GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Ruanda Cumhuriyeti Hükûmeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:43
Tarih:15.01.2020

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekili arkadaşlar; ilgili sözleşme üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, dünya jeopolitiğinin Asya kıtası ve Afrika'ya yöneliminin doğal bir sonucu olarak ticaret ve ekonomi başta olmak üzere ikili veya çoklu ilişkilerin de bu coğrafyaya yönelik yoğunluk kazandığına tanıklık etmekteyiz. Bu genel çerçevede Türkiye'nin uluslararası ilişkiler açısından "bekle gör" siyasetini bir kenara bırakarak proaktif bir öngörüyle bu coğrafyadaki ülkelerle yakın ticari, ekonomik, enerji, ulaşım merkezli ilişkiler kurup geliştirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu coğrafyalarda geçmişte kurulan güçlü sosyal ve kültürel bağlar ve ilişkilerin uzun bir ayrılıktan sonra bugün yeniden tesis edilme şartları ve zemini oluşmuştur.

Sayın milletvekilleri, Asya ve Afrika'ya yönelimi içeren bu yeni dünya jeopolitiği ışığında Türkiye'nin öneminin doğu-batı eksenli daha da arttığına tanıklık etmekteyiz. Bunun bir nedeni, biraz önce ifade ettiğimiz gibi, bölgeyle geçmişten gelen güçlü sosyal, kültürel bağlar; ötekiyse özellikle Asya-Avrupa arası köprü konumumuzdur. Yıllardır uluslararası platformlarda ülkemizin coğrafi konumu ve jeopolitik pozisyonunu ifade ederken Asya ile Avrupa'yı birleştiren bir köprü olduğumuzu sıklıkla vurgulardık ama maalesef bunun altını doldurmakta oldukça zorlanırdık, sadece sanki turizm ofislerimizdeki tanıtım broşürlerine yazdığımız, böyle suya yazılan yazı misali geçici bir işlevi olan bir yapıdaydı. Bugün değişen siyasi, ticari, ekonomik koşullar, yönelimin yeniden Asya ve Afrika'ya yönelik olması Türkiye'nin bu köprü olma işlevinin de altının birazcık da olsa doldurulduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun somut olarak ete kemiğe büründüğü en önemli alanların başında enerji, doğal gaz ve ulaşım gelmektedir çünkü kaynak yoksunluğundan dolayı özellikle Avrupa, enerji ihtiyacı ve doğal gaz başta olmak üzere birçok kalemde ihtiyacını buralardan karşılama yoluna gitmektedir. Buna ticari ve ekonomik ilişkileri de ilave ettiğimizde TANAP gibi, TürkAkım gibi, yeni İpek Yolu ulaşım konsepti olan demir yolu ağının uzatılması gibi projeler başta olmak üzere bölgeyle yakın etkileşime girmesi ülkemizin doğu-batı eksenindeki önemini daha artırmaktadır.

Sayın milletvekilleri, uluslararası meselelerde yani kısaca dış politikada aslolan millî menfaatler ekseninden hareketle siyasetüstü bir tavır sergilemenin gerekliliğidir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak katıldığımız her türlü uluslararası platformlarda siyasi şiarımız bu minvalde olmuştur yani kısaca "Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben." demişizdir, demeye de devam edeceğiz inşallah. Bugün tarihi geriye sarıp uluslararası zeminlerde sıklıkla ısıtılıp karşımıza çıkarılan siyasi ve tarihî olaylara kısa bir göz atmak gerekirse bu söylediklerimin gerçekten ne kadar ehemmiyet ifade ettiğini anlamak daha kolay olacaktır. Niye böyle söylüyoruz? İşte, malumunuz, 20'nci yüzyılda, özellikle son dönemde hepimizin bire bir tanıklık ettiği, sürekli herhangi bir uluslararası düzlemde en fazla karşımıza çıkarılan gerçekten önemli hususların başında iftira ağırlıklı, "Çamur at izi kalsın." misali dayatılıp gündeme getirilen bir Kıbrıs meselemiz var, bir de sözde soykırım.

