GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti ile Arjantin Cumhuriyeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığı ile Vergiden Kaçınmaya Engel Olma Anlaşması ve Eki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:43
Tarih:15.01.2020

CHP GRUBU ADINA UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Genel Kurulunuzu saygıyla selamlıyorum.

Ben de sözlerime Mısır'da Anadolu Ajansı bürosuna yapılan saldırıyı kınayarak ve orada görev yapan meslektaşlarımızın bir an önce gözaltı hâllerinin sona ermesini dileyerek başlamak istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin en önemli gündemi ekonomidir, işsizliktir, gelir dağılımındaki dengesizliktir, yoksulluktur. Ekonomimizde yaşadığımız kriz hâlinin en büyük sebeplerinden biri ise tek adam yönetiminin izlemekte olduğu, ulusal çıkarlarımızı tehlikeye atan ideolojik, maceracı dış politikadır. Birlikte bir ufuk turu yapmak gerekirse Türkiye'nin dünyada itibar sağlayan geleneksel dış politikasının en önemli çıpalarından biri, Batı kurumlarıyla ilişkileri olagelmiştir. Türkiye'ye son dönemde gelen en büyük yatırımın AB tam üyelik sürecimizle paralel seyrettiğine dikkatinizi çekmek isterim. AB üyelik süreci, Türkiye için sadece siyasi kriterler yani sadece demokrasi değildir, aynı zamanda hayat kalitemizin yükselmesidir; eğitimden sağlığa, kültürden çevre koruma bilincine, hayatın her alanında halkımızın hak ettiği yaşam standartlarına kavuşturulması mücadelesidir. On sekiz yıllık tek parti iktidarının sonunda gelinen nokta, bugün AB'yle ilişkilerin donmuş olmasıdır. Tek ilişki, maalesef, sadece Suriyeli göçmenlerin Türkiye'de tutulması karşılığı alınan birkaç milyar dolardan ibarettir. Bunda Avrupa'daki dar görüşlü siyasetçilerin aşırı sağ, ırkçı politikaları kadar ülkemizdeki saray rejiminin demokrasi ve hukuk devletinden kopması da ana nedendir. On beş, yirmi yıl önce sağladığınız Kopenhag ve Maastricht Kriterlerinin bugün gerisinde olmamız hepimiz için düşündürücü olmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, Batı kurumlarıyla ilişkiler denince saymamız gereken bir diğer kurum Avrupa Konseyidir. Avrupa'nın vicdanı dediğimiz Avrupa Konseyinin kurucusu olan ülkemizin 2020 yılına girdiğimiz bugünlerde hâlâ hak ihlalleri nedeniyle izleme altında olan ülke statüsünde olması hepimiz için üzüntü verici, hepimiz için ayıplı bir durumdur. Konseyin organlarından olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde en fazla hak ihlali verilen ülke konumunda olmamız da yine gurur duyulacak bir durum değildir.

Türkiye'nin önemli güvenlik çıpalarından olan NATO'ya gelince Türkiye, NATO'nun veto yetkisine sahip asli üyesidir. Başta Balkanlar ve Afganistan olmak üzere dünyanın dört bir yanında barış ve istikrarın sağlanmasında NATO üyeliğimizin önemi, değeri büyüktür. Son dönemde izlenen ideolojik ve maceracı dış politikanın NATO üyeliğimiz hakkında uluslararası arenada soru işaretleri yaratması ulusal çıkarlarımız açısından sıkıntı vericidir. NATO'daki müttefiklerimizden ABD'yle ilişkilerde gelinen nokta, iki ülkenin de yararına değildir. Trump yönetiminin, terör örgütünün uzantısı YPG'ye, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin arkasındaki FETÖ'ye verdiği destekten tutun da Türkiye'ye yönelik haksız yaptırım kararlarına hep birlikte tepki gösterdik, gösteriyoruz. Ancak onların hatalarını eleştirirken sarayın dış politikasının bizi getirdiği vahim noktaya da değinmeden edemeyiz. Türkiye'nin otuz yıldır ABD yönetimleri ile Kongreyle başarılı diplomasi yöneterek önlediği Ermeni soykırım tezlerinin ABD Kongresinin her iki kanadından da neredeyse oy birliğiyle çıkması, Türk dış politikasının son elli yıldaki en büyük hezimetidir. Bunun ABD'deki lobi şirketlerine son on yılda vergilerimizden ödenen 30 milyon dolar lobi harcamasına rağmen yaşanması ise hezimetin katmerlisidir.

Değerli arkadaşlarım, NATO Parlamenter Asamblesine Parlamentomuzdan giden heyetin bir üyesi olarak gözlemlediğimiz şudur ki: NATO'daki tartışmaların odağında Türkiye'nin Rusya'yla gelişmekte olan ilişkileri yatmakta. Baştan söylemeliyim ki Türkiye, egemen bir devlettir ve kiminle hangi ilişkiyi hangi seviyede kuracağına tamamen kendisi karar verir. Ancak, etki alanını genişletme arzusundaki Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığımızın ardından şimdi de savunma alanında ortaya çıkan bağımlılık hâli, bence sadece müttefiklerimizin değil, bizlerin de üzerinde düşünmemiz gereken bir husustur.

