kaideci, ne kadar kesim varsa, işte savaş ağaları, kabileler, DAİŞ Libya'yı tam bir savaş alanına çevirdiler, zaten hâlâ da sırtını doğrultabilmiş değil fakat orada başka bir şey de oldu arkadaşlar. Biliyorsunuz, 2012 yılının Eylül ayında Amerika Birleşik Devletleri'nin Libya Büyükelçisini öldürdüler. O noktada, Amerika'nın siyaseten bir değişikliğe gitmesi durumu oldu. Obama "Biz bu insanları destekliyoruz da iktidarı ellerine geçirdikleri ilk anda öldürdükleri bizim büyükelçimiz." Yani BAAS dağıtıldıktan sonra, Baas rejimleri çöktükten sonra ortaya çıkabilecek güçlere Batı güvenmemeye başladı doğrusu. Biliyorsunuz, Libya'dan çekildi Amerika "Ben bu işin içerisinde yokum; canınınız cehenneme, ne yapıyorsanız yapın!" dedi. 2013 yılında Mursi bu şekilde, iktidardan bir darbeyle düşürülünce aslında, herkes 2013'ten sonra Esad'ın hiçbir yere gitmeyeceğini biliyordu. Çünkü bu bir konsept, bu, Orta Doğu'nun yeniden dizaynı meselesi. Eğer Mursi orada devrilmiş, yerine Sisi gibi birisi gelmişse, eğer Libya'da İslamcılara destek Amerika tarafından bitirilmişse tabii ki bunun Suriye'de, Irak'ta da sonuçları olacak. Ki beklenen oldu, 2014 yılından itibaren, uluslararası güçler, zaman içerisinde aslında Esad'ı devirme stratejisinden vazgeçtiler çünkü temel kaygı şu: "Tamam, bunlar diktatör vesaire, biz bunları iktidardan indiriyoruz ama yerine gelen insanlarla biz nasıl iş yapacağız?" Bunun telaşına düştüler. Dolayısıyla İhvan geleneğinin komple tasfiyesi için birçok noktada el sıkışıldı; sadece IŞİD, Nusra meselesi falan değil.

Bu arada, zamanımız çok yok şunu tartışmak için: İhvan geleneği farklı bir gelenektir; çıkışı, sömürge karşıtı çıkışı, işte, Seyyid Kutublardan tutun getirin falan, bu bambaşka bir silsiledir de Türkiye'de, maalesef, kimse bunu da doğru düzgün tartışmıyor, hepsini eşleştiriyor; işte, IŞİD, El Kaide, İhvan falan diye böyle bir skalada hepsini yan yana diziyor. O meselenin içerisine çok fazla girmeyeceğim ama belli ki İhvan çizgisine yönelik olarak çok geniş çaplı, bölgesel ve küresel bir saldırı söz konusu. Bunun dışında kalan iki tane güç var; biri Türkiye, biri de Katar, iki tane güç var ortada. Yavaş yavaş meseleyi Libya'ya getirmeye çalışıyorum. Şimdi, hem Suriye'de hem de Libya'da Batı'daki ittifakın tavır değiştirdiği noktada, Türkiye, bölgesel bir güç olduğu için, kendi otonom siyasetini sürdürmeye devam etti. Yani daha önce NATO içerisinde Libya'ya saldırırken, daha önce uluslararası koalisyonla Esad'ı devirmeye çalışırken Batı'daki politika değişiklerine rağmen, Türkiye olduğu yolda devam etti. Bakın, 2014 yılında herkes Esad'ın gitmeyeceğini biliyordu ama Türkiye çok uzun bir dönem "Esad gitsin." diye oradaki her türlü örgüte silah veriyordu. Bunun için, Batı ittifakıyla ciddi anlamda bir karşıtlığın içerisine girdi, Libya'da hakeza.

Bakın, çok ilginç bir durum. Suriye meselesi çokça tartışılıyor kamuoyunda, medyada fakat Libya konusunda Türkiye toplumu hiçbir şey bilmiyor. Ben iddia ediyorum, şurada oturan milletvekillerimizin yarısı da Libya'da ne olduğunu bilmiyor çünkü çok fazla tartışılmıyor. Ama Türkiye'nin Libya meselesine dâhil olması bugünlük bir mesele değil.

