| Konu: | 2013 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2011 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 46 |
| Tarih: | 20.12.2012 |
BDP GRUBU ADINA PERVİN BULDAN (Iğdır) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, 2013 Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı hakkında Barış ve Demokrasi Partisinin görüşlerini sunmak üzere grubum adına söz almış bulunmaktayım. Konuşmama başlamadan önce, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı, Hükûmetin yüzünü döndüğü politik rotanın bir izahatı olarak karşımızda durmaktadır. Bu tasarı, AKP Hükûmetinin ülke geleceği için planladıklarının en açık göstergesidir. Temsil konusunda yaşanan adaletsizlikler, şeffaflığa düşürülen gölge ve antidemokratik işleyiş ile meşruluğu tartışma konusu olan bu Parlamento, AKP sayesinde demokrasilerde yeri olamayan ilklere de tanık olmaktadır.
Her sene ısrarla üzerinde durduğumuz bütçe şeffaflığı sorunu, AKP döneminde gittikçe katmerleşmiştir. Darbelerin ürünü olan yasalar ile yönetilen bir ülkenin bütçesinin şeffaf olamayacağı aşikâr bir konudur ancak AKP Hükûmeti, bütçeyi daha fazla hesap verilmez bir duruma getirmiş, Türkiye Cumhuriyeti parlamenterlerinin tamamen denetimi dışına çıkarmıştır. Türkiye tarihinde ilk defa, Sayıştay raporları olmaksızın bütçe kanunu tasarısının görüşmeleri yapılmaktadır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki Sayıştay raporları varken de durum pek farklı sayılmazdı; zira, savunma ve güvenlik amaçlı harcamaların özel bir uygulamaya tabi tutulması, aslan payı askerî harcamalara ayrılmış bir bütçeyi denetlenebilir kılmıyordu zaten. Halkın vergileriyle finanse edilen bu giderlerin bütçe kanununa ve mevzuatına uygunluğu, zaten hiçbir zaman için denetlenebilmiş de değildir. Bu noktada, devlet sırlarının deşifre edilmesi endişesi, temel dayanak olarak öne sürülmektedir. Ancak, Türkiye'de hangi bilgilerin devlet sırrı olabileceği ve hangi bilgilerin devlet sırları sayılamayacağı konusunda bir netlik sağlanmadığı için her türlü kirli iş ve her türlü sahtekârlık, devlet sırrı gerekçesiyle saklanabilmekte ve denetimi yapılamamaktadır. Şimdi bu denetim aleni bir şekilde tamamen engellendi çünkü bu bütçenin karakteri militaristtir ve demokratik referanslardan tamamen bağımsızdır. Belli ki Hükûmet, kirli hesaplar peşinde ve bu hesaplarını saklı tutma gereği duymaktadır.
Sayıştay raporlarının önümüze gelmesinin bile engellendiği bir aşamaya gelmiş bulunmamızın hayırlara vesile olmayacağından şüphe dahi etmemekteyiz. Bu uygulamanın, AKP Hükûmeti tarafından daha da ileri boyutlara taşınacağına olan inancımız ise tamdır. Bu açıdan, önümüzdeki dönemlerde bütçe tasarısının hiç görüşülmeden kabul edilmesini de görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır; ne de olsa Hükûmet, bütçeyi, kendine özel bakkal defteri gibi kullanmaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; diğer taraftan bütçe planlaması adaletsiz, eşitsiz ve daha da önemlisi vicdansız bir şekilde yapılmıştır. Yoksuldan, çalışandan alıp zengine dağıtan bir bütçe tasarısıdır, 2013 Bütçe Tasarısı. Çalışandan yüzde 80 oranında vergi toplayan Hükûmet, büyük sermaye gruplarından sadece yüzde 20 oranında vergi almaktadır. Toplumun dezavantajlı kesimleri her yasama yılında olduğu gibi bu 2013 Bütçe Tasarısı'nda da görmezden gelinmiştir.
