| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti ile Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Arasındaki Ticaretin Geliştirilmesi Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna ve Anlaşmanın Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine İlişkin Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 48 |
| Tarih: | 28.01.2020 |
HDP GRUBU ADINA TULAY HATIMOĞULLARI ORUÇ (Adana) - Teşekkürler.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti ile Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Arasındaki Ticaretin Geliştirilmesi Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna ve Anlaşmanın Eklerine İlişkin Değişikliklerin Cumhurbaşkanınca Doğrudan Onaylanmasına Dair Yetki Verilmesine İlişkin Kanun Teklifi'ni görüşüyoruz.
Bu kanun teklifinin ayrıntılarında saklı olan, cümlelerde saklı olan ve baştan beri bizlerin karşı çıktığı, Cumhurbaşkanının bu kadar yetkilendirilmesidir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki anlaşmada yapılacak değişikliklerin Meclise sunulmadan doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasını hiçbir biçimde doğru bulmuyoruz. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine dair başından beri yaptığımız eleştirilerin temelinde tek adam rejimi, tek adam sistemi ve saray merkezli yönetime dair eleştirilerimizi bizler her daim yineledik, şimdi de yinelemek istiyoruz.
Değerli arkadaşlar, şayet AKP Anayasa'yı değiştirecek düzeyde bir oy alabilseydi ve bir çoğunluğu elde edebilseydi, inanın ki şu an bu anlaşma bugün bu Meclise bile gelmeyecekti, saraydan noter gibi onaylanacak ve geçecekti. Bundan ne milletvekillerinin haberi olacaktı ne Türkiye halklarının, kamuoyunun haberi olacaktı. Hasbelkader bu güce erişemedikleri için mecburen komisyonları çalıştırıyormuş gibi yapıp anlaşmaları Meclise getiriyorlar ve bununla yetinmeyerek Cumhurbaşkanı kendini daha fazla yetkiyle donatmak istiyor. Şunu gerçekten çok merak ediyorum: Cumhurbaşkanı hakikaten Venezuela'yla ilgili bu ayrıntıları oturup okuyacak mı? Çünkü bir tane madde değil ki yüzlerce, binlerce dosya saraya gidiyor ve saraydan onay bekliyor. Hepsini tek tek inceleyip işlem mi yapacak? Tabii ki hayır. Burada Meclis apaçık bir biçimde baypas edilerek saray merkezinde kurulmuş, yandaşlardan elde edilmiş kadrolarla kurulmuş birimler tarafından bunlar onaylanıp geçilecek.
Burada, ben iktidar sıralarında oturan milletvekillerine seslenmek istiyorum: Sizler bunu hiç mi sorgulamıyorsunuz? Halkın oylarıyla, halkın iradesiyle seçilmiş olan milletvekilleri olarak bu sıralarda bu görevi yerine getirirken Cumhurbaşkanının, tek adamın bu kadar yetkiyle donatılmış olması sizleri hiç mi rahatsız etmiyor? Bu Meclisin kendi komisyonları var. Dışişleri Komisyonunun kendisi neden bu değişiklikleri öngörüp, kendi içinde değerlendirip Meclisin onayına sunmasın da Cumhurbaşkanı bu işlere el atsın? Bunun nedeni nedir? Bunun bir tane açıklaması vardır, o da bizim başından beri eleştirdiğimiz tek adam rejimidir, tek adam sistemidir. Adına her ne kadar "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" deseniz de bu, aslında, saray merkezli padişahlık sistemidir.
Buna en iyi yanıtı gerçekten kadınlar verdi. Kadınlara "3 çocuk doğurun; 3 yetmez, 5 doğurun. Kürtaj yasaktır." diye dönemin Başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı açıklamalar yaptığında kadınlar şu soruyu sordu sokaklarda, alanlarda, meydanlarda: "Cumhurbaşkanı mısın, jinekolog musun?" İşte, Cumhurbaşkanının kendi yetkileriyle ilgili artık karar verme zamanı geldi de geçti.
