| Konu: | Ürün Güvenliği ve Teknik Düzenlemeler Kanunu Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 65 |
| Tarih: | 05.03.2020 |
HDP GRUBU ADINA MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Batman) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 173 sıra sayılı Ürün Güvenliği ve Teknik Düzenlemeler Kanunu Teklifi'nin ikinci bölümü üzerine grubumuzun görüşlerini paylaşmaya çalışacağım, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle iki konunun altını çizmek isterim. Birincisi, kanunun adıyla ilgili. Bir kanunun adının içerisinde "Teknik Düzenlemeler Kanunu" ifadesi olabilir mi? Bence olmamalı. Çünkü her sektörle ilgili olarak "teknik düzenleme" denilince farklı konu ve konu başlıkları akla gelecektir. Nitekim yasada "teknik düzenleme"nin ne anlama geldiği 3/(n) maddesinde düzenlenmiştir. Dolayısıyla yasanın adının, duyulduğunda herkes tarafından anlaşılacak biçimde "ürün güvenliği yasası" olması yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
Altını çizmek istediğim ikinci konu şu: Ürün güvenliğiyle ilgili olarak Avrupa Birliği mevzuatına uyumu destekliyoruz, sonuna kadar bunu doğru buluyoruz. Bunu, yalnızca gümrük birliği kapsamında Avrupa Birliğinde piyasaya sürülecek ürünler açısından değil, ülkemizde üretilen her ürün için savunuyoruz. Ancak o zaman bu ülkede üretilen domates, portakal ve diğer tarımsal ürünler Rusya kapılarından dönmez ve iç piyasaya, Anadolu çocuklarına yedirilmez. Kaldı ki ürün güvenliğiyle ilgili duyarlılık yalnız ülkemizde üretilen ürünlerle ilgili değil, Avrupa Birliği ülkeleri dışında üretilen ve ülkemize ithal edilen bütün ürünler için geçerli olmalıdır. Uzun yıllar süren mücadele sonucunda kurtulduğumuzu sandığımız şap için de şarbon için de bu kurallara uyulması zorunludur. Ayrıca, bu yasanın yıllardır raflarda bekletilmesini de anlaşılır bulmuyoruz; herhâlde halk sağlığı, ürün güvenliği, Hükûmet, iktidar tarafından, rahatlıkla ertelenebilecek bir konu olarak görülüyor.
Teklifle ilgili, altını çizmek istediğim iki konu var: Bunlardan biri, Cumhurbaşkanına sınırlama ve istisna yetkisinin tanınması; diğeri de, idari cezalarda alt ve üst sınır arasındaki limitin yüksek olmasıdır. Cumhurbaşkanına istisna ve sınırlama yetkisi yalnızca mütekabiliyet şartlarında kabul edilebilir. Bunun dışında Cumhurbaşkanına sınırsız bir yetki verilmesi Avrupa Birliği hukukuna açıkça aykırı olacaktır.
İdari cezalar açısından -uçurum yerine- "üretilen ürünün miktarı veya halka verdiği zarar göz önünde bulundurularak cezanın miktarının arttırılacağı" biçiminde bir ifadenin konulması bu konudaki boşluğu da giderecektir diye düşünüyorum.
Maddelerle ilgili olarak arkadaşlarımız ayrıntılı değerlendirme yapacaklar. Ben de çok tarihî, zor günlerden geçtiğimiz bu günler üzerine birkaç şey söylemek istiyorum, birincisi şu: Bütün samimiyetimle söylüyorum, Türkiye'nin İdlib'de de Suriye'de de olmasının haklı ve uluslararası hukuka uygun hiçbir gerekçesi yok. Bu yüzden, ne ülkemizin ne Suriye'nin daha fazla askerinin ölmemesi için derhâl geri çekilmeli, sorunun siyasi ve diplomatik yollardan çözülmesi için üzerine düşen tarihî yükümlülüğü Türkiye yerine getirmelidir. Kaldı ki Türk Silahlı Kuvvetleri bir başka ülkede ve o ülkenin ordusuyla savaşmaktadır; ölen ve yaralanan askerler bir başka ülkenin hava kuvvetleri tarafından vurulmuştur; Millî Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamalarda da Suriye ordusuna verdiği zararları arka arkaya sıralamaktadır. Konuştuğumuz şey, bir örgüt ile bir örgütün çatışması değil, bir devlet ile bir örgütün çatışması değil, iki devlet arasındaki savaştır. Bunu kime sorarsanız sorun, buna "adı konulmamış bir savaş" diyecektir. Bu savaş Orta Doğu'da yaşayan hiçbir halkın çıkarına değildir, bu yüzden derhâl ve gecikmeksizin son verilmelidir.