Sosyal ve laik devlet anlayışı bu bütçe tasarısında tamamen terk edilmiştir. Askerî önlemlere ayrılan devasa kaynak ve Diyanet İşleri Başkanlığına bakanlıklara dahi tanınmayan düzeyde kaynak artışının yapılması, menzilin demokratik hedeflerden tamamen saptırıldığının göstergesidir. Sosyal bir hukuk devletinde, devletin tamamen ücretsiz vermesi gereken sağlık ve eğitim gibi hizmetler satın alınan hizmetler hâline getirilirken devletin hizmet sorumluluğunda bulunmayan din hizmetlerini, devletin yegâne görevi hâline getirmektesiniz. Bir daire başkanlığı nasıl olur da bir bakanlığın 4 katı bütçeye sahip olabilir? Hak, hukuk, vicdan bunun neresinde? Sağlık Bakanlığına ayrılan kaynağın 2 katı, Çevre Bakanlığına ayrılan kaynağın 3 katı, Kültür Bakanlına ve bilimsel çalışmalara ayrılan kaynağın tam 4 katı kaynak, Diyanet İşleri Başkanlığına ayrılmıştır. Bu durum "dine hizmet olsun" diye temiz amaçlarla alınmış bir önlem asla değildir. Hükûmet, başından beri olduğu gibi din alanındaki istismarını sürdürmekte ve bu istismarı daha şiddetli bir şekilde kullanacağının sinyallerini vermektedir. "Silahla, zorbalıkla teslim alamadığımı din aracılığı ile teslim alırım." hesabı yapılmaktadır. Yoksa, binlerce yıldır Müslüman olan insanların, on yıllık Hükûmetiniz döneminde dinlerini sizden öğrenecekleri yok elbette. İnsanlara namaz kıldırmak için neredeyse hane başına 1 imam atamanıza hiç gerek bulunmamaktadır. İnsanların açlık ile yaşamak zorunda kaldıkları, yoksullukla savaştıkları, işsizlik bunalımının altında tükendikleri bir ekonomik ortamda bu kadar büyük bir kaynağı Diyanet İşleri Başkanlığına ayırmanız, dini siyasetiniz uğrunda kullanarak bütün kirli icraatlarınıza rağmen kendinizi daha uzun süre iktidarda tutma çabasından başka hiçbir şey değildir.
İnsanların kutsal duygularını kullanan bu popülist dindar siyasetiyle kendini ayakta tutmaya çalışan Hükûmetin meşruluğu tartışılır bir durumdur. Havaya savurduğunuz bu paralar, olur olmaz her yere yapmayı planladığınız camiler sizi ne daha dindar gösterir ne de sizlere itibarlı mümin görüntüsü verir.
Zira, sizin bu halka karşı işlemediğiniz günah neredeyse kalmadı. Lakin, ülke içindeki askerî harcamaları aşan düzeyde savunmaya ayrılan pay, komşularımızı da bu günahlardan paydar edeceğinizi göstermektedir. Belli ki bölgesel düzeyde bir savaşın hazırlığı yapılmaktadır. Bu da hem kendi halkımız için hem Orta Doğu halkları için ve hem de bütün dünya halkları için büyük bir felaket demektir. Suriye'de alet olduğunuz kirli işlerden sonra başka savaşlarda rol üstlenirseniz -ki şu anda durum bunu gösteriyor- altına gireceğiniz vebal çok ağır olacaktır. Kendi ülkesinde on yıllardır süren amansız savaşı dindirememiş, halkına büyük kayıplar yaşatan bir devletin komşusuna da dünyaya da felaketten başka verebileceği bir şey olamaz.
Sayın Dışişleri Bakanı "Biz tarihin takipçisi değil, akışını belirleyenler olacağız." diyor. Emperyalist devletlerden icazet alan, ülkesinin her karış toprağını onlara peşkeş çeken, onların her türlü tezgâhında rol alan, ülkesini bu güçlerin üssü hâline getiren bir devlet, bırakın tarihin akışına yön vermeyi, tarihin çöpe gönderdiği zavallı piyon devlet olarak anılmaktan başka bir itibar göremeyecektir.
