| Konu: | Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 112 |
| Tarih: | 11.07.2020 |
HDP GRUBU ADINA HİŞYAR ÖZSOY (Diyarbakır) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, Komisyon üyeleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Dünden beri Ayasofya meselesi üzerinde Mecliste yapılan tartışmaları dinliyoruz. Ben, bu Ayasofya tartışmasının içerisine girmeyeceğim. 1950'lerden beri Türkiye'de, özellikle Türkiye sağı için -İslamcılar olabilir, Türkçüler olabilir- önemli bir mesele yani önemli bir sembolik mevzu. Fakat geçen gün, bu Ayasofya meselesi tartışmalarını yukarıda, bizim danışman arkadaşlarımızla konuşuyorduk -çok zeki danışman arkadaşlarımız var gerçekten- bir tanesi "Ya, Hişyar Hocam, Marx'ın 18'inci Brumaire'deki şu pasajına bir bakar mısınız?" dedi, hatırlattı; gerçekten ben de baktım, akşam eve gittim, böyle tuğla gibi kitabı indirdim, bakıyorum. Yani dedi ki: "Bu Ayasofya etrafında dönen tartışmaları Marx yüz yetmiş yıl önce yazmış, çok benzerlerini yazmış, bir bakın." Ben baktım, birazdan paylaşacağım sizinle gerçekten. Marx, böyle çok zeki bir düşünür; sağcısı, solcusu, kim olursa olsun okuması gereken çok önemli bir filozof. Tarih üzerine, mesela sosyal tarih üzerine çok önemli çalışmaları söz konusu, birazdan oraya gireceğim.
Şimdi, kıymetli arkadaşlar, yine bugün, çok kıymetli bir gazeteci olan İrfan Aktan, Doçent Doktor Umut Azak'la uzun bir röportaj yapmış Ayasofya'yla ilgili. Bu Ayasofya meselesinde gerçekten, çok fazla insan, çok bir şey bilmeden üzerine çok fazla konuşuyor. Belli ki hassas, yetmiş seksen yıllık tarihi olan bir mesele. Yalnız, bu Ayasofya meselesi ne zaman gündeme geliyor? Mesela 1950'lerde, Adnan Menderes döneminde, ezan Türkçeleştirilmişti biliyorsunuz daha önce, kendisi bunu tekrar Arapça'ya çevirdi ama Ayasofya meselesi çok önemli bir mesele olduğu hâlde Menderes bu topa hiç girmiyor. Türkiye NATO üyeliğini almış 1952'de, hassas durumlar söz konusu. Fakat 1960'larda Yunanistan ve Kıbrıs'la gerilimler arttığı zaman Ayasofya meselesinin Türk sağı tarafından tekrar gündeme getirildiğini görüyorsunuz. Şöyle küçük bir pasaj okuyayım: "1960'ların ortalarına doğru Kıbrıs krizinin yeniden ortaya çıkması ve bu nedenle Yunanistan'la ilişkilerin bozulması üzerine bu tartışmalar -Ayasofya tartışmaları- bir kez daha canlanıyor. O zaman Yazar Nihat Sami Banarlı -buraya dikkatinizi çekiyorum- Ayasofya'nın önemini anlatırken bir millî kahraman olarak Fatih Sultan Mehmet'e tekrar ihtiyaç olduğunu şöyle açıklıyor, diyor ki: 'Ekmek gibi, su gibi muhtaç olduğumuz millî güven duygumuzu ancak böyle hatıralar yükseltecek.'" Çok ilginç bir pasaj. "1960'larda 1453 Fatih Sultan Mehmet'in ruhunu çağıralım." diyor.