Bakın, İran ve Irak arasında 1980 ve 1988 yılları arasında sekiz yıl süren savaşı düşünün. Bu savaşta en az 1 milyon kişi öldü, en az 2 milyon kişi yaralandı; şehirler yandı, yıkıldı, yüzlerce milyar dolarlık zarar oluştu. Peki, bu savaşı kim kazandı? Ne Irak ne İran, hiç kimse bu savaşı kazanmadı; hem Irak hem İran bu savaşı ölümlerle, yaralılarla, yıkılan şehirlerle kaybetti. Bu yüzden, ne kadar yasaklarsanız yasaklayın "Savaşa hayır." demeye devam edeceğiz ve barışı haykıracağız.
Bu savaşın, Suriye'deki savaşın, çatışmaların çok ağır sonuçları var. Bu sonuçlardan bir tanesi de göçmen sorunudur. Evet, dünyanın bir mültecilik sorunu var çünkü barışı ne kadar savunursak savunalım, dünyanın dört bir yanında savaşlar ve çatışmalar devam ediyor. Evet, Orta Doğu'da bir mültecilik sorunu var. Lübnan'ın, Ürdün'ün nüfusunun yüzde 15'i göçmenlerden oluşuyor. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 5'i göçmenlerden oluşuyor. Evet, Türkiye'nin de bir mülteci sorunu var. Aslında, uluslararası hukuk açısından Türkiye'nin bir mülteci sorunu yok çünkü Türkiye, Türkiye'nin doğusundan gelen hiç kimseye mültecilik, sığınmacılık hakkı tanımıyor. Bu yüzden, onlara geçici koruma altında olduğunu söylüyor. Ne Pakistanlıya ne Suriyeliye ne Iraklıya ne Afganlıya ne de İranlıya Türkiye'ye sığındıklarında Türkiye mültecilik hakkı tanımıyor.
İşin garip yanı, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'ni tanımayan bu Hükûmet, çekinceleri geri çekmeyen bu Hükûmet, Avrupa Birliği ülkelerini Cenevre Sözleşmesi'ne uymamakla suçluyor, asıl uymayan Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin kendisi. Peki, bunun yerine ne yapıyor? Propaganda ve duygusal ajitasyon yapıyor. Ne diyor? "Bizler ensarız, Suriyeli kardeşlerimiz de muhacir." Suriyelileri Mekke'den gelen Müslümanlara, Türkiye'yi de Mekkeli Müslümanlara kapısını açan Medinelilere benzetiyor ama gerçekler öyle söylemiyor. Neden mi? Çünkü hiçbir ensar, muhacirleri şantaj için kullanmadı. Çünkü hiçbir ensar, muhacirleri ucuz iş gücü olarak kullanmadı. Çünkü hiçbir ensar, muhacirlere ırkçı saldırıda bulunmadı. Çok açık söyleyelim, Suriye'deki savaşınıza destek olmaya zorlamak için ülkemizdeki sığınmacıları Avrupa'ya karşı şantaj olarak kullanıyorsunuz ve bunu resmî devlet politikası olarak yürütüyorsunuz. Suriye'de yaşamını yitiren askerlerin sayısını dokuz saatte tespit edemediniz ama sınırı geçen her göçmenin sayısını, sırtlarına çip koymuş gibi, saat saat açıklayabiliyorsunuz.
