| Konu: | 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 41 |
| Tarih: | 15.12.2012 |
BDP GRUBU ADINA EMİNE AYNA (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı çalışmalarına ilişkin değerlendirmede bulunmak istiyorum.
Slovak düşünür -bildiğiniz gibi- Zizek "Dünyadaki insanlar dünyanın bir gök taşı çarpması sonucu yok olabileceğine inanabiliyor ama kapitalizmin yıkılabileceğini akıllarına dahi getirmiyorlar." diyor.
Kapitalizm, bütün yaşam faaliyetlerini değer yasasının ve bu yasanın beraberinde getirdiği paranın gücü anlayışının egemen olduğu tekil bir organik sistem altında birleştirmiş, resmî ideolojisi olan liberalizm aracılığıyla toplumu âdeta paramparça ederek toplumsallığı yıkmaya çalışmış, kutsal ideolojisi pozitivizmle zihniyet alanında özne-nesne ayrımına dayalı anlayışı geliştirmiş. Bu bakışla, erkeği kadından, bireyi toplumdan, insanı doğadan üstün kılan ayrımlara gidilmiş, gerek toplumsal yaşam gerek ekolojik yaşam özünden boşaltılmıştır. Kapitalizm için esas olan insan, toplum veya doğa değil, aksine kâr hırsı ve bireyciliğin egemen olmasıdır.
20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden beri kapitalist sisteme eklemlenme çabası içinde olmuştur. Elitleri aracılığıyla kapitalizmin temel taşlarından biri olan ulus devlet paradigması neyi gerektiriyorsa Türkiye halklarına bunu dayatmıştır. Böylece Türkiye tüm renklerini, dillerini, kültürlerini kaybetmiştir. Toplumun atomize edilmesine yönelik bu politikaların devamında, Türkiye'nin yer altı ve yer üstü kaynakları sürekli olarak talan edilmiştir.
Gerek Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının yaklaşımını gerekse AKP döneminde Türkiye'de geliştirilen enerji politikaları ile bu politikaların insan sağlığı üzerindeki yan etkilerini göz önünde bulundurursak mevcut enerji politikalarının insan ve çevre dostu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kısaca detaylandırırsak: Bakanlığın İnternet sitesinde yani kendi sitelerinde şöyle deniyor: "Enerji ve maden kaynaklarını verimli, etkin, güvenli, zamanında ve çevreye duyarlı şekilde değerlendirerek dışa bağımlılığı azaltmayı ve ülke refahına en yüksek katkıyı sağlamayı görev edindikleri?" Böyle dile getiriyorlar. Böyle dile getirirken, Sayın Bakan, bakanlığın, bağlı ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla birlikte yaklaşık 5 milyar liralık yıllık yatırım bütçesine ulaştığını, bu çerçevede serbest piyasa unsurlarının işlevselliğinin arttırılması, yatırım ve ticaret ortamının iyileştirilmesi, nükleer enerjinin sisteme entegrasyonu çalışmalarının devam ettiğini belirtti. Bu durum kendi içinde bile bir çelişkidir çünkü serbest piyasa anlayışının ya da tüccar mantığının geliştiği bir yerde enerji ve tabii kaynaklarından çevreye duyarlı bir şekilde yararlanmayı ummak için insanın dünyadan bihaber olması gerekir. Hele ki nükleer enerjiyi serbest piyasayla aynı karede düşünmek insanın aklına ilk olarak Çernobil'i ve nükleer savaşları getirmektedir.
Türkiye, enerji üretiminde kendi öz kaynaklarını kullanmayan, yenilenebilir enerjiden yararlanmayı önüne koymayan bir enerji politikasıyla beraber dışa bağımlılığı her geçen gün artan bir maceranın içinde yol almaktadır. Enerjide dışa bağımlılık bu kadar üst düzeydeyken Türkiye'nin atıldığı yeni bir macerayı ibretle izliyoruz. Yeni maceramızın adı: "Nükleer enerji." Kaza riski en fazla olan, ölümcül etkileri coğrafya ve sınır tanımayan, en son Fukuşima'dan sonra bütün dünyanın sorguladığı ve terk etme aşamasına geldiği nükleer santralleri, iktidar, enerji sistemimizin kurtarıcısı olarak karşımıza çıkarıyor.