Bundan bir buçuk asır önce Marx şöyle demişti: "Zamanımızın iki yüzlü politikasının hiçbir dogması, barış istersen savaşa hazır ol dogması kadar büyük zararlara yol açmamıştır. Büyük bir yalanı içeren bu büyük gerçek bütün Avrupa'yı silahlanmaya çağıran bir savaş ilanıdır." Büyük harp hazırlıkları içerisinde yerini alan Sayın Başbakan "Harp olmadan sulh olmaz." diyerek aynı şiarla zamanın Avrupa'sına götürülen felaketi Orta Doğu'ya yaşatmak gayesindedir. Umarız ki tarihe böyle kanlı bir akış yönü tayin etme hevesinden dönmeyi geç olmadan becerebilir bu Hükûmet.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; geçen yıl bütçe görüşmelerinde dile getirdiğimiz haksızlıklar, hukuksuzluklar ve olması gerekenlere karşın söz alan Hükûmet sözcüsü bu kürsüden bazı taahhütlerde bulunmuştu. Sayın Arınç, Kürtlerin haklarının verileceğini, kimliklerinin tanınacağını, faili meçhullerden siyasi cinayetlere kadar hepsinin aydınlatılacağını bu kürsüden ilan etmişti. Aradan tam bir yıl geçti Sayın Arınç, bir yıl içerisinde bu taahhütlerinizden hiç olmazsa birini gerçekleştirmek adına ne yaptınız? Bir yıl hiç az bir süre değil biliyor musunuz? Bir hükûmet isterse bir yıla iyi ya da kötü o kadar çok icraat sığdırabiliyor ki... Lakin bizim payımıza düşen, Kürtlerin hakkına düşen yine katliam, yine kan, yine baskı ve zorbalık oldu. Sayın Arınç bu açıklamaları yapalı, haftasına varmadan Roboski'de 34 Kürt çocuğu Türk Hava Kuvvetleri tarafından paramparça edildi. Her zamanki gibi yargısız, sualsiz, nedensiz, öylesine işte? Öylesine bir şekilde katledildiler. Böyle diyor devlet. Bir yılda hak, hukuk adına tek bir şey yapamayan bu Hükûmet, diğer taraftan bir yıla çok şey sığdırdı. Kürt katliamı yaptı, öylesine. Binlerce Kürt'ü neden bulsun bulmasın tutukladı, öylesine. Yargısız infazlara aynen devam edildi, yüzlerce genç daha çatışmalarda can verdi, yüzlerce eve ateş düştü, 19 kişi faili meçhullerde, 35 kişi yargısız infazlarda ve onlarca kadın her yerde katledildiler, öylesine. 2012 yılı da otuz yıldır olduğu gibi her zamankinden daha fazla kan ve gözyaşı ile dolu geçti. Peki, neden? Otuz yıldır bu devlet ezberini bozmadı da o yüzden. Silahlardan başka çözüm arayıp inkârcı politikalarına bir nihayet etmedi de o yüzden. Zorbalık faaliyetlerine, hukuksuz uygulamalarına son vermedi de o yüzden. Barış için, demokrasi için bir tek adım dahi atmayıp her sözü her adımı ile barış umudunu bir kez daha tüketti de o yüzden. Her şeyi kutsal saydı da, bu ülkede insan canını, yaşam hakkını kutsal saymadı da o yüzden.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; insan Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakınca şunu düşünüyor: Bu devlet aklı, nasıl olur da bir defa olsun utanmasını bilmedi? Ermenilere, Süryanilere, Kürtlere, Rumlara, Alevilere, muhaliflere, gerçek aydınlarına; özcesi halkına karşı işlediği insanlık suçlarından bir kez olsun nasıl utanmadı? Doksan yıldır bu ülkeye utanmasını hiç bilmemiş adamlar utanılacak trajediler yaşattılar. Sayın Arınç, geçenlerde utanmış olmanın rahatsızlığından yakındı. Utanmasını bilmeli insan gerçekten lakin bir kadının kendisine bakmasından