Şunu da belirtmem gerekir ki çoğunluk sizde, çoğunluk AKP ve ona destek olan MHP'de. Neden Cumhurbaşkanı yetkilerine bu kadar açık bir biçimde ön verilmiş, önü açılmış? Niye kendinize güvenmiyorsunuz da her şey Cumhurbaşkanının noterinden geçsin? Çünkü zorunluluktan bir parti var ve zorunluluktan mevcut olan partinin ne kadar işlevsizleştiği -bunu iktidar partisine doğrudan söylüyorum- bunun da göstergelerinden biridir.
Evet, Venezuela'yla yapılacak anlaşmada ticaretin geliştirilmesi gibi oldukça geniş ve kapsamlı başlıklar var; bunun içinde tarım ürünleri, canlı hayvan, hayvansal ürünler yer alıyor. Biz yine HDP olarak başından beri şunu ifade ettik: İster Venezuela olsun ister başka ülke olsun, eğer o ürünler bu ülkede yetiştirilebilir ürünlerse asla ve asla ithalata başvurmamak lazım. Bugün bu ülkede AKP iktidarıyla daha da derinleşen tarım politikasızlığının şu an sonuçlarını bizler yaşamaktayız. Bugün dünyanın en zengin topraklarına ve su kaynaklarına sahip olan, iklimi dolayısıyla da tarımsal ürünler bakımından gerçekten en zengin olan, üretim bakımından en zengin olan ülke Türkiye'dir fakat yanlış tarım politikalarıyla oraya kota uygulayarak, buraya kota uygulayarak ve "Yurt dışıyla, diğer ülkelerle ilişkiler geliştireceğim." adı altında burada tarım bitirildi, çiftçilik bitirildi. Bu nedenle de şunu ifade etmek isteriz ki derhâl tarım politikaları desteklenmelidir ve oturup bu ülkeden ithal ettiğimiz ürünler arasında kalem kalem kendimizin üretebileceği hangi ürünler varsa, bunlar hangi topraklarda ve devlet neyini nasıl teşvik edebilirse, ne kadarını finanse edebilirse yeterli üretim elde edilebilir; bunun çalışmasının yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Değerli arkadaşlar, değerli halklarımız; bugün Türkiye'de haftalardır gündemimizi belirleyen Libya meselesi tabii ki gündemden düşmedi çünkü biz daha önce de bu konuyla ilgili yaptığımız konuşmalarda ifade etmiştik; bu ülkede gerçekten insanlar açlıktan, yoksulluktan kırılırken, işsizlikten kırılırken, elektrik, doğal gaz faturalarını ödeyemezken yandaş medyanın da parlatarak ortaya koyduğu Libya gündemi elverişli bir gündem gibi görünebilir. Ama dikkat edin ki bu gündem Türkiye halklarının, işçilerin, emekçilerin gündemini birkaç gün kaplayabildi sadece çünkü gerçekten insanlar aç. İnsanların midesi zil çalarken açlıktan, evlerinde üşürken, tir tir titrerken, doğal gaz faturalarını ödeyemezken sizin saçma sapan Libya siyasetinizle ilgilenecek hâlleri yok. Yani sanmayın ki Türkiye kamuoyunu, Türkiye toplumunu sizler artık bu sahte dış siyaset politikalarıyla ikna edebiliyorsunuz.
Bakın, Berlin Konferansı gerçekleşti ve Berlin Konferansı'nda, Berlin masasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ve Dışişlerinde çalışan bütün yetkililere -başta Bakan olmak üzere- birçok şey söylediler. Ama benzer şeyleri burada muhalefet partileri ifade ettiğinde bizlere sağır kulaklarını çevirdiler ama Berlin masasına sağır kulaklarını çeviremezlerdi. Bakın, bununla ilgili birkaç değerlendirme yapmak istiyorum.
Birincisi: Sayın Cumhurbaşkanı iki saat önce toplantıyı terk etti, acaba neden? Bunu Türkiye kamuoyu tabii ki çok merak ediyor. Biz de bu merakı gidermek için bu konuyla ilgili açıklamalarımızı yapacağız.
