GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:3
Birleşim:40
Tarih:14.12.2012

BDP GRUBU ADINA NURSEL AYDOĞAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de 2013 yılı bütçe tasarısı kapsamında Orman ve Su İşleri Bakanlığına bağlı Meteoroloji Genel Müdürlüğü ile Türkiye Su Enstitüsü bütçeleri üzerine söz almış bulunuyorum partimiz adına. Öncelikle, hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Ve yine, şu anda ekranları başında bizleri izlemekte olduklarını düşündüğüm ama Türkiye'de yapılan KCK operasyonları nedeniyle milletvekilliklerini yapamayan, şu anda bizimle bu salonda bulunamayan değerli arkadaşlarım Sevgili Selma Irmak, Gülseren Yıldırım, Faysal Sarıyıldız'ı ve yine Kemal Aktaş, İbrahim Ayhan ve yine 2011 seçimlerinde 85 bin gibi çok yüksek bir oy alarak seçilen ama milletvekilliği yine elinden alınan, gasbedilen ama milletvekilliği elinden alınsa da gasbedilse de o her zaman Kürt halkının gönlünün milletvekili olarak kalan Sevgili Hatip Dicle'yi de buradan sevgiyle, saygıyla selamlamak istiyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, su, insanın en temel gereksinimi olmakla birlikte dünyadaki su rezervlerinin gün geçtikçe azalıyor olması, 2025 yılında dünya nüfusunun üçte 1'inin ciddi derecede su sıkıntısı çekeceğiyle ilgili veriler suyun önemini günümüzde giderek artırmaktadır. Bu nedenle, hükûmetlerin ulusal ve uluslararası su politikalarını belirlemek bir gereklilikten öte, artık zorunlu hâle gelmiştir. Bu amaçla bir yıl önce kurulan Türkiye Su Enstitüsünün nasıl bir su yönetim stratejisi oluşturacağı son derece önemlidir.

Değerli milletvekilleri, ülkemizde en büyük doğa katliamlarından biri olan ormanlarımızın yok edilmesi, hem havamızın hem de su kaynaklarımızın tüketilmesi demektir.

Hava kirliliğinde önceki yıllara oranla -özellikle Ankara gibi doğal gaz kullanımının arttığı illerde- azalmalar görüldüyse de bugün ölüm nedenlerinin yüzde 10'unun hava kirliliğine bağlı hastalıklardan olduğunu biliyoruz. Hava kirliliğinin olumsuz etkileri, sağlıklı kişilerde bile gözlenmekle birlikte özellikle çocuklarda daha ciddi sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bu durum, sürdürülen politikaların halk sağlığı açısından ne denli tehlikeli sonuçlar açığa çıkardığının da bir göstergesidir.

Değerli milletvekilleri, hem gerekli önlemlerin alınmaması hem de kasıtlı olarak çıkarılan orman yangınları ve orman talanı nedeniyle her geçen gün orman vasfını kaybeden 473 bin hektarın üzerindeki arazi, yeniden ormanlaştırma yerine 2/B kapsamında imara açılmıştır. Bu yasanın daha fazla orman talanına yol açacağı da hepimizin malumudur. Oysa, Anayasa'nın 169'uncu maddesi "Yanan ormanların yerine yeni ormanlar yetiştirilir." demektedir. Buna rağmen Hükûmet, orman vasfını yitirmiş arazileri imara açarak hem kasasını doldurmuş hem de birtakım çevrelere önemli oranda rant sağlamıştır. Alınan yüzde 50 oyda -hani her zaman yüzde 50 oyla övünüyorsunuz ya- işte bu çevrelerin de yani bu rant sağladığınız çevrelerin de önemli oranda bir payı olduğunu da buradan belirtmek isterim.