çok, bir kadının kullandığı kelimeden çok, neden olduğu ölümlerden, eziyetlerden, haksızlıklardan utanmalı insan. Hiçbir şey yapmadığınız için her gün solup giden hayatları seyretmekten utanmalı insan. Sorgusuz, sualsiz katledilmiş 34 gencin orta yerde bırakılmış hesabından utanmalı. Dört yüz haftayı geride bırakmasına rağmen, Galatasaray Lisesi önünde oturmaya devam etmekten başka, kayıp yakınlarının önüne hiçbir seçenek sunmayan devletin temsilcisi olmaktan utanmalı. Toplu mezar sahibi bir ülkeyi bunlardan habersizmiş gibi yöneten bir hükûmetin üyesi olmaktan utanmalı. Valisinin, amirinin, katilinin insafına terk ederek ölümüne sebebiyet verdiği Gülşah'tan ve onun gibi kolayca katledilen binlerce kadının yurtsuzluğundan, devletsizliğinden utanmalı. Hem de öyle bir utanmalı ki bu utancın altında ezilip kalmalı insan. Yüz kızarması hiçbir şey değildir utanmasını bilene.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; daha da vahim olan durum şudur ki: Başbakan bütün bu olup bitenler ile gurur duyduğunu açıklamaktadır. Bizim bu insan hakları tablomuz Sayın Başbakana pek çok gurur veriyormuş. Sayın Başbakan Irak'a demokrasi götüren ABD'ye pek hayran kalmış ki kendisini de Orta Doğu'ya insan haklarını getirecek örnek ülkenin başkanı sayıyor. Kendi ülkesinde bulunmasa da elbet bir ülkeden temin ederek Patriotlar eşliğinde götürür ihtiyacı olan ülkelere insanların haklarını. Keşke Sayın Başbakan da kendisine bu sözü söyleten o müthiş siyasi zekâsına ve insan hakkını bilen o muazzam akıl ve vicdana değil de bir nebze olsun utanma duygusuna sahip olabilseydi, utanmasını bilerek konuşmasını becerebilseydi. Bu ülkenin başına felaketler saran, insanlık vicdanını yitirmiş ve zulüm etmekten hiç utanmayan zalimlerin, basiretsizlerin yolunu kendisine yol bilmeseydi. Bir asırdır bu devletin medet umduğu boş cümlelere, yalan beyanlara bağlamasaydı umudunu.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir polis devletinde hukuk ne gezer, demokrasi ne gezer, hele insan haklarının işi dahi olmaz. Polisi, askeri, yargısının gücü ile kendisini padişah sanan bir başbakanın, toplum mühendisliği yaptığı bir ülkede insanların hakları ile onurlu bir yaşam sürmesi imkânsız hâle getirilmiştir. Bir ülkede alınan polisiye önlemler ne İsrail'e ne de başka hiçbir diktatörlüğe pabuç bırakmayacak türdendir.
Her cenaze töreninde, her defin işleminde mezarlıkların neredeyse bir ordu asker ya da polis tarafından kuşatıldığı kaç sömürgeci ülke, kaç diktatörlük rejimi tanımaktasınız? Kürtlerin Diyarbakır'da, bir defin işlemi için devletin polisiyle üç gün boyunca çatışma yaşamak zorunda kalması hangi hukuka, hangi dine, hangi insan hakları metnine sığar?
Ana dilini kullanma hakkını elde etmek için kaç demokratik ülkede insanlar bedenlerini ölüme yatırmak zorunda kalmaktadır. Ana dilinde fen bilgisi öğrenip, matematik işlemlerini yapmasının, ana dilinde okumasının ilelebet yasak buyurulduğu demokratik bir sistemi kim tarif edebilir bizlere?
Devlet partisinden olmadığı için onlarca belediye başkanının ve 10 binin üzerinde siyasetçinin tutuklandığı başka bir polis devleti daha var mı bu dünyada?