Şimdi ben baktım, bu "18 Brumaire" Bonaparte üzerine yazılmış bir tarihsel analiz, tam yüz yetmiş yıl önce yazılmış, bakın orada ne diyor, orada da -bir pasaj; özür diliyorum, Türkçe çevirilerine baktım, Türkiye'de çok kötü yapıyorlar, çevirememişler, İngilizce küçük bir pasaj, 3 cümle, ben kendim çevirmeyi tercih ettim- diyor ki: "Kriz dönemlerinde, yani, ekonomik, siyasal krizin derinleştiği dönemlerde iktidardakiler..." diyor. Gerisini İngilizce -küçük bir pasaj- okuyayım: ''...''(x) Yani "Geçmişten atalarının ruhlarını yardıma, hizmete çağırırlar." ''...''(x) "Onların kelimelerini, isimlerini, kavga sloganlarını ve hatta kostümlerini ödünç alarak..." Ne için? ''...''(x) Yani "Böyle kadim elbiseler ve ödünç alınmış bir dille, mevcut yaşadığımız durumu tarihsel kimi referanslarla anlatmaya çalışırlar." Ya, ben iki gündür bu Ayasofya tartışmalarına bakıyorum, yemin ediyorum, sanki sene 1453, hepimiz fethe gidiyoruz.
Şimdi, bakın, devamı gelecek, biraz müsaade edin, ben devamını söyleyeyim. Bakın, bu Ayasofya meselesi, Türkiye'de sağ kesim içerisinde -milliyetçi olur, Türkçü olur, İslamcı olur- önemli bir mesele, önemli bir sembolik mesele. Burada mesele Ayasofya'nın ne olup olmadığından ziyade iktidar bloğunun Ayasofya üzerinden nasıl yeni bir söylem alanı oluşturmaya çalıştığı ve siyaseti tekrar nasıl dizayn etmeye çalıştığıdır.
Şimdi, ben, argümanımı biraz böyle delillendirerek yavaş yavaş anlatmaya çalışayım kıymetli arkadaşlar. Bakın, nasıl? Az önce konuştuğum pasaj, biraz net, somut bir ifade kazansın diye size bir iki tane de örnek göstereceğim. Şimdi, bu, geçmişin dilini, kostümlerini, elbiselerini, kavga sloganlarını iktidar nasıl kullanıyor? Mesela bir tane örnek vereyim size: Arkadaşlar, burada aslolan şey bu fetihçi mantıktır. Türkiye'de yeni bir sistem kuruluyor. Adına "Başkanlık sistemi" dedikleri bir sistem oluşturdular. Bu sistemin temelinde İslamcılık ve Türklük... Bu motifleri iç içe geçirmeye çalışıyorlar. Bunların kesiştiği noktada Ayasofya son derece önemli, sembolik bir değere sahip çünkü bir fetih nişanesidir. "Fetih ruhu" dedikleri öyle görünüyor ki bu iktidarı şekillendiren temel, resmî ideoloji. Bundan sonra memleketin içinde fetih, memleketin dışında fetih... Fakat biz bu fetihçi mantığa eleştireliz. Niye? Anlatacağım size. Sıkıntı nedir bunda?
Şimdi, kıymetli arkadaşlar, Türkiye'nin... Dün, uluslararası basın çok telefon açtı "Niye şimdi?" sorusunu soruyorlar. Gerçekten, niye şimdi? Eğer siz ciddi bir tarihsel, sosyolojik, bilimsel analiz yapıyorsanız ilk soracağınız soru "Bu Ayasofya meselesi niye 2020 yılında karşımıza geliyor?" Sebep? Niye 2019 değil, 2015 değil, 2013 değil, 2012 değil? 2020 yılında geliyor çünkü belli ki bunun toplumsal, siyasal, tarihsel bağlamı oluşmuş, Türkiye'de belli bir siyasi ittifak oluşmuş ve bu ittifak kendisine bir ideoloji üretmeye çalışıyor. Bunun adına da -az önce de gördük- "fetih" diyor, "Fethedeceğiz, her tarafı fethedeceğiz." Zaten, ben düşünüyorum, altı yüz yıldır bu İstanbul fethedile edile bir türlü fethedilemedi, her sene fethediliyor. Sadece İstanbul fethedilmiyor ama arkadaşlar. Mesela, bir örnek vereyim size: Bizim belediyelerimiz fethediliyor, biliyorsunuz. Bizim belediyelerimize kayyum gönderildiği zaman gidip ilk bayrak asıyor ha, kapısına. Fetihçi mantık. Başka örneklerini de birazdan vereceğim size.