Şimdi, ne oldu, ne oldu Kıbrıs'ta? Kıbrıs'ın siyasi ve uluslararası analizini yapmak gerekirse neler yaşanmıştı? Baktığımızda evet, 1970'li yılların şartlarını biz çocuktuk hatırlıyoruz, bizden büyükler daha iyi hatırlarlar; gerçekten bir halk, bir adada hapsedilmiş, her türlü varlığı yok sayılmış ve en sonunda da işkenceye ve yokluğa tabi tutulmuş bir politikaya maruz bırakılmıştı. Çok görüşmeler yaptık; bu yüce Mecliste, bu yüce kürsüden sık sık, bugünlerde sıklıkla dış politika eksenli konuşmalar cereyan ettiği için hep şunu duyduk, dün de kısmen birazcık değindim, detaylara giremedim: Efendim "doğru tarafta olmak" "çok tarafta olmak" "fazla olmak" "yalnızlıktan uzak kalmak" gibi, böyle gerçekten temeli, mesnedi çok da fazla olmayan; haklılıkla, hukukla beraber olmayla pek alakası olmayan suçlamalara Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugünkü iktidarı maruz bırakıldı. Biz 1970'lerde de bu görüşmelerde yalnızdık, masada hakkımızı savunan hiçbir bir ülke yoktur; garantör ülke statüsünde olmasına rağmen İngiltere dahi yanımızda değildi ve rahmetli Ecevit, bunu bizatihi o yıllarda İngiliz Başbakanına da ifade etti ve dedi ki: "Siz garantörlük sıfatınızı, görev ve sorumluluklarınızı yerine getirmiyorsunuz, artık bizim için çok fazla bir alternatif kalmıyor." Bunu biliyoruz. Ve malum, biliyorsunuz Turan Güneş'in Londra'dan o kutlu mesajı iletildi, değil mi? "Ayşe tatile çıkabilir." Akabinde neler oldu? Barış Harekâtı'mız gerçekleşti. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının, gerçekten bende çok iz bırakan bir ifadesi vardı. "Eğer o harekât gerçekleşmeseydi -ben bir bebektim- halam ve bir yakınım daha katledilmişti, ben de birinin kucağındaydım, sıra bana gelecekti. Türk uçaklarının gelindiği duyulunca yarıda bırakıldı. Ben tesadüfen o kalkan uçaklar ve çıkarma yapan Mehmetçik'in sayesinde bugün hayattayım." demişti, hiç unutamıyorum. Akabinde görüşmelerimiz oldu, ne oldu? Masada hep yalnız bırakıldık. En son Annan Planı gibi bir dayatmada dahi, bakın, veren taraf olmamıza rağmen yanımızda çok fazla kimseyi görmedik. Ama bir şeyden asla hiç vazgeçmedik; haklı davamızdan, hukukumuzdan, aldığımız sorumluluktan asla vazgeçmedik.

Biraz daha geriye sarıyorum tarihi çünkü tarih bize gerçekten ufuk açan, yol gösteren en önemli ışık kaynağımızdır. İstiklal Harbi ve öncesi, ülkemizin gerçekten büyük fakruzaruret içerisinde olduğu bir dönem; 93 Harbi, dile kolay, bir ucu doğu cephesi, bir ucu Balkanlar ve birbirini ateşleyen savaşlar sonrası işgaller ve dayatılan anlaşma metinleri. O dönemde ne yaptık? Bir taraftan egemenlik hakkımızın gasbedilişine direniş göstermeye çalışırken bir taraftan da uluslararası insan haklarından, haktan hukuktan uzak durmama adına bir tehcir gerçekleştirdik. Tabiri caizse o dönemde yaşanan 93 Harbi, Balkan Savaşları ve akabindeki işgal yıllarından dolayı vatanın her köşesi ya işgal altında ya da bitap düşmüş ama bir taraftan da evet, masada Türkiye'yi bir şekilde parçalamayı planlayan egemen güçler... Mustafa Kemal bu şartlarda ne yaptı? Bakın, o fakruzaruret içerisinde dahi yaptığı istişarelerde manda ve himayeyi savunanları da sessizce üzüntülü bir şekilde dinledi ve en sonunda nihai kararını verdi, o da neydi? "Ya istiklal ya ölüm"dü.