Yine Anayasa'nın 169'uncu maddesi "Devlet, ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır." demektedir. Anayasa'daki bu açık hükme rağmen, askerî operasyonlar sırasında, son yirmi yıldır, Hakkâri, Dersim, Şırnak, Ağrı, Muş, Diyarbakır'da yani Kürt coğrafyasında ormanlar yakılmaktadır. Sadece Hakkâri'de ormanlık alanların yüzde 60'ı bu gerekçeyle yakılarak yok edilmiştir. Geçtiğimiz yaz aylarında, güvenlik güçleri tarafından Cudi'de, Şemdinli'de savaş uçaklarının attığı bombalar neticesinde çıkan yangının bölge halkı tarafından söndürülme çabası, buna rağmen güvenlik güçleri tarafından yapılan engelleme Türkiye basınında da yer almıştı. Ormanların yakıldığı yetmiyormuş gibi söndürülmesine de karşı çıkan bir anlayış ve zihniyetle karşı karşıyayız. Ayrıca, bölgede yangından arta kalan ormanların koruculara ve diğer kesimlere rant alanı olmasına göz yumulduğunu da belirtmek isterim. PKK'nin yaşam alanlarını daraltma, ortadan kaldırma ve PKK'yi imha etme anlayışıyla doğa katliamı yapılması konusunda şunu belirtmek isteriz ki, yirmi yıldan beri denenen, sonuç alınamayan ve sonuç alınamayacak bu politikalardan vazgeçmelisiniz. Zira, sonuç alamayacağınız gibi ülkenin en büyük zenginliklerini de yok ediyorsunuz. Yok etmekle kalmayıp bir de üstüne üstlük Anayasa suçu işliyorsunuz, bunu da size hatırlatmak isterim.

Değerli milletvekilleri, 2002 yılında iktidara gelen AKP Hükûmeti de, Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözmek yerine, kendinden önceki hükûmetler gibi güvenlik politikalarına sarılmıştır. Bölgede yapılan barajların bir kısmının güvenlik gerekçesiyle yapıldığını hepimiz biliyoruz. Bugün dünyanın hiçbir yerinde güvenlik amaçlı bir baraj yapıldığı görülmemiştir. Kürt sorununun çözümü için barış gibi maliyetsiz bir yol varken, doğamızı tahrip eden, sularımızı kirleten, ormanlarımızı yok eden bir yöntemin seçilmesi anlaşılır değildir. Ama bilinmelidir ki, barışın yolunu aramadıkça, değil güvenlik barajları, ne olursa olsun, hiçbir engel Kürtlerin özgürlük mücadelesinin önüne geçemeyecektir. Kürt halkı, er ya da geç mutlak hak ve özgürlüklerine kavuşacaktır. Orta Doğu'daki gelişmeler de, tüm Orta Doğu halklarının, sadece Kürtlerin değil, tüm Orta Doğu halklarının mutlak özgürleşeceklerine olan inançlarını artırmaktadır. Orta Doğu'da halklar özgürleşirken, Hükûmetin Suriye Kürtlerinin özgürleşmesine karşı yürüttüğü kirli politikalar da sonuç vermeyecek ve 21'inci yüzyıl, Kürtlerin özgürleştiği yüzyıl olacaktır. Bu nedenle, güvenlik amacıyla yapılan ve yapılacak olan barajlar, barışa, çözüme, demokratikleşmeye hiçbir şekilde katkı sunmayacaktır. Zira, dünyanın hiçbir yerinde barıştan daha güvenli bir yol yoktur arkadaşlar.

Değerli arkadaşlar, Türkiye'nin en büyük zenginliği olan akarsu ve nehirler üzerinde yüzlerce HES inşaatı devam ediyor. Şu anda Türkiye'de yaklaşık 1.500 HES mevcut, inşaatı süren HES sayısı da 200 civarında. Hükûmetin bu HES sevdasının nereden geldiğini açıkçası merak ediyoruz. Tam bir doğa katliamına neden olan HES'ler, şu anki hâliyle ülkenin enerji ihtiyacının yüzde 5'ini bile karşılamaya yetmeyecekse, ekolojik yaşamı altüst eden, insanların yaşam alanlarına geri dönülemez zararlar açan HES'lerdeki ısrarın kaynağı nedir, onu da bilmek istiyoruz.