Şimdi, bu mantık kendisini şöyle gösteriyor, az önceki meseleye döneyim. Az önce dedik ya, Marx diyor: "Kriz dönemlerinde geçmişten ataların ruhları çağrılır, yardıma gelsinler." Şimdi, Türkiye ekonomik olarak, finansal olarak ciddi bir kriz içerisinde, bölgesel olarak son derece daralmış. Bakmayın öyle iktidarın söylediğine, izole olmuş, nefes alabilecek durumda değil; darphane ha bire para basıyor, o paraların bir kısmını da balya balya Türkiye'nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin terörist dediği Heyet Tahrir el-Şam'a gönderiyor, İdlib'de Türk lirası kullanılıyor. Artık, bu kadar üslup izandan çıkmış bir durum söz konusu kıymetli arkadaşlar.
Şimdi, bu kriz dönemlerini dedim ya soruyorlar bana; niye sizce yaptınız? Benim görebildiğim kadarıyla "Ayasofya'nın içi dışı ne olur, olmaz"ın ötesinde Hükûmet bu Ayasofya tartışmasına abanarak önümüzdeki dönemin ideolojik "term"lerini oluşturmaya çalışıyor. 2011 seçimlerinde hatırlayacaksınız, "one minute" idi. Şu an kimse diyor mu "one minute" var mı öyle bir şey? Kimse demiyor. 2014 seçimlerinde ne vardı? Rabia vardı, her tarafta Rabia işareti. Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönemde de Ayasofya üzerinden birtakım siyasi dizaynlar yapılacak. Bu, basitçe, oradaki mimari yapının ne olacağıyla ilgili bir durum değil. Acaba, toplumu bunun üzerinden ideolojik birtakım kamplara ayırıp bunun üzerinden bir sinerji üretebilir miyiz? Yoksa sorarlar adama "Niye 2017'de yapmıyorsunuz bunu? Niye 2012'de, 2013'te, 2015'te yapmıyorsunuz da bekliyorsunuz, 2020'de yapıyorsunuz?
Şimdi, kıymetli arkadaşlar, geçmişin isimlerini, kostümlerini alıp mevcut duruma uyarlamaya çalışıyorlar ya... Şöyle tuhaf... Gülmeyin arkadaşlar, bizimkiler bununla çok alay da ettiler. Bakın, buradaki bu geleneksel elbiseler falan giymiş ya, bu şimdi Diyarbakır'a kayyum atanan bürokrat, bir yurt dışı seyahate gitmiş, bu geçmişin kostümünü almış. Hatta ne diyorlardı? Bir dakika, az önce yazmıştım, "altın varakoğulları" diye alay konusu olmuş. Şurada, Cumhurbaşkanı, bu sarayın açılışındaki o ilk görüntüler var ya... Bunlara gülmeyin arkadaşlar. Bu nedir biliyor musunuz benim analizime göre? O kadar ucube bir siyasal sistem ürettiler ki ancak ucube siyasal semboller üretebiliyorlar. Yani Türk tipi başkanlık sistemi dedikleri hiçbir şeye benzemeyen, dünya literatüründe olmayan... Pardon, her şeye benzeyen ama hiçbir şeye benzemeyen bir sistem ürettiler ve bunun için de birtakım sembolizmlere başvuruyorlar.