Berlin Konferansı'nda çıkan sonuçlara baktığımızda, özellikle 25'inci maddede "Libya Temsilciler Meclisinin onayladığı tek, birleşik, kapsayıcı ve etkin bir hükûmetin kurulmasını destekliyoruz." diyor Berlin masası. Peki, burada Ulusal Mutabakat Hükûmeti ne olmuş oluyor? Yani, Türkiye'nin 2 anlaşma yaptığı ve tezkere çıkardığı Libya meselesinde muhatabı olan bu hükûmet bu işin neresinde? Bu maddelerde diyor ki: "Bu hükûmet, Libya Temsilciler Meclisinden onay almadığı sürece muhatap değildir." Dolayısıyla imzaladığınız 2 anlaşma ve çıkan tezkere boşa düşmüştür.
Yine 25'inci maddede "Libya Siyasi Anlaşması'nı Libya'daki siyasi çözüm için geçerli çatı kabul ettiğini, desteklediğini belirtir, 2015'te Fas'ın Suheyrat kentinde imzalanan Libya Siyasi Anlaşması'na göre Serrac Hükûmetinin yapacağı anlaşmaların işlerlik kazanabilmesi Libya Temsilciler Meclisinin onayına bağlıdır." diyerek az önce söylediğimizi bu maddenin devamında bir kez daha tescillemiş oluyor.
Yine Berlin Konferansı'nın 13'üncü maddesine göre ve hatta 19'uncu maddede yineleyerek ifade etmişler: "Birleşmiş Milletlerin terörist kabul ettiği gruplarla iş birliği yapılmasını kabul etmiyor, tüm aktörleri çatışmayı körükleyici eylemlerden kaçınmaya çağırıyor. Buna askerî kapasitenin güçlendirilmesi için sağlanan finansman ve paralı asker desteği de dâhildir." şeklindeki vurgular oldukça açıktır. Yani Libya'ya savaşçı sevkini apaçık bir biçimde yasaklamaktadır ve bu madde âdeta Türkiye için çıkarılmış gibi yani bu iktidarın, muhalefetin reddine rağmen çıkarmış olduğu tezkere ve imzaladığı anlaşmalara apaçık bir cevap olmuş.
Yine, 20'nci madde -devam ediyor- bununla ilgili diyor ki: "Terörist gruplara desteğe son verilmeli." Destekçinin, terörist faaliyetin failliğinden sorumlu tutulacağı ifade ediliyor. Yani bugün Türkiye, bu iktidar, AKP iktidarı eğer bu Mecliste konuştuklarını gerçekten yapacak olursa uluslararası düzeyde suçlu olacaktır. Diyeceksiniz ki: "Bize ne başka ülkelerden?" Ki bu kürsüde bunu çok söylediniz bize. Biz de şunu söylüyoruz: Sizin ne işiniz vardı o zaman Berlin masasında? Madem siz bu ülkeleri muhatap almayacak, önemsemeyeceksiniz, neden bu toplantıya gitmek için kendinizi paraladınız?
Gelelim bu iktidarın canhıraş bir şekilde Libya'ya asker gönderme sevdasına. Az önce de ifade ettim, bu ülkenin yoksul halk çocukları, Suriye'de ve Libya'da savaşması için gönderilmek isteniyor. Kim için? Örneğin, Libya'da İhvancılara destek olmak için. "Yazık değil mi, günah değil mi?" diye sorduk bu sıralardan, sormaya devam edeceğiz.
Şimdi, tezkere, elbette boşa düştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan Berlin dönüşü bununla ilgili yaptığı açıklamada da aslında aldığı yenilginin özetini kendi sözleriyle şöyle ifade etmiş oluyor: "Biz buraya şu anda askerî güç göndermiyoruz. Biz sadece eğitmen olarak, eğitici olarak buraya bir kadro gönderdik, o kadar. Bunlar da orada eğitim yaptırıyorlar." Bunun için miydi bu kadar kıyamet koparmanız? Bunun için miydi yandaş medyanın gece gündüz "Libya, Libya" diye başlıklar atma sebebi?
