GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Cumhurbaşkanlığının, Türkiye'nin Milli Güvenliğine Yönelik Ayrılıkçı Hareketler, Terör Tehdidi ve Her Türlü Güvenlik Riskine Karşı Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Gerekli Her Türlü Tedbiri Almak, Irak ve Suriye'deki Tüm Terör Örgütlerinden Ülkemize Bundan Sonra da Yönelebilecek Saldırıları Bertaraf Etmek ve Kitlesel Göç Gibi Diğer Muhtemel Risklere Karşı Milli Güvenliğimizin İdame Ettirilmesini Sağlamak, Türkiye'nin Güney Kara Sınırlarına Mücavir Bölgelerde Yaşanan ve Hiçbir Meşruiyeti Olmayan Tek Taraflı Bölücü Girişimler ve Bunlarla İlgili Olabilecek Gelişmeler İstikametinde Türkiye'nin Menfaatlerini Etkili Bir Şekilde Korumak ve Kollamak, Gelişmelerin Seyrine Göre İleride Telafisi Güç Bir Durumla Karşılaşmamak İçin Süratli ve Dinamik Bir Politika İzlenmesine Yardımcı Olmak Üzere Hudut, Şümul, Miktar ve Zamanı Cumhurbaşkanınca Takdir ve Tayin Olunacak Şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Gerektiği Takdirde Sınır Ötesi Harekat ve Müdahalede Bulunmak Üzere Yabancı Ülkelere Gönderilmesi
Yasama Yılı:4
Birleşim:3
Tarih:07.10.2020

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekilleri; ben de ilgili tezkere üzerinde konuşmak kaydıyla Milliyetçi Hareket Partisi Grubum adına söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlarken aynı zamanda bu dönemin Dördüncü Yasama Yılının hayırlı işlere vesile olmasını canıgönülden diliyorum.

Sayın milletvekilleri, ayırdıkları bütçeleri ışığında köklü ve güçlü devlet olma geleneğine sahip uluslara baktığımızda genellikle güvenlik ve savunma politikalarını ve uygulamalarını öncelediklerini açık bir şekilde görürüz çünkü savunma ve güvenlik, bireysel boyutta insanın yaratılışıyla ortaya çıkan, önceleri içgüdüsel ve psikolojik bir refleks olarak tanımlansa da zamanla ekonomik ve sosyal bir temele ihtiyaç olduğu da bilim insanlarınca ifade edilmiştir. Zaman zaman bireysel veya ulusal savunma ve güvenliğe de doğrudan veya dolaylı tehdit oluşturabilecek, millî sınırlar içerisinde veya dışında belirli bir coğrafya veya kitleyi hedefleyen taciz ve tehditlere karşı bölgesel savunma ve güvenlik algısından da söz etmek mümkündür. Bireysel, bölgesel ve ulusal boyutta sınıflandırılan savunma ve güvenliğin en kapsayıcısı ülkesel ve ulusal olanıdır çünkü bir milletin her türlü varlığının içeride ve dışarıda teminat altına alınmasını sağlamak demek, her türlü tehdit, taciz, tecavüz, risk ve saldırı mahiyetindeki tutum ve davranışlara yönelik caydırıcı plan, proje, önlem ve eylemin yetkili kurumlarca sistematik biçimde oluşturulması demektir. Diğer bir ifadeyle, böylesine genel bir misyon çerçevesinde, ülkenin içinde bulunduğu her türlü stratejik koşullar dikkate alınarak siyaset üstü ulusal savunma ve güvenlik hedefleri bulunmalıdır.

Böylesine birbirine bağlı üç boyutlu bir savunma ve güvenlik algısını etkileyebilecek en önemli unsur, yaşanan coğrafyanın konumu ve her türlü özelliğidir. İşte, oldukça zor bir coğrafyayı kendine ebedî yurt ve kader edinmiş olan Türk milletinin ve onun köklü devlet yapısının savunma ve güvenlik konusunu yani millî bekasını kendine en önemli mesele edinme zorunluluğu vardır. Bu stratejik gerçek, hukuki, siyasi ve bürokratik kurumlarla içselleştirilip etkin ve hızlı bir eş güdüm içerisinde ortak bir tutum ve davranışa dönüştürülmelidir. Bunun en güzel örneğinin, millî bekanın etkisiz kılınmaya çalışıldığı 15 Temmuz 2016 tarihinde başarıyla sergilendiğine tanıklık ettik. Geçen hafta da yine benzer bir tavrın, beklenen bir istisna dışında, Ermenistan'ın Azerbaycan'a menfur saldırısına karşı gösterildiğini biliyoruz.