Şimdi, kıymetli arkadaşlar, Türkiye'de olan ne? Bakın, on dakikadır anlatmaya çalıştığım bu fetihçi mantık, kurulan, kurulmakta olan, sağlamlaştırılmaya çalışılan yeni devletin resmî ideolojisi; fetihçilik, her tarafı fethedeceğiz. Şimdi, burada şöyle bir durum var arkadaşlar: Bu, basitçe Türkiye'nin aklına gelen bir durum değil yani bahsettiğim bu siyasi teknikleri dünyada kullanan başka kesimler de var. Türkiye'de şu an oluşmakta olan durumu literatürde, siyaset biliminde, siyaset sosyolojisinde "ulusal güvenlik devleti" olarak kavramsallaştırıyorlar. Türkiye daha önce de bir ulusal güvenlik devletiydi ama 2016 darbe girişiminden sonra kozmik odalarına girilmiş bir ülke... Bu, şu demektir, devlet yönetenler bilir, ben çok yönetmedim ama: Türkiye Cumhuriyeti devletinin kozmik odasına girilmişse o devlet çökmüştür, çöktü, şimdi yeniden o devleti bir fetihçi mantıkla organize etmeye çalışıyorlar. Nedir bu? "Ulusal güvenlik devleti" ne demek? Bakın, bu, şu an aldığım özellikler Türkiye örneğiyle ilgili değil. Uluslararası literatürü biraz taradım "Ulusal güvenlik devleti ne demek?" diye. Şimdi, ben size birkaç tane okuyacağım madde, Türkiye'nin buna ne kadar uyup uymadığına da artık kendiniz karar verirsiniz. Bakın: "Ulusal güvenlik devletlerinde süreklileşmiş bir olağanüstü hâl hâli vardır." Türkiye'de iki yıl yaşandı. "Olağanüstü hâli kaldırdık." dediler ama bütün o kanun hükmünde kararnameleri yasa yaparak olağanüstü hâli süreklileştirdiniz. Şu an sürekli bir olağanüstü hâldeyiz. Ben bir milletvekili olarak Diyarbakır'da kendi il binamın önünde açıklama yapamıyorum, basın açıklaması. Sürekli olağanüstü hâl...
İki: "Devletin zor aygıtlarının siyasetteki varlığı artar." Nedir bu? Asker, polis; yetmedi, burada bekçi yaptılar. Eskiden yasama, yürütme, yargı diye güçler ayrılığı vardı. Şimdi, yargı o üç güçten -yasama, yürütme, yargı- bir tanesi değil; yargı şu an devletin zor aygıtı olmuş çünkü muhalifleri ezmek için kullanılan bir aygıta dönüşmüş; artı, bir de cezaevleri var. Yani cezaevi, mahkeme, polis, asker bir de bekçi; bunlar önem kazanacak. Bugün gelen yasa da bununla ilgili bir durum.
Üç: "Demokrasi ve seçimlere artan bir şekilde şüpheyle bakma." Bakın, biz kazanıyoruz belediyeleri "Hayır, siz seçemezsiniz." diyor. Ya, biz kazandık yüzde 65'le. "Hayır, Kürtlerin seçtiğini ben tanımam. Yerine kayyum atayacağım." diyor, gerçekten bir de bunu atıyorsunuz; bak, bu! Yüzde 65 oy almış Selçuk Mızraklı'yı hapse... Seçim önemli değil ki sizin nazarınızda. İstanbul seçimleri oldu, İstanbul seçimlerini iptal ettiniz. Hangi gerekçeyle? Yalan gerekçelerle. Sonra ne oldu? Tekrar kazanıldı. İstanbul'u kaybetmenin, Ankara'yı kaybetmenin verdiği hırsla da şimdi, barolar üzerinden başka bir savaşa giriyorsun. Baroları da işgal edeceksiniz. O da fetih mantığının bir parçası çünkü bileğinizin hakkıyla halkın önüne çıkıp kazanamıyorsunuz. Ne yapacaksınız? Devletin zor aygıtlarını kullanıp demokratik kurumları tek tek fethedeceksiniz. Fetih sadece Libya'da, Mısır'da olmuyor; burada, Kürtlere kayyumlar da bir fetih mantığıdır. Bana sorarsanız, İstanbul Belediyesine yönelik durumlar da, barolara yönelik durumlar da hepsi fetih mantığının sonucu çünkü fetih mantığı, ulusal güvenlik devletinin resmî ideolojisi.
Devam ediyorum: "Sermaye, bazı elitlerin elinde merkezîleşir." Türkiye'deki durum.
Daha önemlisi var burada, arkadaşlar, bakın, burasını iyi dinleyin: "Devletin içte ve dışta sinsi ve vahşi düşmanları vardır, bu düşmanları yok etmek için her yol mubahtır." Mesela Esad gibi sinsi ve vahşi bir adam var, Heyet Tahrir el-Şam'a ben silah da veririm, istihbarat da veririm, Türk lirasını da veririm gibi ya da işte, uluslararası hukuku çiğneyerek Libya'ya her türlü silahı gönderirim, gibi.
