GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Afrika Kalkınma Bankası Kuruluş Anlaşmasına Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanunun Değiştirilmesi Hakkında Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:71
Tarih:19.03.2020

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın vekiller, ben de Afrika Kalkınma Bankasıyla ilgili olarak, gündemimize gelmiş olan konuyla ilgili olarak birkaç şey söyleyeceğim.

Bir kere, 2013 yılında biz bu Afrika Kalkınma Bankasına katılmışız, bir taahhüdümüz olmuş fakat zaman içinde banka sermayesini artırma ihtiyacı hissetmiş, dolayısıyla da donör ülkelerden sermayelerini artırmalarını istemişler ve bu çerçevede bizim de sermayemizi 67 milyardan 577 milyar civarında bir rakama artırmamız isteniyor ve böylelikle Afrika Kalkınma Bankasının Afrikalı olmayan 26 donör ülkesinden biri olarak biz de bu bankanın bir iştirakçisi olmuş oluyoruz, bir destekçisi olmuş oluyoruz.

Afrika, doğrusu, tabii ki kalkınmakta olan ülkeler coğrafyası ve orada bizlerin eğer destekleriyle bir şeyler olabilirse bunlar iyi şeyler sonuç olarak. Yoksulluğun, insanlık dışı yaşamın, özellikle de biliyorsunuz, birçok ülkede susuzluğun giderilmesine bir katkısı olması itibarıyla desteklenebilecek olan bir mesele. Fakat yani "Tam olarak ne isteniyor?" diye ben rakamlara baktığımda, şimdi, bir kere, biz 2013'te bu işe katılırken taahhüt ettiğimiz rakamın 5 katına kadar artırılabileceği kararını vermişiz Bakanlar Kurulunca, kanun öyle çıkmış. Fakat, şimdi, bu kanunla, Bakanlar Kurulu olmadığına göre ya da işte Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtiğimiz için bu yetki Cumhurbaşkanına verilmiş. Arkadaşlar, bu rakamlardan giderek yaptığım hesaba göre, aşağı yukarı 4-5 milyar dolar civarında bir parayı Cumhurbaşkanının, doğrudan, kendi yetkisine bırakmış olacağız. Bu, bana doğru bir yaklaşım gibi gelmiyor. Bakanlar Kurulu gibi ortak bir aklın üretilebileceği bir mekanizma yerine, tek bir kişinin aklına güvenerek bir karar verilmiş olması zaten "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" denilen sistemin en önemli zayıf tarafı ve o sebeple de biz buna o çerçevede razı değiliz, karşıyız.

Şimdi, ben sizlere bir konuyu gündeme getirmek istiyorum, şöyle ki: Ekonomideki krizler ile şimdi yaşadığımız coronavirüs gibi salgınların benzer yanları var. Yani küreselleşmiş olan bir dünyada, hatırlayacaksınız, 2008 krizi Amerika'da çıktı ve birden bire bütün dünyayı sardı, tıpkı virüs gibi ve panikledi herkes çünkü aşağı yukarı 1929 yılından... Referans olarak 1929 yılında yaşanan büyük buhranı alırsak, 2008 krizi ondan da kat kat daha kötü bir kriz olarak yaşanmaya başlandı.

Arkadaşlar, hatırlayanlarınız olacaktır mutlaka, o sırada bu konu G20'lerin gündemine geldi ve G20'ler -biliyorsunuz G20'leri, bizim de içinde olduğumuz grup, ülke- birlikte karar alarak bu krizden çıkmanın planını yaptılar. Yani burada önemli olan, krizde, ekonomik krizde önemli olan ülkeler ki "G20" dediğimiz ülkeler; birlikte davranarak, aynı politikayı uygulayarak bu krizden çıkmayı denediler ve başardılar, belki biraz uzun sürdü ama sonuç olarak 2008 krizi belli bir süre sonra etkisini yitirdi ve ülkeler kendi refah trendlerinin bir yerine yine oturmuş oldular. Fakat arkadaşlar, bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu hadiseler olurken dünya değişti yani küreselleşmenin artık çok fazla ileri gittiğini söyleyen ve dolayısıyla da tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi milliyetçi, korumacı politikalara dönmeyi gerektiren bir gelişme olarak ortaya çıktı.