Sayın milletvekilleri, işte bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak gündemimize aldığımız tezkerenin de üç boyutlu yani hem bireysel hem bölgesel hem de ulusal savunma ve güvenlik ihtiyacından doğmuş bir zaruret olduğuna açıkça kanaat getirmişiz. Çünkü uluslararası ilişkilerin ve hareketliliğin ivme kazandığı bu yüzyılda "Bekle, gör." veya "Bana değmediği sürece bin yaşasın." politikalarının artık ne sahada ne de masada geçerli bir yaklaşım olmadığı açık ve nettir. Diğer bir ifadeyle, taciz, tecavüz ve saldırıların vuku bulmasını beklemeden potansiyel tehdit, tahrik ve riskin oluştuğu her yerde proaktif davranılıp etkisizleştirilmesinin 21'inci yüzyıl savunma ve güvenlik stratejisinin özünü oluşturduğunun farkında ve Allah'a şükür, millet olarak bilincindeyiz. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti devleti de buna mukabil bir tutum sergileyip proaktif davranarak yaklaşık kırk yıldır milletimizin yurt içinde ve yurt dışında canına musallat olmuş PKK ve türevleri başta olmak üzere, her türlü terör örgütleriyle, köklerinin kazınması suretiyle, kahramanca mücadele etmektedir.

İnisiyatif alıp proaktif davrandığımız diğer önemli bir mesele de Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar üçgeninde hem karada hem de mavi vatanda kuşatmaya alınıp etkisiz kılınmaya yönelik oldubittilere karşı gösterdiğimiz millî refleksimizdir. Bu bağlamda, azim ve kararlılığımızın yegâne ilham kaynağı, Milliyetçi Hareket Partisi olarak içselleştirdiğimiz "Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben." düsturunun iksiri olan yurdumuzu ve milletimizi özümüzden çok sevmemizdir. Taşıdığımız ruh ise Kafkasların kahramanlık güneşi Şamil'in, Kafkas İslam Ordularının kahramanı Komutan Nuri Paşa'nın, Mescid-i Aksa'da işgale uğramasına rağmen yüksek bir manevi sorumlulukla muhafız nöbetini tutan Iğdırlı Hasan Onbaşı'nın, Ankara'ya uzanan Yunan işgalinde teklif edilen Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kayseri'ye taşınmasına yüksek sesle itiraz eden ve "Biz buraya korkmaya, saklanmaya değil, savaşmaya geldik." diyen Tuncelili Diyap Ağa'nın ve nihayetinde "Ya istiklal ya ölüm." diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün ruhudur. Velhasıl, bu ruh "Anamızın duasıyla geldik, hocamızın salasıyla gideriz." diyen kısık sesli alperenlerin ruhudur. İşte bu ruhla, terörle kıyasıya mücadelenin başlatıldığı 24 Temmuz 2015'ten bugüne kadar büyük bir kararlılıkla sürdürülen Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarıyla PKK türevi PYD-YPG ya da SDG'nin can suyu kesilmiş ve bölgeye barış ve huzur gelmiştir. Öte yandan, Irak'ın kuzeyindeki terör yuvalarına yönelik operasyonlar da aralıksız devam etmiş ve üstün başarılar elde edilmiştir. Yani bu bağlamda, öküz altında buzağı aramak beyhude bir çabadan öteye de gitmeyecektir. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Yine, yurt içinde ve bölge bölge benzer operasyonlar peş peşe gerçekleştirilmiş, her türlü barınak, sığınak, silah, mühimmat, lojistik destekleri yok edilmiştir. Dahası, PKK ve uzantılarının kirli yüzleri ve hain siyasi bağlantıları deşifre edilerek örgütte ciddi çözülmelere yol açılmış ve bölge insanı tutsak edilen evlatlarına kavuşturulmaya başlanmıştır.

Sayın milletvekilleri, içeride ve dışarıda terörle kararlı mücadelede katedilen mesafe ve yarattığı güven ve motivasyonla, bölgemizde ön alıcı ve stratejik hamlelerle oyun kurup oyun bozan bir kimlikle Doğu Akdeniz ve Karadeniz'de hidrokarbon arayışları, Ege'de ve Kıbrıs özelinde oldubittilere karşı hamleler, Libya'yla gerçekleştirilen ikili anlaşmalar ve kontrolsüz göç hareketlerine yönelik sergilenen örnek tutum ve uygulamalar, başta Fransa, Yunanistan olmak üzere birçoklarını rahatsız etmiştir. Rahatsızlıkları bununla da kalmamış, artık ülkemizde "muhalif sesler" adı altında, Türkiye adına demokrasi, hukuk ve insan hakları havarileri ilan ettikleri PKK/PYD, FETÖ, DHKP-C ve benzeri terör örgütlerini palazlandırarak içlerine yuvalandırdıkları STK'ler, vakıflar, dernekler, sendikalar aracılığıyla Türkiye aleyhtarı propagandalara da teşvik etmişlerdir.