Tutuklu gazeteci sayısında dünyada 1'inci durumdadır Türkiye.
Hukuk ve yargının araçsallaştırıldığı adalet sistemi tamamen çökmüş durumdadır. Basın açıklamasına katılmak, bir gösteriye katılmak, slogan atan toplulukta bulunmak, limon bulundurmak, "Nevroz" şenliklerine katılmak 7 yıl ile 21 yıl arası; toplu oturma eylemi yapmak, Meclise yürümek 5 yıl ile 7 yıl; Roboski katliamını protesto etmek 16 yıl; polis tarafından vurulanı -tek bir polisin bile yargılanmadığı- havaya ateş açmada öleni anmak 9 yıl; yasal bir partinin mitinglerine birden fazla kez katılmak 14 yıl; olayların çıktığı sokakta bulunmak 10 yıl; pankart taşımak 7 yıl 3 ay; slogan atmak 7 yıl 1 ay; sessizce oturmak 3 yıl; ıslık çalmak 1 yıl; "Savaş istemiyorum." demek tam 6 yıl ceza demek Türk yargı sisteminde. Bunların hepsini bir araya getirdiğimiz zaman AKP Hükûmetinin kendi iktidarına karşı tehdit olarak algıladığı yurttaşları için istediği toplam ceza 40 milyon hapis günü. Bir de "güçler ayrılığı var" diye Başbakanın oynama sahası kendisine dar geliyormuş. Düşünün sayın üyeler, bir de geniş sahada oynasa Başbakan, bu ülkedeki çoluk çocuk, bütün Kürtler ve muhalifler demir parmaklıklar arkasından seyredeceklerdi dünyayı. Doğrusu, Adolf Hitler bugün yaşıyor olsaydı Sayın Başbakanın önünde şapka çıkarmak zorunda kalırdı.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; böylesi liderler iktidar koltuklarını edindikleri zaman padişahlık tahtına oturduklarını sanmaktadırlar. Parlamento çatısı altında "öteki" gördüğüne, rengini, dilini beğenmediğine haddini bildirme hırsına bürünmektedir. Zamanında Sayın Ecevit türbanını beğenmediği Sayın Merve Kavakçı için "Bu kadına haddini bildirmek gerekiyor." demişti. Şimdi Sayın Erdoğan da Kürtlüğünü beğenmediği BDP parlamenterleri için "Yeri geldiğinde bu Parlamentoda herkese haddini bildiririz." şeklinde tehditler savurmaktadır. Sormak isterim doğrusu: Şimdi iadeiitibar vermeyi düşündüğünüz bir kadına reva görülen linci siz hangi hadle, hangi zihniyetten aldığınız güç ile bizlere reva görmektesiniz? Siz ağzınızdan dökülen buyruğu 3 milyona yakın yurttaşın oyundan daha mı kıymetli sanmaktasınız? Bu ülkeye demokratikleşme yolunda en az 10 ters takla attıracak bir girişimi kendi faşizane duygularınızı tatmin etmek adına kullanma lüksünü kim verdi size? İçine girdiğiniz siyasi çıkmazları Kürtlere daha çok saldırarak aşabileceğinizi hangi tarihsel deneyimden esinlenerek ya da hangi diktatörden feyzalarak düşünmektesiniz? Hakkımızda verilen yüzlerce fezlekeyi söyleyecekseniz size şunu deriz: Biz o fezlekelerin hesabını veririz, ya siz? Siz bu hesabı verebilecek misiniz? Dokunulmazlıklarımızın kaldırılması için bizlere isnat edilen suçlardan gurur duyduğumuzu açık yüreklilikle söylemek isterim. (BDP sıralarından alkışlar) Gerçek yurtseverlerin "terörist", özgürlük ve hak arayışçılarının "bölücü", demokratik örgütlenme mücadelesi yürütenlerin "illegal örgüt üyesi" ilan edildiği bir rejimde