Kısa ve net olarak söylemek gerekirse, nükleer santraller Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığını azaltmayacak, aksine arttıracak. Türkiye'nin nükleer santrallerde kullanacağı yerli radyoaktif elementleri yok. Nükleer yakıtı elde etmek üzere sahip olunması gereken zenginleştirme teknolojisine sahip değil. Nükleer atıkların depolanması günümüz teknolojilerinde imkân dâhilinde olmadığı gibi, bu atıklar birkaç yüzyıldan birkaç bin yıla kadar doğada kalmakta, doğaya zarar verme durumu devam etmekte. Nükleer santrallerin ilk kurulum, işletim maliyetleri çok yüksek. Bunun yanında güvenlik sorunları da çözülememiş. En önemlisi, tekrar etmek gerekirse, geleceğimizi ipotek altına alan bir model. Bütün handikaplarına rağmen AKP Hükûmeti bu konuda neden bu kadar ısrarcı? Cevaben söylenen şey enerji ihtiyacı. Halkın büyük çoğunluğunun karşı olduğu nükleer santrallerin yapılmak istenmesindeki asıl neden ise nükleer silah edinmeye giden yolun açılması, bu teknolojinin Türkiye'ye getirilmesi ve sonunda nükleer silah sahibi olma çabasıdır. Tamamen egemenlikçi ve savaş konseptinin ürünü olan bu yaklaşıma karşı dünya barışı ve dünyayla barışık bir Türkiye için de nükleer macerasının derhâl sonlandırılması gerekir.
Geleceğimizi tehdit eden bu yanlış yatırımların yanına, bugünümüzü, havamızı, suyumuzu elimizden alan, geçmişimizi ve tarihimizi sulara gömen birçok yanlış yatırım bütün hukuksuzluklarıyla birlikte devam ediyor. "Suyun özelleştirilmesi ve yöre halkının kendi suyuna erişim ve suyunu kullanma imkânını ortadan kaldıran, doğa ve çevre katliamı hâline gelen ve başta Karadeniz olmak üzere Türkiye'nin birçok yerinde halka rağmen yapılan küçük ölçekli HES'ler, on iki bin yıllık tarihiyle birlikte Hasankeyf ve çevresini sulara gömecek olan Ilısu Barajı, Munzur üzerinde yapımı devam eden barajlar ve benzerleri ile sözde enerji üretimi adına yaptığınız katliamın farkında mısınız?" diye sormak gerekiyor. Bizim güneşimiz var, değerlendirilmek istenirse Türkiye'ye fazlasıyla yeter. Rüzgâr ve diğer yenilenebilir kaynaklar sağlıklı değerlendirilirse Türkiye'ye fazlasıyla yeter. Özellikle güneş için "kurulum maliyeti yüksek", rüzgâr için "sürekliliği yok" gibi argümanlar artık terk edilmeli, başta Almanya olmak üzere yenilenebilir modellerle enerji üreten ülkelerin bu işi nasıl başardığı araştırılmalı, nükleer ve HES gibi projelerle ortaya çıkan doğal, kültürel, insani ve mali risklere karşı yenilenebilir kaynaklara yönelinmelidir.
Değerli milletvekilleri, AKP, Türkiye'nin gelişmekte olan ülke olmasının arkasına sığınarak sera gazı salımlarını azaltma konusunda yükümlülük almaktan kaçınmaktadır. Kalkınma fetişizminin pençesine düşmüş görünen Türkiye, iklim değişikliğini göz ardı etmektedir. Bunun en büyük kanıtı, 2010 sera gazı salımlarını yirmi yıl öncesine göre yüzde 25-40 arası azaltmak yerine yüzde 115 artırması. Yani, salım artışında dünya rekortmeni olması! Doha'daki müzakerelerde de Türkiye üzerine düşeni yapmadığı için müzakereleri takip eden 700'ün üzerinde sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu İklim Eylem Ağı tarafından "Günün Fosili" seçilmiştir. Peki, İklim Eylem Ağı neden bu kadar prestijli bir ödülü Türkiye'ye verdi? Birincisi: Bilim insanlarının acilen vazgeçilmesi için uyardığı küresel kömür yatırımlarında Türkiye'nin dünya 4'üncüsü olması. ikincisi: Kyoto Protokolü'nün ilk yükümlülük dönemi için sera gazı azaltım hedefi olmadığı gibi, ikinci yükümlülük dönemi için de belirtmeyeceğini açıklaması. Aslında, iklim değişikliği ile mücadelede yükümlülüklerini yerine getirmeyen Türkiye çok büyük bir fırsatı kaçırıyor. Bölgesel bir güç olmak isteyen Türkiye, sera gazı azaltım hedefleri belirleyip bu hedefleri yenilenebilir enerji yatırımları ve enerji verimliliği ile desteklese enerjide dışa bağımlılıktan kurtulabilir. Üstelik, yenilenebilir enerji yatırımlarında öncü rol oynayarak dışarıdan enerji satın alan bir ülke olmaktan çıkıp dışarıya teknoloji satan bir ülke olabilir. Dolayısıyla, sera gazı azaltım hedefleri almamak ve rüzgâr, güneş yatırımlarını geciktirmek Türkiye için yalnızca daha pahalı enerjilere daha uzun süre katlanmak anlamına geliyor.