Başta, hatırlayacaksınız, Amerika Birleşik Devletleri'nin korumacı ve bir anlamda serbest ticaret teorilerine aykırı olarak uyguladığı politikalara dönüldü ve bu -arkadaşlar, hatırlayacaksınız yine- döviz savaşlarına döndü. Çünkü krizden çıkarken aynı senkronizasyonu yapamadılar, çünkü ülkelerin perspektifleri değişmişti ve küreselleşmenin zorunlu bir sonucu olarak birlikte davranmak yerine, tek tek ülkelerin -affedersiniz- paçayı kurtarmak üzere davranması biçiminde bir gelişme ortaya çıktı ve hepiniz biliyorsunuz, bunun sonuçları dünyada ticaretin giderek yavaşlaması ve bugün itibarıyla baktığınızda, özellikle gelişmekte olan ülkeler bakımından baktığınızda, hani şu son günlerde bir resesyon olmasaydı Amerika'da bugünleri de göremeyecektik, muhtemelen çok daha kötü bir ekonomik krizin içinde yuvarlanmış olacaktık ama biliyorsunuz, sadece Türkiye değil, bu ekonomik krizi yaşayan başka ülkeler de var özellikle Güney Afrika ülkeleri var vesaire.

Şimdi, buradan nasıl bir ders çıkarabiliriz? Açıkçası yani zaten söylerken anlamış olmanız lazım, ders şu: Bir bela, dışımızdan bir bela geliyor ise eğer bu ekonomik bir bela da olabilir, biyolojik bir bela da olabilir ama buna karşı birlikte davranmak en azından başarının en önemli sırrı diye düşünüyorum. O sebeple de bugün coronavirüs hikâyesine baktığımızda bence hepimiz korkuyoruz ama daha da korkmamız gerektiğini düşünüyorum çünkü dünyada böyle bir ortak davranış ülkeler arasında henüz ortaya çıkmış değil. Herkes, kendi evinin içinde çözümü sağlamaya çalışıyor ve mümkün olduğu kadar az zararla işi kurtarmaya çalışıyor fakat arkadaşlar, bu yanlış. Tam da esasında sizlerin sesinizi yükseltmesi gereken bir noktadayız bence ama -geçen gün, dün de konuştum- bunu yapmıyorsunuz çünkü yaparsanız Türkiye'deki siyasetinizi de değiştirmek zorundasınız.

Tayyip Erdoğan çok doğru, çok haklı bir laf ediyor bir zamandan beri, ne diyor? "Dünya 5'ten büyüktür." diyor yani şunu söylüyor: "193 ülke var, e, 193 ülke varsa niye 5 ülke bunların hayatlarını etkileyecek kararları alabiliyor, veto hakkına sahipler vesaire..." Bu, haklı bir durum değil ve esasında buradan çıkan şey, Sayın Cumhurbaşkanının cümlesinin ima ettiği gerçek, birlikte davranmaktır. "Dünya ülkeleri, birlikte alınacak kararlara katılarak dünya üzerindeki karşılaşılan sorunları çözmeye çalışırsa çok daha iyi sonuçlar alınacaktır." iddiasını taşıyor bu cümleler fakat arkadaşlar, benim bu hadiseyi görüşüm, yani olaya başından itibaren bakıyorum, birkaç defa da sizleri uyarmak ihtiyacı hissettim ve zaman buldukça şurada sizlere hitap ederken bu düşüncelerimi söylemek istedim ve söyledim de ama bu sabah, yine mesela, Plan ve Bütçe Komisyonunda Sayıştay seçimleriyle ilgili toplantımızda biz grup olarak, aslında diğer partiler, muhalefet partileri de grup olarak, bir öneride bulunduk ve biz bu öneriyi esasında bir hafta, on gün önce teklif ettik bir bakıma ki -önerimiz çok basit- o sırada bu önlemler yoktu. Bu önlemlerden önce Sayın Hazine ve Maliye Bakanı gelse virüs mücadelesini nasıl gördüklerini, ekonomide ne tür zararlar beklediklerini bize anlatsa, bizim de önerilerimizi dinlese çok daha yararlı bir iş olmuş olacaktı. Ama öyle olmadı yani bugün de bizim bu önerimiz reddedilmiş oldu, biz de protesto ettik ve çıktık.

Şimdi, arkadaşlar, dün de söyledim: Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisini destekleyen insanlardan daha büyüktür; Türkiye, sadece Adalet ve Kalkınma Partisini destekleyen insanlardan oluşmuyor, farklılıklarımız var ve esas itibarıyla özellikle dışarıdan gelen bir belaya karşı birlikte davranmamızın daha etkili olacağı gerçeği ortadayken bunu yapmıyorsunuz ve yapmayacağınızı da artık anlıyorum. Ben bu gidişe dur demek gerektiğini düşünen bir insan olarak naifçe bir şeyler söylemeye çalışıyorum ama anlıyorum ki bir kulağınızdan giriyor, bir kulağınızdan çıkıyor gibi geliyor bana.