Şimdi, bakın, o gün İstiklal Harbi öncesi, 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşması'nda masaya bir bakın, kimler vardı? Düşünebiliyor musunuz, bölünüp parçalanırken bile biz masada yalnızdık, hep yalnızdık. Efendim, daha sonra, 24 Temmuz 1923'e geldiğimizde yani Lozan'ı konuştuğumuzda da yine bir baktık ki İtilaf Devletleri bir tarafta, biz yine yalnızız. Demek ki yalnızlık çok da haksızlık ifade etmiyor; hak ve hukuk farklı bir şey; yalnızlık, çokluk farklı bir şey. Biz ne Sevr'de ne Lozan'da bize dayatılan hiçbir deli gömleğini giymedik; yalnız kaldık, dik durduk, Allah'a şükür, hak ve hukukumuzu sonuna kadar savunduk.

Şimdi, böyle bir yapı içerisinde bugün bu kürsülerde zaman zaman uluslararası anlaşmaları konuşuyoruz. İşte bugün de ona benzer bir anlaşma üzerinde birtakım düşüncelerimizi ifade ediyoruz. Bakınız, burada aslolan şudur: Söz konusu gerçekten milletimizin, vatanımızın, devletimizin birliği, dirliği, bekası olunca siyasi mülahazaları bir kenara bırakıp yüce milletimizin ali menfaatlerini öncelememizde yarar vardır. Artık Asya ve Afrika'ya yönelim, inanın, 19'uncu yüzyıldaki kadar şiddetli bir şekilde tezahür etmektedir. O günkü egemen güçler o gün hangi nedenlerle orada idiyseler bugün de aynı nedenlerden dolayı oradalar. Biz, onların orada olduğu bir yerde çok ekstra, çok özel nedenlerimize rağmen bizim orada olmamamızı nasıl izah edebiliriz? Orada olacağız tabii ki çünkü orayla bizim bir kavli kararımız var, orayla sosyal, kültürel, inanç eksenli bağlantılarımız var; artı, herkesin kullandığı birtakım kaynaklara bizim de ihtiyaçlarımız var, bizim de temin etme gibi bir gereksinimimiz söz konusu. O zaman, biz, 1974'ü bahane ederek siyasi bir cephe kapma adına rahmetli Sayın Bülent Ecevit'in ya da rahmetli Sayın Necmettin Erbakan'ın hatırasına en küçük bir saygısızlıkta bulunmadık çünkü onlar, o gün sadece temsil ettiği bir siyasi partinin neferi değildi, o gün Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün ali menfaatlerinin siyasi teminatı görevini üstlenmişlerdi. Kim ne dediyse desin, biz onları incitecek en ufak bir eleştiride bulunmadık. İşte, devlet adamı olmanın, devletin uluslararası ilişkilerde nasıl temsil edileceği noktasında hassasiyet göstermenin gereği budur. Aynı şekilde, biz geçmişimizle ilgili de 1915 olaylarını bahane ederek ecdadımıza hakareti zül sayarız; dün de saydık, bugün de sayarız. Ne onların hatırasını incitecek ne 1970'lerde yaşananların müsebbibi gösterilerek hedef edilen insanların hatırasını incitecek ne de bugün bu duruşumuza halel getirecek hiçbir oluşumun yanında olmadık, olmayacağız. Niye? Çünkü gerçekten Türk devlet geleneği uzun bir sürecin devamıdır, inşallah ebet müddet de devam edecektir. Dün Osmanlı'nın, daha önce Selçuklu'nun, ondan önceki bütün Türk milletinin devlet olarak temsilinin halkaları ne ise bugün de cumhuriyetimizin ikamesi, idamesi noktasında aynı şekilde düşünüyoruz.

Dolayısıyla bu anlaşmanın, gerçekten, inşallah hayırlara vesile olmasını dilerken son söz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Yüce Türk milleti, inanın, kahramanını da hainini de yazdıklarından değil, yaptıklarından hatırlayacaktır diyorum, saygılar sunuyorum yüce heyetinize. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)