Şimdi, terörle mücadelede içeride ve dışarıda bölgesinde zapturapta karşı asil ve dik duruşa kadar tüm bu gelişmelere Türkiye muhalifi ülkelerin karşı tavrı ve açıklamaları bir noktaya kadar anlaşılabilir ama benzer, acımasız ve mesnetsiz eleştirilerin ülke içinde, özellikle siyaset üstü ilişkilerimiz veya güvenlik ve savunma hamlelerimize yönelik yapılması gerçekten izaha muhtaçtır. Dün, Zeytin Dalı'na, Fırat Kalkanı'na, Barış Pınarı'na, İdilip'de ve sonrasında Libya'yla yapılan anlaşmalara ve Doğu Akdeniz'de hidrokarbon arayışlarına, mavi vatan savunmasına karşı tavırlarından dolayı bugün mahcubiyetlerini gizlemek veya itiraf edip özür dilemek bir tarafa, aynı tutumlarını, Ermenistan'ın Karabağ saldırılarında da yasak savma kabilinden göstermektedirler. Çünkü aynı kitlelerin söylediklerinin tıpkısının aynısını Ermenistan Başbakanı ve Fransız Cumhurbaşkanı da söylemektedir hatta Fransa'da hükûmet muhalifi faşist Marine Le Pen de söylemektedir.

Şimdi, saygı değer milletvekilleri, bakınız, biz, uluslararası ilişkileri, Türk siyasetinin uluslararası bağlamda temsilini, teşbihte hata olmaz, ben bir millî maça benzetiyorum. Bir millî maçta, taraflar bellidir, taraftarların oturacağı yerler belledir, söylenecekler bellidir.

Şimdi, düşünebiliyor musunuz? Tevafuk işte, bugün Almanya'yla özel bir maçımız var. Yani tribünde yerimizi alacağız. Sanal bir kurgu yapalım: Efendim, Türkiye'nin attığı her golde üzüleceğiz, Türkiye'nin uğradığı her türlü faul girişimlerinde ayağa kalkıp alkışlayacağız ya da Almanya'nın attığı bir golde "Bravo ya! Ne güzel bir pozisyon, ne güzel bir goldü." diyeceğiz. Şimdi, aynen buna benziyor. Aynen millî maçtaki gibi, uluslararası bağlamda herhangi bir ülkenin ali menfaati söz konusu olduğunda, gerçekten beklenen tavır budur. Yani antrenörü beğenmeyebilirsiniz. Yine, maç üzerinden gideyim. Oyuncuların seçimini beğenmeyebilirsiniz. Neyi kast ettiğimi zatıalileriniz çok iyi anlıyorlar değil mi? Ama amacınız üzüm yemek olsun. Nedir bu bağcıyla hesabınız? Nedir bu antrenörle hesabınız? "Takım seçmeleri yanlış." Tamam, antrenör siz olduğunuzda, takımınızı seçer daha iyisini yaparsınız ama Allah aşkına, maç esnasında niye demoralize edici, niye onur kırıcı, hafifletici, başkalarına koz verecek birtakım girişimlerde bulunuyoruz? İşte, bunun diplomatik ifadesi, yapabildiğimce, gerçekten kibarca izah etmeye çalıştığım izahı budur.

Şimdi, saygıdeğer milletvekilleri, bunu biraz özele indireyim, Türk siyasi tarihinde, yakın geçmişimizde yaşadığımız birkaç olaya atfen daha da somutlaştıralım. "Efendim, Kıbrıs sorunumuz var; yalnızız." Bir yalnızlık politikası sürüp gidiyor. Yalnızlık haksızlık değildir, çokluk da haklılık değildir. Bir davaya inanmışsanız yalnız da yürürsünüz sonuna kadar, yeter ki -Allah korusun- ihanete, o davayı satmaya düçar kalmayasınız. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar) Onun için Türk milleti tarih boyunca her zaman yalnız yürümüş, Allah'a şükür, bu coğrafyada da kimseden talimat almamış.