İçte dışta düşman bitmiyor, maşallah yani hiçbir zaman da bitmedi zaten; ha, iç düşmanın başında da biz geliyoruz sürekli, biliyorsunuz yani o yeri de kimseye bırakmadık(!)
Devam ediyorum: "Korkutma, terörize etmeyle halkın demokratik bir şekilde soruları tartışmasını, siyasete katılmasını sınırlar, engeller, topluma yalan yanlış bilgiler ha bire, boca ederler." Yüzde 90 medya desteğiniz var, her gün A Haber'e bakıyorum. Siz farkında mısınız, mesela, bize oy veren insanların kaçı, kaç tane uzaktan kumandayı kırmıştır o televizyonlara fırlatarak? Resmen psikolojik savaş, yalan üstüne yalan. Yaşlı amcalar var, yemin ediyorum yetmiş yaşında, diyorum, durumunuz nasıl? Diyor ki: "Vekilim, kumandayı kırdım." Niye? Diyor: "Yalanlarına dayanamıyorum." Goebbels gibi...
"Politikaları gizli üretirler ve halkın bilmediği zemin ve süreçlerde bunu yaparlar." Ben bir partinin milletvekiliyim, beş yıldır buradayım, bir partinin Genel Başkan Yardımcılığını yaptım, vallahi billahi, Türkiye'nin bu politikaları nerede yapılıyor bilmiyorum; bilmiyorum ben, fukara halkım nereden bilsin?
Devamla: "Bu yapılanları her zaman için yüce amaçlar ve ulusal güvenlik için yaptığını söylerler." Zaten dinlediğimiz başka bir şey yok beş yıldır burada.
Son olarak "Dinî kurumların da finansal, ideolojik ve teolojik kaynaklarını ulusal güvenlik devletinin hizmetine sunarlar." Bir Diyanetimiz var, böyle, maşallah, tamam...
Bakın, bunların hiçbirisi Türkiye'yle ilgili değil, ben uluslararası literatürden aldım. Artık halkımız, siz, Türkiye'nin bu ulusal güvenlik devletine ne kadar uyduğuna karar versin.
Yalnız, siz belki çok fazla böyle yaratıcı olduğunuzu düşünüyorsunuz ya, yerli, millî... Zannediyorsunuz ki bunu bir tek siz yapıyorsunuz. Ben size örnek vereyim: Brezilya'da Bolsonaro var mesela, aynen sizin yaptığınızı yapıyor. "Ulusal güvenlik devleti" diyorum ya, Amerika'da Trump yapıyor şimdi bunu, İngiltere'de Boris Johnson yapıyor.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Ankara) - Rusya'da Putin yapıyor.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Macaristan'da Orban yapıyor, Hindistan'da Modi yapıyor, Polonya'da Duda, o yapıyor. Duda'nın partisinin adı da "PIS" biliyor musunuz, gerçekten de çok pis bir parti, ismi de PIS. Ama ilginç, Hukuk ve Adalet Partisi yani kısaltması "PIS" -yanlış yazmayın arkadaşlar, elçilikle sorun yaşamayalım- diye bir parti, inanın bana, Türkiye'deki söylemlerin yüzde 99'unu kullanıyor ya, aklınız hayaliniz durur. Onun için ben size biraz karşılaştırmalı bakmanızı öneririm, o kadar özgün, orijinal, yaratıcı bir tarafınız yok. Dünyada yükselen milliyetçi sağın maalesef kötü bir kopyasını üretiyorsunuz, biraz buranın kültürel ortamıyla uyumlu.
BAŞKAN - "Yanlış yazmayın." diye Sayın Oluç'a mı söylediniz? Öyle anladı sanki.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Yok yok, onlar anlamıyorlar, onlar biliyorlar.