Bakın, size -anlaşma imzalıyoruz ya- çok ilginç bir durum... Sanki, bu anlaşma yapıldıktan sonra Türkiye, Libya'ya silah gönderebilecekmiş. Ya, Türkiye 2012 yılından beri düzenli olarak zaten silah gönderiyor. Size birkaç tane örnek vereyim: 2013'te Libya'ya giderken fırtınaya yakalanıp Yunanistan sahiline sığınmak durumunda kalan Türkiye gemisinde silahlar bulunmuştu; ilk de orada, hatırlarsanız. Sonra, Ağustos 2014'te Hafter, Türkiye'den Derne'ye giden geminin silah yüklü olduğunu belirtip vurulmasını o zaman emretmişti. 2014 yılında Mısır'da durdurulan bir gemide yine silahlar çıkmıştı. Aralık 2014'te Mısrata Limanı'na yanaşan Kore gemisinde de Türkiye'den yüklenen silahlar vardı; sanırım, Mersin'den onları doldurmuşlardı. Eylül 2015'te İskenderun'dan mühimmat yüklenmiş bir gemi yine Yunanistan'da yakayı ele verdi. 23 Kasım 2017'de Mısır'ın Port Said Limanı'nda durdurulan gemide 29 konteyner silah çıktı, Mersin'den yüklenmişti bunlar da. 18 Aralık 2018'de de silah yüklü bir gemi Khums Limanı'nda Türk yapımı silahlarla birlikte yakalandı ki Eylül 2018'de Birleşmiş Milletler yani söz konusu komite Türkiye'nin düzenli olarak Libya'ya silah gönderdiğini zaten belgelemiş durumda yani yeni bir durum değil. Yani biz, sanki bu anlaşma olacak...

Benim düşüncem şu: Şu ana kadar yapılana zaten şu an parlamenter bir kılıf uydurulmaya çalışılıyor. Zaten silah gönderiyorsunuz, zaten askerî danışmanların gittiği söyleniyor, onu teyit etmek lazım bilmiyorum ama Türkiye çok boyutlu bir şekilde zaten Libya savaşının içerisinde. Şimdi, ben şu argümanı yapmayacağım, biraz önceki hatipler de konuştular: "Efendim, Türkiye'nin Libya'ya silah göndermesi uluslararası anlaşmalara, BM'nin 2011 sayılı kararına aykırıdır." Doğrudur, aykırıdır ama gerçekten oturup uluslararası hukuk üzerinden bir argüman yapılmasını ben de abesle iştigal görüyorum, mesele bu değil. Yani şöyle demiyorum: İktidar "Efendim, Birleşik Arap Emirlikleri yapıyor, biz de yaparız." diyor, mesele bu değil.

Şimdi, ben geçen gün şu kürsüde, şu konuşmayı yaptım, dedim ki: "Arkadaşlar, ulusal çıkar meselesi nedir?". Her şeyden önce bunu bir tartışmamız lazım. Yani iki siyasi parti yan yana gelecek "Türkiye'nin ulusal çıkarı budur." diyecek, biz de "Eyvallah." diyeceğiz diye bir şey yok. Bu ülkenin ulusal çıkarı nedir gerçekten? Türkiye'de yaşayan değişik halkların, artı Libya'da yaşayanların, Suriye'de yaşayanların pratik, somut anlamda çıkarlarını konuşmamız lazım.

Şimdi, uluslararası hukuku bir köşeye bırakıyorum, pratik baktığınız zaman Türkiye şöyle bir durumun içerisine çekiliyor: Şimdi, Hafter güçleri yüzde 70-80 oranında Libya'yı kontrol ediyorlar. Alay konusu olmuştu, bazıları "Efendim, onlar hep çöl möl falan." da bütün petrol, doğal gaz da çölün içerisinde, Trablus'ta petrol mü var?

Hafter, Birleşik Arap Emirlikleri'nin desteğini almış, hava gücü; Suudi Arabistan sonuna kadar para akıtıyor, Mısır, parayı bırakın "Benim için ulusal güvenlik meselesi" diyor çünkü İhvan dövüşüdür hâlâ onlar için, buradan oraya tekrar gelebilir, bu kaygıyı yaşıyorlar, geçen biliyorsunuz, Trump'ın da desteğini aldı, Trump da Hafter'in terörle mücadele konusunda kendisine desteğini, memnuniyetini ifade etti. Rusya'nın bir Wagner Grubu var, alandalar, sahadalar; lojistik, askerî istihbarat her türlü desteği sunuyorlar. Bunun dışında, Fransa, Libya savaşına müdahil olmuş durumda. Gerçekten de Türkiye ve Katar dışında... Ki bunlar, uluslararası kamuoyunda İhvan'ı destekleyen 2 güç olarak tarifleniyor, bölgesel güç Türkiye'de. İngiltere ve İtalya'nın da son derece taktik yaklaşımları söz konusu. Yarın, Hafter lehine değişsin, ben size... Bakın, siyaseti bırakacağım eğer çıkmazsa. Hafter ile İtalya direkt anlaşacaklar. Yani kimse Libya savaşında dengenin ne olacağını bilmediği için yumurtaları aynı sepete koymuyor.