Evet değerli vatandaşlarımız, bizleri ekranları başında izleyen değerli halklarımız; şu sıralarda Beyaz Saray'dan gelen açıklamalar doğrultusunda, Türkiye saatiyle sekiz gibi, ABD, yüzyılın anlaşması olarak tabir ettiği planı ifade edecek. Hatırlayacağınız üzere, yüzyılın anlaşması, Filistin ve İsrail arasındaki sorunu sözüm ona çözmek üzere hazırlanmış bir plandır. Fakat bizler şunu çok iyi biliyoruz ki Filistin, Trump ve damadı Kushner'in yürüttüğü bir planın bir kez daha kurbanı edilmek isteniyor. Bu plana kim destek oluyor? Suudi Prensi Selman, Muhammet bin Selman. Dedi ki Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas'a "Gel, 10 milyar dolarla bu işi kapatalım ya da Batı Şeria'da çeşitli işletmeler kuralım ve bu işi kapatalım." Tabii ki Filistin halkı bu plana ve bu projeye "evet" demedi, demiyor. Filistin halkı, başta Arap Birliği ülkeleri olmak üzere, bölgedeki bütün ülkelere yüzyılın projesine, anlaşmasına karşı çıkması ve bu konuda tavır koyması için çağrısını yapmıştır. Bu çağrıya bütün ülkelerin kulak vermesi gerekiyor, Türkiye'nin kulak vermesi gerekiyor. Fakat sormak gerekiyor ki Türkiye -sadece Mavi Marmara örneğinden yola çıkacak olursak- Filistin halkının gerçekten ne kadar yanında? Bu, bizler açısından her daim bir soru işaretidir. Hatırlayacağınız üzere, Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatını alelacele bir toplantıya çağırmıştı. Ne zamandı bu çağrı? Kudüs'ün İsrail'in başkenti ilan edildiği zamanlarda. O toplantıda Kudüs'ü Doğu Kudüs ve Batı Kudüs şeklinde ayırmaya, onay vermeye ramak kalmıştı. Biz buradan bir kez daha ifade ediyoruz: Kudüs, Kudüs'tür, doğu-batı diye ayrılamaz ve Filistin'in başkentidir.
Öncelikle, bizler HDP olarak Filistin meselesine dair şu önerilerimizi kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz: İsrail 1967'de işgal öncesindeki sınırlarına çekilmek zorundadır. Birleşmiş Milletler kararı temelinde İsrail, Filistin toprakları üzerinde kurduğu yerleşim bölgelerini boşaltmalıdır. Her iki tarafın destekleyeceği, Birleşmiş Milletlerin tanıyacağı ara bulucu heyet tarafından çözüm süreci başlatılmalıdır. Filistin halkının karşılaştığı insan hakları ihlallerinin ve aynı zamanda sebep olunan maddi zararların ve can kaybının -tabii ki can kaybını gidermek mümkün değil ama- bu kayıpların maddi ve manevi telafisi için adımlar atılmalı ve İsrail'in yaptıkları savaş suçu olarak ilan edilmelidir.
Filistin halkının izolasyonuna sebep olan tüm tek taraflı müdahaleler ve yaptırımlar son bulmalı, göç etmek zorunda kalmış Filistinlilerin kendi topraklarına dönüşüne önayak olunmalıdır, bu sağlanmalıdır.
Evet değerli arkadaşlar, Libya, Suriye, Irak derken iktidarın dış politikasıyla ilgili kısaca bir sağlama yapacak olursak karşımıza neler çıkıyor: Bakın, 16 Ocakta 3'üncü kez toplanan Gaz Forumu'na yine Türkiye dâhil edilmedi. Fransa resmî olarak katılımcı olmak için başvuru yaptı, ABD gözlemci heyet göndermek istediğini belirtti ama yine Gaz Forumu'nda Türkiye yok.
Bölgede Rusya'nın siyasetinin önünü açma görevini üstlenmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Evet, size kaşıkla veriyor ama kepçeyle alıyor. Bunu nerede gördük? Mersin Limanı'nı kullandırmanızdan, nükleer enerji üretiminde Mersin'de suları onlara açmanızdan, toprakları onlara açmanızdan zaten açığa çıkmıştır.