BAŞKAN - Sayın Oluç, Almanca konuşuyor, o yüzden.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Şimdi, kıymetli arkadaşlar, bakın, 1071 yılından bu yana hikâye bu: Türklerin bu ülkeye bir türlü yerleşememe sorunu var ha, bir türlü yerleşemediniz; ya, bin yıl oldu. Artık burası yani burada yaşayan insanların yeri, her yıl tekrar tekrar fethetmeye gerçekten gerek yok, inanın yani. Mesela, bir türlü insanlar İstanbul'un artık Türkiye'nin parçası olduğuna hâlâ inanamıyorlar. Ya, İstanbul Türkiye'nin bir parçası, kimse bunun aksini iddia etmiyor zaten.
Şimdi, bu fetih mantığı üzerine gittim arkadaşlar biraz. Burada yapmaya çalıştığım, Türkiye'nin hem içeride hem dışarıdaki politikasının biraz arka planına, biraz ideolojik terimlerine bakmaya çalıştım. Şu memlekete bir yerleşseniz biz de bir rahat edeceğiz. Yani bin yıldır, hatta iki bin, üç bin yıldır dedelerimiz hep burada yaşamış ama kendi ülkemizde bile neredeyse misafir statüsü göreceğiz, o kadar yani çünkü herkes yerleşmeye çalışıyor.
ERKAN AKÇAY (Manisa) - Sen ne demek istiyorsun?
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Türkiye, burada yaşayan, şu sınırlar içerisinde yaşayan herkesin ülkesi, bizim de ülkemiz; misafiri değiliz, çok daha eskiyiz. "Siz önce, biz önce..." Böyle bir yer değil Anadolu. O kadar çok fazla insan gelmiş ki buraya; İskender'i gelmiş, Moğolları gelmiş, Türkleri gelmiş, Kürtler burada, Ermeniler gelmiş, diğerleri gelmiş.
ERKAN AKÇAY (Manisa) - Bak, bak, bak sen! Dilinin altındakini çıkar bakalım sen.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Yok, ben ne söylersem çok düz söylerim. Beni tanımış olmanız lazım. Beş yıldır buradayım, sözümü çok ölçer biçer, çok "dümdük" söylerim; böyle yüzüne yüzüne. Ben hiç öyle sağa sola getirmem.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın sözlerinizi.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Burası Osmanlı bakiyesi bir ülkedir yani değişik kültürlerin, halkların, kimliklerin, dillerin olduğu bir ülkedir. Benim görebildiğim kadarıyla Türkiye'de -ilginç bir şeydir- ittihatçılık Osmanlıcılığa karşı çıkar -biliyorsunuz, tarihsel olarak- ikisini yapıştırmak çok anakronik olur çünkü Osmanlıcılık -az önce söylediğim gibi- daha geniş bir siyasal ve kültürel ufka sahipken ittihatçılar, dar anlamda, hani milliyetçilik dayatmışlardır. 2016 yılından bu yana Türkiye'de Neoosmanlıcılık ile ittihatçılık böyle yan yana gelmiş, iç içe geçmiş, tuhaf bir melez ideolojik durum ortaya çıkmıştır. Dört yıldır bu ülkeye yaptığınız, içerideki, dışarıdaki fetihlerin sonucu ortadadır. Lütfen, şu fetih hülyasından bir uyanın. Fethedilecek bir yer yok Türkiye'nin içerisinde, buna inanın. Bu konuda size garanti veririz. Orta Doğu'daki halklarla da Türkiye, ilişkilerini yapıcı, barışçıl bir şekilde yeniden dizayn edebilir. Suriye ve Libya'daki bu savaşların faturası Trump gittikten sonra o kadar büyük olacak ki, bakalım kim altta kalacak, kim üstte kalacak.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Bitiriyorum Başkan.
Amerika ve Avrupa o alandan çekilirken bu bölgenin jandarmalığının taşeronluğunu Türkiye'ye bırakarak bu İslam coğrafyası içerisindeki çelişkileri daraltmaya çalışıyor. Dertleri ne Türkiye'dir ne Kürtlerdir; Rusların bölgesel hâkimiyetini sınırlandırmaya çalışıyorlar. Suriye'de ve Libya'da mesele çok çok daha büyüktür; basit, fetih ideolojileriyle açıklanabilecek, karşı durulabilecek bir durum değildir.
Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)