Şimdi, arkadaşlar, bakın, sosyal bilimciler -özellikle sosyolojiyle ilgili olarak söylüyorum- bize çok önemli bir bilgi sağlıyorlar. Bu bilgiyi ben size kısaca özetleyeyim. Eğer bir toplumda gruplar varsa yani bu Meclis gibi düşünün, değil mi, farklı gruplar var, bu, bir; gruplar içinde bir "biz" duygusu gelişmişse ve dolayısıyla da diğerlerine "ötekiler" diye bakılarak değerlendiriliyorsa, bu, iki; gruplar arasında bir yabancılaşma varsa, bir ortak dil yoksa veya giderek bozuluyorsa, bu, üç; arkadaşlar, sosyologlar diyorlar ki böyle bir toplumda çatışma kaçınılmazdır.

Şimdi, arkadaşlar, bu laflar lafügüzaf değil. Geçen gün burada yumruklaştık, bildiğiniz gibi, değil mi? Niye yaptık bunu? Çünkü bu söylediğim üç varsayım, esasında tam da oturuyordu yani gruplar var, partiler var; her bir partinin mensubu sadece kendi partisini ve kendi arkadaşlarını "biz" diye görüyor ve diğerlerini "öteki" olarak görüyor; bu duygu, çok gelişmiş bir duygu; olabilir ama üzerine gruplar arasında iletişimin tümüyle koptuğu, birbirine yabancılaşmış insanlar topluğu olduğu zaman çatışma kaçınılmazdır. İsterseniz bunu, bu formülasyonu daha da geniş tutabilirsiniz, bir ülkeye teşmil edebilirsiniz. Ben bir ülkeye de teşmil etmenin çok yararlı olacağını düşünüyorum çünkü ülkemize baktığımızda da gördüğümüz şey bu arkadaşlar. Farklı insanlarımız var, farklı fikirlerimiz var, farklı düşüncelerimiz var; bunların bir zararı yok ama bu farklı insanların birbirleriyle temasları yok olduğu zaman, birbirlerini anlamaya yönelik davranmaktan vazgeçtikleri zaman işte orada bence bir felaket kaçınılmazdır. Ben bu lafları söylüyorum, uzun bir zamandan beri uğraştığım bir alan bu; ben bir iktisatçıyım ama bu işin bir de bu tarafı var, onu da görüyorum. Bakın, çatışmalı olan alanlara bakın, böyle baktığınızda bunu göreceksiniz; Yugoslavya'ya bakın veya başka bir ülkeye bakın. O sebeple de arkadaşlar, şunu gündeminize almayı ya da düşüncelerinizin içinde en azından tartışmayı önermiş oluyorum: Evet, sizin de benim de farklı düşüncelerimiz olabilir ama farklı düşüncelerimizin olmuş olması bizi birbirimize düşman kılmamalıdır. Dolayısıyla da birbirimize saygı göstererek, birbirimizin düşüncesine, fikrine saygı göstererek...

Yani bilmiyorum ama bu anlayış çerçevesinde, gerçekten, Türkiye'nin bir yere gitme şansı yok ve üstelik, arkadaşlar, şunu da açıkça size söyleyeyim, vaktim var birkaç dakika daha: Demokrasiye geçtiğimizden beri Türkiye'deki siyasetin hâli pürmelali budur zaten. Yani bir zamanlar, bu siyasi partilerden dolayı -hatırlayanlar olacaktır- köylerde farklı kahvelerde oturulurdu, birbirinin kahvesine gidilmezdi. Arkadaşlar, böyle bir ülke olamaz, böyle bir toplum olamaz. Böyle bir toplum "biz" duygusunu toplum olarak yaşayamaz.

O sebeple, ben diyorum ki -konuyu gündeme getirmeye çalışayım- virüsle mücadele, doğrusunu isterseniz, tamamen yukarıdan bakan bir bakış açısıyla, tamamen, merkezden, balkondan bakan bir bakış açısıyla birtakım önerilerin bizim önümüze getirilmiş olduğundan ibarettir ve ben bunu hakikaten, asla doğru bulmuyorum, kınıyorum ve böyle bir yaklaşımın bir kere insancıl olmadığı kanaatindeyim.