Yine aynı şekilde S-400'lerle bağlanmanızdan belli olmuştur. Yine aynı biçimde İdlib; İdlib'de, evet dediler ki sizlere: "İdlib'de bir çatışmasızlık bölgesi ilan edilsin, Türkiye bu konuda görev üstlenmek istiyorsa buyursun gelsin, 12 gözlem noktası veriyoruz." Oysaki Türkiye, orada çatışmasızlık bölgesi yaratmak yerine, onu sağlamak yerine bölgede sıkışıp kalmış olan Selefi cihadist çeteleri, katil çeteleri nasıl koruyacağına baktı ve onlara nasıl zarar gelmez, nasıl korurum diye kafa yordu. Burada da bir kez daha Türkiye, bu iktidardan dolayı kaybetti ve şu anda İdlib'de ateşkes -sözde ateşkes- olmasına rağmen -ki Libya'da da ateşkes ilan edildi sözüm ona ama bu ateş hiçbir şekilde kesilmedi- Suriye Hükûmeti İdlib'de ilerliyor, Rusya da buna çok açık bir biçimde destek oluyor. İşte sizin Orta Doğu'daki partnerinizin size yaptıkları.
Değerli arkadaşlar, bizler bu ülkede eğer barış politikası üretemezsek hep birlikte kaybetmeye mahkûmuz. Burada Filistin sorununun çözümüne dair nasıl sesimizi yükseltiyorsak hep birlikte, aynı biçimde Kürt sorununun çözülmesi için sesimizi daha fazla yükseltmeye ve daha geliştirilmiş projeler sunmaya ihtiyacımız var. Bu Meclisin böyle bir görevi vardır.
Bakın, yıllardır devam eden, bu ülkenin iç ve dış siyasetinde çok ciddi bir biçimde gelişmesinin önünü kesen Kürt sorunu şayet barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözülmezse -ben bunu Meclisteki bütün partilere söylemek istiyorum- sizler ne Libya'ya barış taşıyabilirsiniz ne Filistin halkıyla dayanışabilirsiniz ne de bölgeye barış götürebilirsiniz. O yüzden bizler eğer bu bölgenin barış ve kardeşlik içinde yönetilmesini istiyorsak, bunu tesis edeceksek başta kendi evimizden başlamak zorundayız. Yani başta Türkiye olmak üzere yakın coğrafya olan Suriye'de Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözülmesi için adım atmak dışında gerçekten hiçbir seçeneğimiz yoktur. Bu konuda da Meclisteki bütün partilere görev düşmektedir. Elimizi hep beraber taşın altına koymak zorundayız.
Dünyaca ünlü Filistinli çizim ustası Naci el-Ali'nin çizdiği bir karikatür bütün dünyaca bilinir: Hanzala. Hanzala bir Arap çocuğudur ve Filistin-Orta Doğu coğrafyasında dökülen kanı, şiddeti protesto etmek için sırtını insanlara ve güneşe dönmüş bir semboldür. Bu sembolü eminim ki hepiniz çok iyi biliyorsunuz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sözlerinizi bağlayın Sayın Hatımoğulları Oruç.
Buyurun.
TULAY HATIMOĞULLARI ORUÇ (Devamla) - Hanzala'nın yüzünü güneşe çevirmek yani bölgedeki, coğrafyadaki bütün çocukların yüzünü güldürmek -tabii ki bizim bu çorbada tuzumuz olabilmeli- hepimizin görevidir. Kürt kızı Ceylan Önkol'un yarım kalan bakışları Hanzala'nın gözleriyle buluşacak, mutlaka buluşacak. Bölgemizi savaş ve şiddet sarmalına mahkûm edenlere karşı Hanzalaların, intifadanın çocuklarının, "..."(X) yaşayan Ceylanların bakışları yarım kalmayacak. Güneşin bu çocukların yüzlerini pırıl pırıl aydınlatması için hepimizin yapabileceği bir şeyler var ve ben bu Meclisi bu göreve bir kez daha davet etmek istiyorum. Bütün çocukların yüzünü güldürelim. Hanzalaların, Ceylan Önkolların bakışıyla barış, dostluk ve kardeşlik içinde bu bakışmanın gerçekleşmesini hep beraber sağlayabiliriz. (HDP sıralarından alkışlar)