Yeri gelmişken S-400 savunma sistemi alımı konusunda da görüşlerimi paylaşmak isterim. Türkiye'nin orta ve yüksek irtifa hava savunma sistem arayışı yirmi otuz yıllık mazisi olan bir konu. Sistemi tedarik edenler belli; ya Batı'dan alınıyor, Amerika ve Avrupa modelleri var ya Doğu'dan alınıyor, Rusya ve Çin modelleri var. Türkiye'nin Rus sistemini tedarik etme konusunda ortaya koyduğu resmî gerekçe şu: "ABD bize Patriot sistemini vermediği için S-400 aldık."

Değerli arkadaşlarım, eğer bu gerekçe doğruysa ve bu S-400'ler bizim hava savunma ihtiyacımızı karşılayacaksa biz bu karara sonuna kadar destek oluruz; Amerika'sı, Batı'sı ne derse desin arkasında oluruz. Ama değerli arkadaşlarım, Trump'la yan yana geldiğinizde sizler söylüyorsunuz, "Verirseniz Patriot'u da alacağız." diyorsunuz; ayrıca Fransa'ya, İtalya'ya "Sizden de EUROSAM almak isteriz." diyorsunuz. Şimdi, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Bu S-400'ler bizim ihtiyacımızı görecekse, o zaman, 4-5 milyar dolar daha vereceğimiz Patriot füzeleri peşinde neden koşuyoruz? Eğer bizim güvenlik ihtiyacımız Patriot olmadan karşılanmıyorsa o zaman biz bu S-400'leri neden aldık? Kutusunda dursun diye 2 milyar dolar harcanır mı?

Değerli arkadaşlarım, dünyada hiçbir ülke böyle bizim gibi üç sistemin de peşinde koşmuyor, yok böyle bir şey. Gerçekten ihtiyacı varsa ya birini alıyor ya diğerini çünkü bunlar pahalı sistemler. Tabii ki güvenliğimizden tasarruf olmaz ama bu, tek adamın iktidarını korumak, düşürdüğümüz Rus uçağının diyetini ödemek gibi pervasız bir şekilde kullanılamaz. Hele de işsizliğin tavan yaptığı bir dönemde, hele de Tank Palet Fabrikamızı "50 milyon dolar yok." gerekçesiyle Katar ordusuna peşkeş çektiğimiz bir dönemde böyle bir pervasızlık, böyle bir savurganlık olamaz.

Değerli arkadaşlarım, Rusya'yla ilişkiler bahsine gelmişken bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Tabii ki önemli bir aktör; bölgemizde yaşanan birçok krizde, işte Suriye'de, işte Libya'da, işte İran'la ilişkilerde aldığı inisiyatiflerle gerçek gücünün bile ötesinde diplomatik kazanım sahibi ancak Rusya'yla ilişkileri geliştirirken dikkat etmekte fayda var.

Birincisi: İdlib konusunda yaşananlar. Türkiye'nin doğrudan Rusya ve İran "indirect" olarak ise Suriye'yle yürüttüğü süreç sonunda Suriye'deki tüm eli kanlı IŞİD'cilerin, El Kaidecilerin, Nusracıların toplandığı bölge İdlib'dir. Şimdi, bu ateş topunu tek başına Türkiye'nin üstlenmesi istenmektedir. Bu baskıyı en fazla hissettiren de Moskova yönetimidir. İdlib'deki binlerce teröristin Rusya ve Suriye tarafından Türkiye sınırına süpürülmesi, hepimizin üzerinde durması gereken, kaygı verici bir olasılıktır.

Rusya'yla ilişkilerde bizleri düşündüren, düşündürmesi gereken ikinci mesele ise soydaşlarımızın yaşadığı Kırım'daki işgaldir. Rusya'yla İdlib'i, Rusya'yla binlerce kilometre ötedeki Libya'yı konuşan AKP yönetimi, mesele işgal ve ilhak altındaki Kırım'a gelince dut yemiş bülbüle dönmektedir. Rusya, beş buçuk yıldır Kırım'da hukuksuz bir işgal yürütmektedir; Kırım Tatarı kardeşlerimiz çok büyük baskılar, hak ihlalleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Evlere, iş yerlerine, okullara ve camilere baskınlar düzenlenmektedir; gözaltına alınanlar, tutuklananlar, Ukrayna'ya, Türkiye'ye sürgüne kaçmak zorunda kalanlar olmaktadır. Bu konuda Ankara'dan yükselen tek bir ses yoktur. Yeri gelince bu kürsüden "İlkesel dış politika izliyoruz." diyenlere, "Dünyanın neresinde mazlumlar varsa yanlarındayız." diyenlere soruyorum: Ne yaptınız yüz binlerce Kırımlı kardeşimiz için?