AKP Hükûmetine, iklim değişikliği konusunda sorumluluk almasının gerekliliğini bıkmadan anlatmak ve "Rüzgâr da, güneş de bize yeter." demek gerekiyor.
Yine bakanlığın hedeflerine baktığımızda, "Bilinen linyit ve taş kömürü kaynaklarının 2023 yılına kadar elektrik enerjisi üretimi amacıyla değerlendirilmiş olması hedeflenmiştir." denilmesi birçok saygın çevre kuruluşunu bir araya getiren İklim Ağı adlı şemsiye örgütün ülke iklim politikalarının Türkiye'ye maliyetini hesaplayan bir raporda "İklim değişiyor, Türkiye değişmiyor." demelerini haklı çıkarmaktadır. Ülkede, 2010 yılında iklim değişikliği bağlantılı doğal felaketlerden 2,5 milyon kişinin etkilendiği ve 35 bin kişinin bu felaketler sonucunda hayatını kaybettiği tahminine yer veriliyor. Küresel iklim değişikliğine neden olan sera gazı salımının en büyük kaynağı olan ve en kısa zamanda devre dışı bırakılması gereken kömür yakıtlı termik santrallere bakınca tablo şöyle: 8.400 megavatlık kurulu güce sahip 23 yeni kömür santrali inşasına devam. İlan edilmiş, lisans almış veya lisans başvurusu yapmış 28 santral sırada. Özet sayısal döküm aşağıdaki gibi.
İnsani maliyet: Tek bir yılda 2,5 milyon iklim mağduru, 35 bin ölü.
Parasal maliyet: Gayrisafi yurtiçi hasılanın binde 6'sı yani 6 milyar lira. Yani, iklim değişikliğiyle ülkeye -biz vergi verenlere- 6 milyar lira fatura çıkartılmış oluyor.
Atıl yatırım maliyeti: Karar alıcılar yani Hükûmet, iklim dostu çözümlere değil fosil yakıtlara yatırım yapıyor; ölümleri artırmayı, maliyeti artırmayı sürdürüyor; topluma yanlış maliyeti ödetiyor.
Uluslararası prestijin maliyeti: Türkiye'nin kömürle kara sevdası yüzünden Birleşmiş Milletler Doha İklim Zirvesi'nde sivil toplum kuruluşları tarafından "Günün Fosili" ödülüne layık görülmesi ve ülkenin bölgesel güç iddialarına karşın uluslararası alanda alay konusu olması.
Dünyanın en önde gelen çevre aktivistlerinden üçünün, Bill McKibben, Nnimmo Bassey ve Pablo Solon'un geçenlerde hükümetlere ve onların görüşmecilerine gönderdikleri açık mektupta yazdıkları: "Var olduğunu bildiğimiz karbon yakıtların çoğunu yerin altında bırakmalı ve daha fazlasını aramayı kesmeliyiz. 2 derecelik sıcaklık artışının altında kalmak için yarı yarıya bir şansımız olmasını istiyorsak, keşfedilmiş petrol, kömür ve doğal gaz rezervlerinin üçte 2'sini yer altında bırakmalıyız. Eğer şansımızın yüzde 80 olmasını istiyorsak, o zaman söz konusu rezervlerin yüzde 80'ine dokunmamalıyız." Oysa Türkiye'de AKP, 2023 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji arzı içindeki payının yüzde 30'a çıkarılmasını hedeflemektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 90'lı yıllarda köyler yakılıp yıkılarak Kürtler zorunlu göçe maruz bırakılırken, 2000'lerde, AKP, güvenlik barajlarıyla bölge insanını zorunlu iskâna tabi tutmaktadır. AKP, sadece bölgede değil Türkiye'nin her tarafında; Karadeniz'de, Ege'de, Marmara'da, Akdeniz'de, İç Anadolu'da bulduğu her dereye, çaya, ırmağa bir HES demektedir. Bakanın temel elektrik enerjisi kaynakları arasında saydığı HES'lerin ömrü ise Türkiye gibi ülkelerde en fazla elli yıldır. Elli yıllık bir sevda için Türkiye'nin doğal güzellikleri, tarihî mekânları sular altında bırakılmakta, kaynakları tüketilmektedir.