HES'ler, hepimiz bilmeliyiz ki, büyük rant kapılarıdır artık Türkiye'de. ÇED raporlarının havada uçuştuğu, binlerce dolara alınıp satıldığı herkesin malumuyken, HES projeleri kamu yararı diye yutturmaya çalışılabilir ama artık Türkiye'de başta çevreciler olmak üzere Türkiye kamuoyu artık bunları yutmuyor arkadaşlar.

Bakınız, 1939 yılında savaşa girme olasılığına karşılık acil durumlarda kamulaştırma yapabilmenin yolunu açan ve Bakanlar Kurulu kararıyla alınabilen acele kamulaştırma yetkisi şu anda Enerji Piyasası Düzenleme Kuruluna usulsüz bir şekilde devredilmiş durumdadır. Kentsel dönüşüm projelerinde de sıkça karşımıza çıkan ve geçtiğimiz aylarda afet yasasının Meclisten geçmesiyle önümüzdeki günlerde daha sık karşılaşacağımız acele kamulaştırma HES'ler için rahatlıkla kullanılabilmektedir.

Yine, HES inşaatları için alınması gereken ÇED raporları firmalar için sorun bile değildir artık. Zira, şirketler ÇED raporlarına değil, ÇED raporları şirketlere uydurulmaktadır. HES inşaatlarında o yerleşim bölgesinde yaşayan insanların rızası alınmadan, köyünden, bölgesinden kopmak istemeyen insanları acele kamulaştırma kararıyla yerinden yurdundan eden bu uygulama, devlet tarafından da desteklenmektedir. Üstelik, ilk yatırım maliyeti yüksek olmasına rağmen, devlet tarafından enerjiyi satın alma garantisi verildiği için şirketler HES yapma yarışına âdeta soyunmuş gibidirler.

Peki, biz bu HES'lere niye karşıyız? Sayın milletvekilleri, HES'ler suyun özelleştirilmesinin diğer adıdır. HES'lerin bizi korkutan tarafı, suyun kontrol altına alınarak kırk dokuz yıllığına şirketlere kiralanmasıdır. Su havzaları üzerine baraj inşa eden HES firmaları, temel olarak suyu kontrol altına almaktadır. Bizler su kaynaklarının ve su hizmetlerinin özelleştirilmesini savunan merkezî su politikalarına karşı katılımcı ve demokratik uygulamalarının hayat bulmasından yanayız. Halktan yana, halkın yararına siyaset üretmek budur.

Yerel yönetimlere su tesislerini işletmek için elektrik enerjisi üretme yetkisi verilmeli diyoruz. Bu imkândan yoksun olanlara, su tesislerinin işletilmesi için gerekli olan enerji fiyatlarında indirim uygulanmalıdır diyoruz. Su havzaları idari ve politik sınırlara göre değil, doğal sınırlara göre belirlenmeli ve yönetilmelidir diyoruz. Havza yönetimi ve planlaması su kaynaklarının çevresel, sosyal, ekonomik boyutları göz önüne alınarak ekolojik bir bütünlük içerisinde oluşturulmalıdır. Su havzalarında yer alan yerel yönetimlerin havza yönetimi için birlikler oluşturmalarına imkân sağlanmalıdır diyoruz.