Sessiz kalınan bir başka mesele daha var: Uygur Türklerinin maruz kaldığı utanç verici işkenceler. Rusya gibi Çin de yeni dünya düzeninin yükselen yıldızı. Biz, tabii ki Türkiye'nin dış politikasının çeşitlenmesi için Çin'le ilişkilerimizin gelişmesinden memnuniyet duyarız ama bu, asla, orada yaşayan yüz binlerce Uygur Türkü kardeşimize yapılan insanlık dışı muameleyi onayladığımız anlamına gelmez. Öyle basiretsiz bir dış politika izleniyor ki altı ay önce "Doğu Türkistan'a, Uygur Bölgesi'ne heyet göndereceğim." diyen Dışişleri Bakanı bu sözünü unutmuş. Daha bugün Komisyona Dışişleri Bakan Yardımcısı geldi, Çin'in gidilecek yerler konusunda koşullar koyması nedeniyle gidilemediğini itiraf etti. Bu olmaz değerli arkadaşlarım, Çin'le aramız iyi olacak diye oradaki kardeşlerimizi işkence kamplarında ölüme terk edemeyiz. Çin'le ilişkiler uğruna yüz binlerce Uygurlu kardeşimiz feda edilmemelidir.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, geleneksel dış politikamızın bir başka önemli ayağı da komşularımızla ve bölge ülkeleriyle ulusal çıkarlarımızı önceleyen iyi ilişkiler kurmaktı. Dış politika ideolojik arayışlarımıza malzeme yapılarak bu ilkeden çok ama çok uzaklaşıldı. İşte bakın, bölge ülkelerinde büyükelçilerimiz yok; Suriye'de, Mısır'da, İsrail'de büyükelçimiz yok. Suriye'de izlenen politikanın bedelini maalesef sekiz yıldır hep birlikte ödüyoruz, ödemekteyiz. Niçin? Suriye'de Esat gitsin, İhvan gelsin diye. Yazık değil mi ülkemize, yazık değil mi 80 milyon halkımızın çektiklerine?

Şimdi, tüm bu olandan ders almadan Libya'da taraf olmak istiyoruz. Neden? Bu sefer de orada İhvancı iktidarı korumak için. Oraya Mehmetçik göndereceğiz diyoruz; oraya kim olduğunu bilmediğimiz, asker olmayan muharip unsurlar göndereceğiz diyoruz. Biz yapmayın, etmeyin, taraf tutmayalım, ara bulucu olalım dedikçe "Sen ne anlarsın uluslararası hukuktan, diplomasiden." diyenler Putin gelince bir anda ara buluculuğa soyunuyorlar. Olsun, zararı yok. Yeter ki Müslüman'ın Müslüman'ı kıydığı bu çatışma sona ersin, yeter ki Mehmetçik'imiz Libya çöllerine gitmek zorunda kalmasın.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çakırözer, tamamlayın sözlerinizi.

UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Değerli arkadaşlarım, "ilkeli politika, hak temelli politika" diyen bu iktidarın Suudi Arabistan karşısındaki suskunluğu da dikkat çekicidir. Kral öldüğünde bir günlük yas ilan edecek kadar sevdiğimiz Suudi Arabistan, bizzat gönderdiği adamlarıyla İstanbul'un ortasındaki konsolosluk binasında gazeteci katletti ama bugüne kadar açıklamalarla mangalda kül bırakmayan Türkiye, Cemal Kaşıkçı'nın katledilmesine ilişkin Suudi Arabistan'a karşı en ufak bir yaptırım kararı almış değil.

Değerli arkadaşlarım, ulusal çıkarlarını koruyamayan bu iktidar, yurt dışındaki gurbetçilerimizin de çıkarlarına sahip çıkamamakta. Bakın, son günlerde basında görüyoruz, binlerce gurbetçimizi yurt dışında dolandıran şirketler var. Bu dolandırıcılığın bedeli, bizim yurt dışında on yıllardır emeğini ortaya koyan, o kazandığını Türkiye'ye gönderen gurbetçilerimizden çıkarılmak isteniyor, emeklilikleri iptal ediliyor; hem dolandırılıyorlar hem emeklilik için verdikleri para ve bugüne kadar kazandıkları kaybediliyor. Onlara sahip çıkmamız gerekir. Biz onların emeklilikle kazanacakları hakları düşürmekteyiz. Dolandırıcılara gün doğmakta. Âdeta "Niye kandırıldınız?" diye vatandaşlara ceza kesiyoruz ama bu dolandırıcılara hiçbir şekilde söz söylenmiyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Çakırözer.

UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Bitirmek üzereyim Sayın Başkan.

BAŞKAN - Son cümlenizi alayım.

UTKU ÇAKIRÖZER (Devamla) - Tabii.

Gurbetçilerimiz de mutlaka dış politikamızın bir parçası olmalıdır, yalnız bırakılmamalıdır.

Son söz olarak dış politikada itibar kendi çıkarlarınızı ulusun çıkarlarının önüne koymamaktan geçer; iç barıştan, demokrasiden, hukuk devletinden geçer; yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinden geçer.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)