Şimdi, Türkiye 82 milyon ülke, 80 milyonun bu meseleden haberi yok, detaylarından haberi yok. Suriye'de yapılan hataların Türkiye'ye faturası ortada. Bakın, o hatalar yüzünden Türkiye kaç defa Suriye'ye müdahil olmak zorunda kaldı. Rojava meselesine bugün girmeyeceğim, çok fazla girdik. 4 milyon mülteciden bahsediliyor, bu arada rakam 2 milyon 700 bin. O rakamlar şişirilerek biraz daha politik baskı artırılmaya çalışılıyor.

Bunun dışında, savaşçılar söz konusu, ne olacakları belli değil. Esad orada kalacak yani tam allak bullak olmuş bir durum ortada. Suriye'deki bütün o "Gideceğiz, bir koyup üç alacağız." siyasetinin sonuçlarını bu ülke yaşadı bakın. Şimdi, sonra "Efendim biz bilmiyorduk." gibi bir noktaya girmeyin. Evet, Türkiye'nin, Doğu Akdeniz'de enerji politikaları bağlamında bu gerilimde kaygıları söz konusu. Fakat bunu gidermenin yolu şu mudur: "Efendim bizi Doğu Akdeniz masasından attılar. Biz de Libya'ya girerek fiiliyatta bu deniz alanlarını sınırlandırıp, Trablus Hükûmetiyle askerî anlamda bir ittifakın içerisine girip hatta mümkünse Hafter'i biraz daha geriletip dışlandığımız Doğu Akdeniz masasına geri dönmek istiyoruz."

Geçen gün söyledim, tekrar etmekte fayda var. Arkadaşlar, bütün bu tartışmaların göbeğinde çok konuşulmayan mesele, aslında odadaki fil, Kıbrıs meselesidir yani önemli oranda Kıbrıs'ta yaşayan Türk vatandaşlarının, Kuzey Kıbrıs'ta yaşayanların bu durumdan nasıl faydalanıp faydalanamayacağı meselesidir. Biz HDP olarak bunu ifade ettik, biz o adanın hem güneyinde hem kuzeyinde olan halkların eşit şekilde bu kaynaklardan faydalanması gerektiğini düşünüyoruz, sonuna kadar, yani orada bir adaletsizliğin olmaması lazım. Fakat Doğu Akdeniz'de herkes kılıçları çekmiş kuşanmış, bu gerilimin içerisinde biz de bu ülkeyi alacağız, o savaşın içerisine çekeceğiz, orada pozisyon kazanacağız falan... Tercih sizin, nasıl olsa buradan geçecek. Biz HDP olarak bu siyasetin yanlış olduğunu düşüyoruz.

Türkiye, bölgesel güç olarak eğer farkını ortaya koymak istiyorsa yapması gereken şey, bu çelişkilerin daha fazla militarize edilip derinleştirilmesinden ziyade, Orta Doğu'da yeni bir nizamın kurulabilmesi için modeller üretmek, bunun üzerinden gitmek zorunda. Aksi hâlde körfez çeteleriyle birlikte -ki o körfez çetelerinin otuz kırk yıldır bu Orta Doğu'da yaptıklarının haddi hesabı yok, hepiniz biliyorsunuz- hani uluslararası hukuk üzerinden değil, insani girişim üzerinden bile değil...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Başkan, hemen bitiriyorum.

BAŞKAN - Sayın Özsoy, tamamlayın sözlerinizi.

HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - ...bütün bu insani ve uluslararası referansların ötesinde, Türkiye, küresel güçlerin, bölgesel güçlerin olduğu bir savaşın içerisinde açıktan taraf olacaktır. Bu bir iç savaş değildir, Suriye bir iç savaş değildir, Suriye küresel bir savaştır, bölgesel bir savaştır. Suriye halklarından ziyade, Orta Doğu'da, dünyada ne kadar emperyal niyeti olan güç varsa orada çatışıyor. Şimdi "Libya iç savaşı." diyoruz. Ya, ne iç savaşı, içinde bütün küresel ve bölgesel aktörlerin olduğu, vesayet savaşlarının üretildiği bir noktada iç savaş değil, bu başka bir şey. Dolayısıyla Türkiye'nin kaygıları olmakla birlikte, bu kaygıların Orta Doğu'da yeni bir savaş cephesini, daha doğrusu, olan bir savaş cephesini derinleştirmek değil, mümkün mertebe modeller üreterek bir uzlaşma zemini oluşturarak bu meseleleri siyasi diplomatik diyaloğa doğru evriltmek gerekiyor diyoruz.

Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)