Bakın, bir haber ajansının Aydın'dan bir haber paylaştığı söyleniyor. Haberin başlığı ne biliyor musunuz? "Meteorolojiden mültecilere sevindiren haber, hafta boyunca kara ve denizde havalar güzel olacak." Umarım böyle bir haber yoktur, umarım bu haber yalandır; değilse Allah bizi affetsin. Evet, bunu resmî devlet politikası olarak yaptınız, göçmenleri şantaj olarak kullanıyorsunuz ve alay ediyorsunuz.
Bakın, bir belediye başkanınız aynen şöyle bir "tweet" atıyor: "Sınır kapılarının açılması üzerine, Avrupa Birliği ülkelerine geçiş yapmak isteyen düzensiz göçmenlerin sınır kapılarına ulaşımı ücretsiz olarak Belediyemizce sağlanacaktır. Hareket saati: Her gün 11.00, her gün 21.00. Müracaat: 0505..." Bir Millî Eğitim Müdürü de şöyle bir yanıt "tweet"i atıyor: "Başkanım, gidenlere en fazla ihtiyaç olacak malzeme tel kesme makası gibi görünüyor. Gaz maskesi ve bot da gönderilirse işe yarar diye düşünüyorum." İşte Belediye Başkanlarınızın, işte Millî Eğitim Müdürlerinizin göçmenlere bakışı budur. İnşallah bu haberler de yalandır; değilse, gerçekten Allah bizi affetsin.
Sınıra zorla götürülmüş 2 göçmen gazeteye röportaj veriyor. Diyorlar ki: "Bizi sevdiğiniz için değil Suriye politikanız için bize kapıyı açtınız, şimdi de bize bunu yapıyorsunuz." Eski çok bilmiş bir milletvekiliniz bu göçmenlerin resmini yayınlayarak "tweet" atıyor ve diyor ki: "Soldaki soytarıyı almışlar, kırmızılıyı arıyorlarmış. Duyarlılığı için Süleyman Soylu Bakanıma bir vatandaş olarak teşekkür ediyorum. Bu millet ensardır; milyonları bağrına bastı, bu muhabbetin sınırı yoktur, istismara da tahammülsüzdür." Tabii, Sayın Vekile göre, Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan bir Suriyeli Türkiye'yi eleştiremez, düşüncesini açıklayamaz. Neden? Çünkü mülteci. Neden? Çünkü modern köle. Yazıklar olsun, yazıklar olsun bunu söyleyen milletvekiline!
Bakın, bir polis, otobüslere zorla doldurulan göçmenleri Yunanistan sınırına götürüyor, araçtan inmelerini istiyor ve diyor ki: "Türk askeri sizi botla götürecek." Bot, bot! Çocuklarıyla denizden gitmek istemeyen göçmenlere "Niye geldiniz?" diyor, ardından "Herkes aşağı inecek, inmeyeni döverim, koş koş." diyor, aynı anda göçmenleri dövüyor, hakaret ediyor, bağırıyor ve silahını çekiyor. Her türlü suç var; insan kaçakçılığı, hakaret, işkence, silahla tehdit ve bunun videosu var.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın sözlerinizi.
MEHMET RUŞTU TİRYAKİ (Devamla) - Bitiriyorum Sayın Başkan.
Umarım bu video da doğru değildir; eğer doğruysa Allah bizi affetsin.
21'inci yüzyıl faşizmi, bu yabancı düşmanlığı yalnız iktidara mahsus değil; üzülerek belirtmek isterim ki muhalefet partisinin Belediye Başkanları da bu değirmene su taşıyorlar, "Ücretsiz otobüs kaldıracağız." diyorlar.
Peki, sınırın bu yakasında yabancı düşmanlığı var da öbür tarafında misafirperverlik mi var? Emin olun, ırkçılık ve faşizm sınırın her iki yakasını da sarmış durumda. Binlerce silahlı polis ve asker umut yürüyüşünü engelliyor, ateş açıyor, gaz sıkıyor. Yunan polisi, Bulgar polisi çoluk çocuk demeden bunu yapıyor. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı ne diyor, biliyorsunuz değil mi: "Göçmenlere biber gazı sıkan ülke ahlaktan bahsedemez." Bence Sayın Başkan "ahlak" ve "biber gazı"nı yan yana söylemesin çünkü bu ülkede ahlaklı bir kamu görevlisi kalmaz diyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)