ERKAN AKÇAY (Manisa) - "Aferin"cilere kapak olsun bu söz!(MHP sıralarından alkışlar)

KAMİL AYDIN (Devamla) - Şimdi, bakınız, Kıbrıs özeli: Türkiye, İngiltere, Yunanistan, 1959, üçlü bir toplantı yapıyoruz ve Kıbrıs'ta iki halk var, bunu bir formüle dönüştürmeye, bir anayasaya dönüştürmeye... Nihayetinde, 60'ta anayasaya dönüşüyor, tescil ediliyor. Daha sonra, garantörlüğü olan Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, bunun ikamesi için elinden geleni yapmaya çalışırken birileri boş durmuyor, Enosis ruhu rahat durmuyor. Yunanistan'da 74'e kadar gerçekten, böyle kademe kademe bir soykırım uygulanıyor ve nihayetinde 74'e geliyoruz. Artık bıçak kemiğe dayanmış, o dönemin koalisyon hükûmeti bir karar alıyor. Bu da bir teşbih, bu da güzel bir anekdot olarak aklımızda kalsın. Artık, Ayşe tatile çıkma vizesini alıyor, "Çıkabilir." deniliyor. Allah aşkına -o günkü siyasilere baktım- bugün duyduklarım gerçekten beni hayrete düşürüyor. Bu Parlamento neden bunları yapıyor? Türkiye Cumhuriyeti devletinde bu kürsülerden, gerçekten monşerliği kendisine yakıştıramayıp güya devletin ali menfaatleri için ömrünü verdiğini iddia edenler, neden bu ciddi meseleler üzerinde böyle hafife alıcı, efendim, onur kırıcı, "Basından -şuradan, buradan- duyduklarımız kadarıyla, söyledikleri kadarıyla." gibi gayriciddi kaynakları dikkate alıyorlar? Rahmetli Sayın Ecevit "Ayşe tatile çıksın..." O günkü muhalefet "Hayır, çıkmasın. Ayşe'nin ne işi var tatilde? Benim topum yok, tüfeğim yok, uçağım yok, gemim yok, ne yapıyorsunuz, orası bataklık..." Bugün öyle söylediler. Afrin bataklıktı değil mi, Libya Fizan'dı? "Ne işimiz var Fizan'da? Mehmetçik'imiz zayi olacak, bataklığa çekilecek, yok olacak..." Ee, sen ne yapacaksın, elini mi ovuşturacaksın? Olmadı Allah'ın izniyle; ne Afrin'de zayi oldular ne Zeytin Dalı'nda ne Fırat Kalkanı'nda ne de Barış Pınarı'nda. Libya'yla yaptığımız anlaşmayı bile, galebe çalarak "Efendim, bu onay mıdır, tescil midir, şu mudur, bu mudur..." Yani tarafımızı bir kere baştan belli edeceğiz maça çıkarken. Hangi tribünde oturacağımızı bileceğiz maç başlamadan önce.

Şimdi, biz o gün "Karaoğlan" dedik ve arkasında dimdik durduk. İnanın, askerlik şubelerinde kuyruklar oluştu. Bugün içimiz kanıyor, aynı şey Karabağ olayında da geçerli. Yani Allah aşkına, şimdi "Hariciyecilik yaptık..." Eyvallah, saygı duyarız. Ben, şimdi, bir şey söyleyeyim. Lise yıllarımdı, 80 öncesi, birçoğunuz belki izlemişsinizdir, bizim cenah izledi de. "Güneş Ne Zaman Doğacak?" diye bir film izledim, hıçkırıklarla çıktım sinema salonundan. Benim, Azerbaycan davasını ilk o filmde görmem, tanımam söz konusuydu: Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan başrollerini oynamış. Bir Iğdırlı kardeşim de burada. Biliyorsunuz, orada, Boraltan Köprüsü'nde yaşanan trajik bir olay, 146 soydaşımızı... Öyle "Azerbaycan, Azerbaycanlı" deyip geçiştirmeyelim. Bunlar, aynı anadan doğmuş kardeşlerimiz bizim; dindaşlığımız da vardır, kardeşliğimiz de vardır. İnsani açıdan da bizim bu davayı sahiplenme zorunluluğumuz vardır.