bu suçlamalar ile yargılanmak bize ancak gurur verir. Ne ahlaki ne de vicdani olarak en ufak bir rahatsızlığımız olmadığı gibi halkımızın önünde boynumuzu önümüze bükecek bir suçun sanığı durumunda olmamak haklı davamız yolunda bizleri dimdik ayakta tutmaktadır. Binlerce onurlu, dürüst, güzel insanın, çocuklarımızın, aydınlarımızın, ömrünü özgürlük mücadelesine adamış çınarlarımızın cezaevlerine kapatıldığı bir ülkede açıkçası cezaevi tehdidi de bizleri hiç mi hiç korkutmamaktadır. Sizin yaşattığınız vahşet yanında cezaevi bir tehdit olma özelliğini Kürtler için çok yıllar önce kaybetmiştir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; biz, çalmadık, çırpmadık, kimsenin hakkına, vebaline girmedik. Bu dünyada da öteki dünyada da verilmeyecek hesabımız yoktur. Fezlekelerde yer aldığı üzere örgüt propagandası yapmak, toplantı ve yürüyüş yapmak, "sayın" ifadesini kullanmak gibi fiillerden dolayı kaldırılacaksa dokunulmazlıklarımız buyurun kaldırın. Bizler, bize dokunmayan yılana hiçbir zaman alkış tutmadık. Zulme karşı susanın da bir o kadar zalim olduğuna inandık. Dolayısıyla bizler, hak arama, demokratik, barışçıl siyaset yapma, bu devletin işlediği insanlık suçlarının hesabını sorma ve ille de aydınlık bir gelecek için barış mücadelesi yürütme suçlarını bilerek ve çok isteyerek işledik ve halkımız da bizleri bu suçları işlediğimiz için, devletin bin yıllık oyunlarına, usulsüzlüklerine ve baskılarına rağmen dişi ile tırnağı ile seçti ve bizlere bu Parlamentonun yolunu açtı. O nedenle biz bu suçlarımızla halkımızın önüne gururla çıkar, hesabımızı veririz. Ya siz Sayın Başbakan? Başta kendiniz ve bakanlarınız olmak üzere hakkınızdaki suçlar ile kendi seçmeninizin huzuruna çıkın, gurur duyacaklar mı sizinle? Sadece siz ve 3 bakanınız Sayın Veysel Eroğlu, İdris Naim Şahin ve Ömer Dinçer hakkındaki fezlekelere bir bakın deriz: Nitelikli zimmet, sahte belge düzenlemek, kara paranın aklanması, ihaleye fesat karıştırma, kalpazanlık, görevi kötüye kullanmak ve daha bir sürü yüz kızartıcı suç. Önden buyurun Sayın Başbakan!
Hep, "milletin rızası" diyorsunuz ya; buyurun, fezlekelerimizi alıp çıkalım halkın karşısına; bakalım sizin bu suçlarınızla gurur duyacak, bu suçlarınıza rıza gösterecek kaç seçmen bulabileceksiniz.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye, doksan yıldır padişahlık sisteminden cumhuriyet sistemine geçti ama doksan yıldır hâlâ demokrasi sistemine geçemedi. Neredeyse bir asırdır kıyasıya bedeller ödeyerek demokrasi mücadelesi veriyor bu ülke. Yazık değil mi? Özellikle son dönemlerde ağır bir şekilde hissediyoruz ki, Başbakan, padişahlık sistemine geri dönmek istemektedir; herkesin kendisine biat ettiği tek adam olmayı arzulamaktadır. Doksan yıl sonra en başa dönme çabası, Hükûmetin yürüttüğü siyasetin demokrasi mücadelesinden ne kadar uzaklaştığını ve ne kadar geri bir düzeyde durduğunu göstermektedir. Söylemler ve icralar, hepsi bu zihniyetin birer iz düşümüdür.