Değerli milletvekilleri, su, yerine başka bir şeyin ikame edilemeyeceği bir doğal kaynak olarak tanımlanmaktadır. Hayatın ve ekosistemin önemli bir parçası olan su, insanın en temel ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte, tarım ve sanayinin ana unsurlarını oluşturmaktadır. Bu nedenle, su kaynaklarını kimin yöneteceği meselesi son derece önemlidir. Birçok sektörü birincil ölçüde etkileyen bir kaynağın yönetimi oldukça stratejik bir öneme sahiptir. Bu nedenle su kaynaklarının yönetimi pazar ekonomisi çözümlerine göre değil, ekolojik çözümlerin de güvence altına alındığı bir biçimde yönetilmesi gerekir. Her şeyden önce su, kamu malıdır, dolayısıyla özel mülk olarak kullanılamaz.

Su hakkının en geniş tanımının yapıldığı uluslararası belge, 26 Kasım 2012 tarihinde yayınlanan Birleşmiş Milletlerin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi Genel Açıklama 15'tir. Birleşmiş Milletlerin açıklamasına göre, herkesin yeterli, güvenli, fiziki olarak ulaşılabilir ve bedeli ödenebilir suya erişim hakkı vardır, "Bir ailenin gelirinin yüzde 2'sinden fazlasını su faturası oluşturamaz." denilmektedir.

Su hakkı ile ilgili devletin yükümlülüğü tam olarak tanımlanmamış olsa da, devlet, su hakkı açısından güvenli, ulaşılabilir su temin etmekle sorumludur. Devlet, toplumun tüm kesimlerine güvenli ve sağlıklı su sağlamakla yükümlüdür. 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe giren sözleşmeyi Türkiye, ancak 15 Ağustos 2000'de imzalayıp 4 Haziran 2003'te de Türkiye Büyük Millet Meclisinde onaylayarak hayata geçirmiştir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2010 yılında, güvenli ve temiz içme suyuna ve hıfzıssıhhaya erişimin yaşamdan ve insan haklarından sonuna kadar faydalanılması için temel bir insan hakkı olduğunu kabul etmiştir. Bu madde, 124 ülkenin evet oyuna karşılık 42 çekimser oyla kabul edilmiştir, işte, Türkiye de bu çekimser oylar arasındadır değerli arkadaşlar. Ancak, hemen belirtelim ki, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 90'ıncı maddesi "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir." demektedir. Su hakkı gibi temel hak ve özgürlüklere ilişkin kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümleri esas alınır. Bir başka deyişle, Türkiye eninde sonunda bu anlaşmayı imzalamak durumunda kalacaktır.

Değerli arkadaşlar, dünyada su hakkını tanıyan anayasalar da vardır. 2004 yılında, Uruguay'da, referandumla su üzerine bir anayasa değişikliği yapılmıştır. Yeni anayasaya "Su yaşam için vazgeçilmez bir varlıktır ve içilebilir suya ve kanalizasyona erişim temel bir insan hakkıdır." diye bir ibare eklenmiştir, düşünün bu Uruguay'dadır. 2009 yılında ise yeni Bolivya Anayasası'na bir madde eklenmiştir. Bu madde "Herkes evrensel nitelikteki içilebilir su hizmetlerine eşit olarak sahip olmalıdır. Su ve temizliğe ulaşma bir insan hakkıdır, imtiyaz ve özelleştirme kabul edilemez." şeklindedir. Demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu iddia eden bir devletin anayasasında da bu olması gereklidir.

Barış ve Demokrasi Partisi olarak, demokratik özerklik temelinde, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik bir siyaset çizgisinde ilerlemekte, tüm politikalarımızı bu paralelde yapmaktayız. Tüm bireylerin ve halkların uluslararası standartlardaki insan hak ve özgürlüklerinden yararlanmasını hedefleyen, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bir anayasa talebimizin olduğunu en başından beri her platformda dillendiriyoruz. Bu bağlamda bize göre yeni anayasa, sadece insanların değil, dünyadaki tüm canlıların var oluşunu dikkate alan ekolojik bir yaklaşımla yazılmalıdır. Her bireyin ve canlının yeterli miktar ve kalitede suya erişim hakkı vardır. Bu hak, tıpkı temel insan hakları gibi, doğuştan gelen haklar arasında görülmelidir. Temiz ve kaliteli suya erişim hakkı, devletin temel görevleri arasında yer almalı ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Sosyal devlet ilkesi olmanın gereği de budur değerli arkadaşlar.