Şimdi, o köprüde neler oldu biliyor musunuz? Stalin'in o zulmedici baskısından kaçıp kendilerine sığınacak bir yuva arayan 146 masum insan, Iğdır'da bizim bir karakolumuza sığındılar ama Stalin talepte bulundu... Hani, bugün böyle, bu kürsülerden ahkâm kesiliyor ya "Dışişleri Bakanı şöyle desin. Başbakan artık yok, Cumhurbaşkanı, tek adam şöyle yapsın, niye böyle yapmıyor?" diye. Öyle kolay değil. Bekâra boşamak kolay. O gün emir telakki edilip anında imzalanıp iadeleri sağlandı ve ağlayarak hıçkırıklarla "İade etmeyin bizi, öldürün. Hiç değilse bu bayrak altında, kardeşimin kurşunuyla şerefli bir ölüm nasip olsun. Bolşeviğin kahpe kurşununa kurban gitmeyeyim." dediler ve iade ettik, iade edilir edilmez hepsi kurşuna dizildi. Şimdi, o gün bir ağıt yakıldı "Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı/Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası." Şimdi biz, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, bir Türk milliyetçisi olarak gerçekten bu yüz karası durumdan kurtulma fırsatı bulduk çünkü Karabağ işgal altında.

Karabağ'dan sonra işgal devam etti peyderpey, ondan öncesinde de var. Allah aşkına, Bakü'ye birçok insanımız gitti, özellikle hariciyecilere söylüyorum: Şehitler Hiyabanı diye bir yer var, her gidişimizde çelenk koyuyoruz, çiçek koyuyoruz; aynen bizim Anıtkabir'imiz gibi, dış temsilcilikler geldiği zaman çelengini koyar, saygı duruşunda bulunur. Biz de Bakü'ye gittiğimizde -bütün arkadaşlar için söylüyoruz- aynı şeyi yapmadık mı? Peki, niye yaptık? Oraya Şehitler Hiyabanı, Şehitler Yolu niye dediler? Çünkü tarih acı, tarih keder, tarih zulüm dolu. Ama benim de atam yatıyor orada ya, sizin de atalarınız yatıyor. Yani Kafkas İslam Ordularında sizin dedeleriniz yok muydu? İnanın, Diyarbakır'dan Çanakkale'ye kadar yazıyor tek tek sicillerini; Türkiye'nin her yerinden şehit var. İki şehitlik var; biri 1918'de Nuri Paşa komutasındaki mücadele sonucu şehitlerimiz, diğeri ise işte Azerbaycan'ın Karabağ'ından tutun, her yerinde verdiği şehitler. Şimdi, bu süreç devam ediyor. Yani bizim bunlara karşı bir manevi sorumluluğumuz yok mu? Karabağ işgal altında net bir şekilde. En yetkili ağızdan söylenildiği şekliyle, biz de Milliyetçi Hareket Partisi olarak "ama"sız, "fakat"sız, "şu"suz "bu"suz, canımızla, kanımızla, her türlü varlığımızla oradaki kardeşlerimizin arkasındayız; davaları davamızdır, söylemleri söylemlerimiz, eylemleri de eylemlerimizdir diyoruz.

Şimdi, saygıdeğer milletvekilleri, tabii ki derdimiz büyük "Yunanistan'la iyi geçinelim." Tamam, iyi geçinelim ama nasıl iyi geçinelim? Ayasofya için ahkâm kesen Yunanistan'a diyorum ki: Benim İstanbul'umda gayrimüslimler için 430 küsur tane ibadethane varken -olması da gerekir, ibadet özgürlüğü hiçbir şekilde kısıtlanamaz; biz kalktık, ecdadımızdan da bu geleneği gördük ve yaşatacağız inşallah- koskocaman Atina'da bir tane cami yok yahu. Şimdi, bunu söylemek yerine "Ayasofya'yı niye açtık?" "Zamanlama iyi olmadı." şu oldu, bu oldu... Ya, şimdi bir şiir okuyacağım, Nazım Hikmet burada o kadar güzel söylüyor ki Ayasofya'yla, İstanbul'un fethiyle ilgili, ne olur bir bakın ya. "Sekiz Yüz Elli Yedi" diye bir şiiri var, vaktim daralıyor, okumayacağım, var bende ama bir bakın ya. Nazım kadar olalım ya! Bizim şairimiz ya, olalım! Ha, olamıyorsak o zaman, şapkayı çıkarıp önümüze koyacağız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Şiiri tamamlayın.

Buyurun.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Şiiri okuyayım:

"İslam'ın beklediği en şerefli gündür bu.

Rum Konstantiniyesi oldu Türk İstanbul'u.

Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi,

Hak yerine getirdi en büyük niyazını,

Kıldı Ayasofya'da ikindi namazını.

İşte, o günden beri Türk'ün malı İstanbul,

Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul." diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)