"Diyarbakır cezaevi dağa çıkışların nedenidir." diyor Sayın Arınç. Yıl 2012, gençlerimiz hala dağa çıkıyor ve otuz yıllık savaşa rağmen dağ kadrosu hiç eksilmedi. Sizin döneminizde de bu çıkışları devam ettiren nedenler hâlâ geçerli. O nedenle "Bizi bölecekler, bölücülerden hesap soracağız." gibi doksan yıllık palavraları telkin ederek, bu halka, bu ülkeye daha fazla zaman kaybettirmeyin. Karanlık cinayetlerde ihmali olanlara tahsis ettiğiniz makam, katliam sorumlularına taktığınız madalya, Hükûmetin çözüm gücü beklentisini tüketmiştir. Devam eden silahlı ve siyasi operasyonlar, ölüme varan zorbalıklar kardeşlik olgusunu bile sorgulanır düzeye taşımış, barış ümidini dinamitlemiştir. Açlık grevlerine karşın taahhüt ettikleriniz konusunda hâlâ adım atmış değilsiniz. Kültürel ve siyasi hiçbir talebimiz Hükûmet kanadından karşılık bulmamıştır. Kendi ana dilimizi dalga geçer gibi seçmeli olarak önümüze koyduğunuz için, sokaklarda ensemize silah dayayıp bizleri kurşunlamadığınız için, eskisi kadar çok Kürt'ü kayıplarda yok etmediğiniz için size minnettar olmamızı beklemeyin lütfen.
Bu devletin işlediği suçlar, hangi dönemde işlenirse işlensin, aydınlatılmak zorundadır ve bu sorumluluk sizin Hükûmetinize aittir. Çünkü bizler bunu biliyor ve görüyoruz; bir hükümet aydınlatamadığı her cinayeti, her insanlık suçunu kendisi de işliyor.
Doksan yıllık cumhuriyet tarihindeki sayısız Kürt katliamına en sonuncusunu AKP Hükûmeti ekledi. Roboski, Kürt tarihindeki hiçbir katliamdan daha masum, daha hafif, daha acımasız değildir. "Biz faili meçhul cinayet işlemedik." diyen Hükûmetin faili meçhule göndermek istediği toplu bir katliamdır Roboski.
Sorumlular ortaya çıkarılıp cezalandırılmadığı sürece Kürtler için kapanmayacak bir yaradır Roboski ve biz biliyoruz ki bu, devletin bizde açtığı ne ilk yaradır ne de son olanı. Roboski katliamı ve bütün Kürt cinayetlerinin failleri bize hesap vermeden ne bu yara kapanır ne davamız biter ne barış olur ne kardeşlik ne de bu ülkede geçirebileceğimiz bir tek günahsız gün.
O nedenle her şey zaten ortada sayın Hükûmet. Her zaman söylediğimiz gibi, biz doksan yıllık katilimizi tanıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti binlerce Kürt'ü kendi elleriyle kaçırdı, kaybetti, katletti. Tanığıyız, şahidiyiz, mağduruyuz. Başka bir ülkeyi yönetiyormuş gibi davranmak, bu suçları örtbas etmekten başka hiçbir anlam taşımamaktadır.
Buyurun, anlatın; nasıl bombaladınız, nasıl kaçırdınız, nasıl katlettiniz, nereye sakladınız? Failimiz devlettir, dolayısıyla cevabımız da devlettedir. Çabanız boşunadır; unutmayacağız, peşini bırakmayacağız. Bir hafta sonra Roboski katliamının yıl dönümü. Milyonlarca Kürt'ün söylediğini tekrarlamak istiyorum: Unutursak kalbimiz kurusun.
Zira neye mal olursa olsun, bu devlet geçmişi ile yüzleşip günahlarının hesabını verinceye kadar demokratik bir sistemde, kendi aidiyetlerimiz ve haklarımızla; onurlu, eşit bir yaşamı tesis edinceye kadar mücadele etmeye kararlıyız. Doksan yıllık cumhuriyet tarihi, bu kararlılığımızın tarihidir aynı zamanda. Hükûmete bir daha hatırlatmak isterim ve bu vesileyle Genel Kurulu saygıyla, sevgiyle selamlarım. (BDP sıralarından alkışlar)