Ya, bakın arkadaşlar, burada, üyesi olan aşağı yukarı 5-6 tane partimiz var. Ya, bize hiçbir şey sorulmadı. İşte bugün Sayın Bakan geldi, sağ olsun, bize bir şeyler söyledi, biz de zaman buldukça ona sorular sorduk, olay bitti. Sanki birlikte bir şey yapmışız gibi oldu. Hâlbuki öyle değil arkadaşlar, burada bizler birlikte bir şey yapmıyoruz, böyle bir duygu bende yok. Siz bir şey yapıyorsunuz, çoğunlukta olduğunuz için sizin yaptıklarınız geçerli oluyor. Ama insanoğlu şunu düşünüyor: Ya, iyi de bizim de düşündüklerimiz doğru olabilir, belki sizinkinden daha doğru şeyler düşünüyor olabiliriz. Olamaz mıyız? Gerçek bu, olabiliriz pekâlâ. Ama arkadaşlar, buradaki siyasetin oluş biçimi, yapısallaşmış hâli inanın, asla üretken olmayan, bizi hiçbir yere götürme şansı olmayan bir duruma tekabül ediyor.

Ve Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi bence... Sayın Cumhurbaşkanı bunu gördü belki de, bilemiyorum ve siyaseti buradan kaçırdı. Burada siyaset olmuyor artık, siyaset doğrudan doğruya Külliye'de -sizin tercih ettiğiniz kavramla, bana göre sarayda- oluyor. Ve bunu açıkçası şöyle bir lafa getirebilirim: Yani aslında Cumhurbaşkanı sizden de kaçırdı bence, siz de Bakanlarınızı göremiyorsunuz, Bakanlarınızla herhangi bir şey tartışma imkânı bulamıyorsunuz. Çünkü siyaset burada olmuyor arkadaşlar, siyaset orada bir yerde oluyor. Dolayısıyla da ben bu on beş dakika konuşma şansını yakalayarak bunları sizlere iletme ihtiyacı hissettim.

Bu Meclisin 27'nci Dönem milletvekilleri olarak bizler burada bir devrim yaratabiliriz, bir devrim yaratabiliriz, "Ya, arkadaş, yıllardan beri devam eden bir çıkmaz sokak bu ya, bu sokaklarda yürümeye gerek yok, bırakalım bunu." diyebiliriz. Bu bize ait bir şey, biz yapabiliriz bunu ama bunu yapabilmemiz için de bizim gerçekten bir iradeye sahip olmamız ve bir isteğe sahip olmamız lazım. Bunları görmüyorum ve görmediğim için de Türkiye siyasetinin önünün çok karanlık olduğunu, Türkiye ekonomisinin önünün çok karanlık olduğunu görüyorum. Oysa Türkiye, bunların çok daha ilerisinde bir ülke olabilecek, potansiyel olarak her türlü şeye sahip olan bir ülke. Hatta daha ileri giderek söyleyeyim size: Eğer biz becerebilsek inanıyorum ki -bugün dünyada özellikle temsilî demokrasiler kriz yaşıyorlar, bir arayış içinde bütün ulus devletler- Türkiye esasında -üzerinde şu an durmamızın anlamı yok ama- özellikle kendi yapısından gelen özellikleri dikkate alarak öyle bir hamle yapabilir ki bütün dünyaya da bir demokrasi örneği verebilir yani "Önümüzdeki yüzyılın demokrasisi budur." diyebilir. Bu bizim elimizde olan bir şey ama ya yeteri kadar bu ihtiyacı hissetmiyoruz ya da böyle bir irademiz yok.

Evet arkadaşlar, son olarak birkaç cümle, aklımda kalmış olan birkaç şeyi daha söyleyerek bitireceğim konuşmamı. Evet, aramıza mesafe koyalım, bu çok önemli bir şey ama aslında ülkelerin aralarındaki mesafeyi kaldırmamız lazım. Ülkelerin aralarındaki mesafe kalktıkça, ülkeler birbirleriyle danışarak bu mücadeleyi sürdürdükçe emin olun başarı ancak böyle mümkün. Bu birincisi. İkincisi de, hani "el yıkama" falan diye arkadaşlar söz ediyorlar, el yıkayalım tabii ki ama bence asıl önemli olan bilgi arkadaşlar, bizim doğru bilgilenmemiz lazım. Emin olun bize "Elini yıka, şöyle yap, böyle yap." demekten çok daha öte Hükûmetin özellikle, Hükûmetin yetkili kurullarının, kuruluşlarının, bakanlığın vesaire bize doğru bilgiyi vermesi lazım ve bizim de "Ha, bu bilgi doğrudur." duygusunu taşımamız lazım. Hepimiz aklı başında insanlarız, kendi tedbirlerimizi alırız zaten, sosyal mesafe vesaire vesaire...

Dolayısıyla da arkadaşlar, ben uzun konuşmuş oldum galiba, hepinize saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)