Çok ilginç bir başka icraat da "güvenlik barajları" olarak karşımıza çıkıyor. Literatüre Türkiye'nin armağan ettiği güvenlik barajlarını kamufle etmek amacıyla bazısına küçük birkaç enerji yapısı ilave edilmiş olmasına rağmen, isminden de anlaşılacağı üzere tek amaç güvenliktir.
Çin Seddi'ni kuranların mantığı 2000'lerin dünyasında güncellenerek sürdürülmektedir. Bugün güvenlik adına sudan bir Çin Seddi oluşturmak için güvenlik barajı yapan güvenlikçi ve savaş yanlısı zihniyetin bilmesi gerekir ki, Kürt sorunu bu tür yöntemlerle çözülmedi ve asla çözülemeyecek. Kürt sorununun bir tek çözüm yöntemi vardır, o da kolektif haklarının tanınmasıdır. Bu itibarla, yarın bu topraklara barış hakim olduğunda, diğer birçok ölümcül icraatın altına imza atan savaş ve güvenlik konseptinin sahipleri, güvenlik barajları, Ilısu ve Munzur'da yapılan barajlar gibi icraatları yüzünden de halk ve tarih karşısında mahkûm olmaktan kurtulamayacaklar.
Ilısu ve Munzur'da yapılan barajlar, suyun özelleştirildiği mini HES uygulamaları, nükleer santraller gibi problemli enerji üretim yöntemleri karşısında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının önemi kadar enerji tasarrufu da önemlidir. Enerjimizi nasıl ve nerede kullandığımızı sorgulamak gerekmektedir. Kirli ve enerji yoğun teknolojilerle daha fazla enerji tüketmenin, küresel ısınmaya daha fazla katkı yapmanın? Daha fazla enerji ihtiyacı olan bir ülke olma karşılığında kaybımız ortadadır ve açıktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; enerji politikalarındaki zafiyetin en acı boyutlarından biri ise bu alanda giderek artan iş kazalarıdır. Hem enerjiye ilişkin faaliyet yürüten kamu kurumlarından yetkin ellerin uzaklaştırılması ve kadrolaşma hareketiyle hem de denetimsiz bir özel sektör eliyle enerji işçileri toprağa, sele, baraja gömülmekte, elektriğe çarpılarak can vermektedir. Enerji sektörü, ölümlü iş kazası sayısının en fazla olduğu sektörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. İnsan hayatına duyduğumuz saygının gereği olarak ifade etmek gerekirse artık iş cinayeti olarak adlandırdığımız bu ölümlerin önüne geçilmesi için bütün tedbirlerin bir an önce alınması gerekir.
Maalesef, enerji yüzünden, insanlar sadece iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetmiyorlar. Dünyada ve özellikle de Ortadoğu'da, enerji savaşları yüzünden her gün binlerce can toprağa düşmektedir. Aralarında su, enerji veya diğer nedenlerle sorun almayan Ortadoğu halkları, su ve enerji savaşlarında en çok mağdur olan topluluklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında, egemenlik ilişkileri bakımından sıkıntı yaşayan Filistin ve Kürt halkları su ve enerji hâkimiyet süreçlerinin kurbanı hâline gelmiştir. Kürtler ne egemenlik ilişkilerinin bir parçası olmayı ne de kurbanı olmayı kabul etmeyeceklerdir. Bu itibarla, barışçıl bir dünyada, insanıyla, doğasıyla, tarihiyle, çevresiyle barışık, enerjimizi insan yaşamının güzelleştirilmesine, barışa ve kardeşliğe harcayacağımız yarınlar ümidiyle hepinizi selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Ayna.