Değerli milletvekilleri, içme suyuyla ilgili de ciddi sorunlarla yüz yüze kalmış bulunmaktayız. Bugün, gerek şebeke suyunun kalitesinin düşmesi nedeniyle gerekse de İstanbul, Ankara gibi çok büyük kentlerde şebeke suyu hakkında bilinçli olarak yapılan olumsuz spekülasyonlar nedeniyle halk, musluklardan akan suyu içemediği için şişelenmiş suyu satın almak zorunda kalmaktadır. Böylelikle halk, su şirketlerinin kasasını doldurmaya mahkûm edilmiş ve mahkûm olmuştur. Daha şimdiden, 20'yi aşkın yerli ve yabancı sermaye, Uludağ Millî Parkı'nda su şişelemesi işlerini yapmaktadır. Hükûmetin uyguladığı neoliberal politikalar sonucunda, halkın malı olan kullanılabilir içme suları yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilerek devam ettirilmektedir bu politika. Artık, günümüzde, bu politikaya bir "Dur." demenin de zamanı gelmiştir değerli arkadaşlar.

Değerli arkadaşlar, Başbakan, 2009 yılında İstanbul'da düzenlenen Dünya Su Forumu'nda, gelecekte içilebilir, berrak, temiz, tatlı sular ve teneffüs edilebilir hava için atıkların çevreye zararsız hâle getirilmesinin şart olduğunu bildirdikten sonra, "Hükûmet olarak, bu bilinçle, su kaynaklarımızın çok daha verimli bir şekilde kullanılmasına yönelik çalışmalarımıza hız kesmeden devam ediyoruz." demişti. Şimdi biz de Başbakana şunu soruyoruz, diyoruz ki: Hız kesmeden yaptığınız şey, Hasankeyf'te Ilısu Barajı inşaatına start vererek binlerce yıllık tarihi sular altına gömmek midir? Hız kesmeden yaptığınız şey, ülkenin su kaynaklarını tüketen politikalar yürütmek midir? Hız kesmeden yaptığınız şey, Munzur'da onlarca HES inşaatına acımasızca izin vermek midir? Yine, hız kesmeden yaptığınız şey, doğayı katletmek ve sınır boylarında güvenlik amaçlı barajlar inşa etmek midir?

Tabii ki önemli bir husus da uluslararası sularımızdır değerli arkadaşlar. Bugün, Dicle ve Fırat üzerinde yapılan yüzlerce HES ve inşaatı mevcuttur. Unutmayalım ki Dicle ve Fırat üzerine yapılan HES'ler, bizimle birlikte bu suları kullanacak olan diğer ülkelerin bu su kaynağına ulaşma haklarını ellerinden almaktadır. Bildiğimiz gibi, binlerce yıl önce yani sınırlar çizilmeden bu akarsu kaynakları buralardaydı ve biz, sınırlar çizilmeden, binlerce yıl önce oluşan su kaynakları üzerinde o suyu kullanan halklardan daha fazla bir hak iddia etmenin doğru olmadığını düşünüyoruz.

Kısacası şunu ifade etmek istiyoruz: Sayın Orman ve Su İşleri Bakanı bir konuşmasında "Su uyur, Türk bakar." demişti. Biz de Sayın Bakana "Su uyur, Türk bakar." politikasının bizi bu noktaya getirdiğini ifade etmek istiyoruz. Biz "Su uyur, Türk bakar." politikasının takip edilmesini değil, "Su gibi aziz ol." diyen halkın bizim için suyla ilgili söylediği politikanın takip edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Bu duygu ve düşüncelerle tekrar partim adına hepinizi saygıyla selamlamak istiyorum.

Sağ olun. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim.