| Konu: | 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2019 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 7'nci Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 31 |
| Tarih: | 14.12.2020 |
MHP GRUBU ADINA İSMAİL ÖZDEMİR (Kayseri) - Sayın Başkan, Sayın Bakanlar, değerli milletvekilleri; Avrupa Birliği Başkanlığı ve Türk Akreditasyon Kurumu bütçeleri üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Avrupa Birliğinin temeli olan Avrupa Ekonomik Topluluğunun 1958 yılında kurulmasından kısa bir sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959'da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur. Akabinde Türkiye'nin yapmış olduğu başvuru olumlu karşılanmış, üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak ortaklık anlaşması 12 Eylül 1963'te imzalanmıştır. Aralık 1999'da Helsinki'de yapılan zirvede ise Türkiye'nin adaylığı resmen onaylanarak diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edilmiştir. Bu tarihten sonra ülkemiz üyelik müzakerelerine ilişkin hukuki ve uygulama olarak pek çok adım atmıştır. Ancak ne yazık ki aradan geçen elli yedi yıllık süre boyunca olmadık bahanelerle oyalanmıştır. Ülkemizin samimi ve gayretli tutumuna rağmen, Türkiye'yle hiçbir alanda mukayese edilemeyecek ülkeler dahi üye olarak Birliğe kabul edilirken bize karşı ne yazık ki ikircikli bir tutum benimsenmiştir. Dahası, Türkiye'ye yönelik eşit davranıldığını söyleyebilmek de ne yazık ki mümkün değildir. Üstelik bu durum zaman içerisinde hukuksuz bazı adımların Avrupa Birliği tarafından atılmasına kadar varmıştır. Örneğin, Kıbrıs meselesinde adada herhangi bir çözüme ulaşılmadan bir tarafın başka bir uluslararası birliğe dâhili mümkün değilken Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine 2004 yılında üye olarak alınması pek çok sorunu beraberinde getirmiştir. Bugün dahi gerek Kıbrıs meselesinde gerekse Doğu Akdeniz'de yaşanan gelişmelerde Avrupa Birliğinin yanlış, bölgesel barış ve istikrara zarar verici tutumunun altında yatan nedenlerin temelinde de bu hatalar vardır.
Avrupa Birliğinin ülkemize samimi olmayan tutumunun bir başka somut hâli kendisini 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan vize muafiyeti süreci ve geri kabul anlaşmasında göstermiştir. Bu çerçevede, Suriye'de yaşanan iç savaşın ardından sınırı aşan göçlerin yoğunlaşması Avrupa üzerinde toplumsal, ekonomik ve siyasi baskı oluştururken Türkiye'yle anlaşarak bu etkiden kurtulmak isteyen Brüksel müdavimleri sonraki aşamalarda farklı tavra bürünmüştür. Türkiye, geri kabul anlaşmasında üzerine düşen tüm sorumlulukları yerine getirmesine karşın Avrupa Birliği kendi yükümlülüklerini yerine getirmemiştir. Dahası, Türkiye, sığınmacılara karşı insani ve vicdani olarak örnek bir devlet olma sorumluluğunu gösterirken Avrupa Birliği ise savunduğu değerleri yok sayarak Akdeniz ve üye ülkelerin sınırlarında sığınmacılara karşı sergilenen insanlık ayıpları sebebiyle kendi değerleriyle çeliştiğini göstermiştir.
Yaşanan bunca soruna rağmen Türkiye üyelik hedefinden sapmamış olsa da Avrupa Birliği, ülkemize karşı faaliyet gösteren terör örgütlerini hâlâ kollamakta; ilave olarak Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Libya'da giriştikleri eylemlerle ortaklık, müttefiklik ve dostane olmayan tutumlar takınmaya koyulmaktadır. Her çevrenin anlaması gereken ana konu, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de kendi egemenlik haklarını savunduğudur. Ülkemiz, bölgenin hukuk ve vicdana uygun olarak hakça ve adilce paylaşılmasından yana taraftır ve her fırsatta bu anlamdaki yapıcı diyaloğa açık, gerginlikten değil, diplomasiden yana taraf olduğunu ilan etmiştir. Gerginliği arttıran ise silahsız ve askersiz olması gereken adaları her gün silahlandıran, uluslararası hukukta yeri olmayan yaklaşımlar benimseyen, Türkiye'nin haklarını gasbedebileceğini zanneden Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimidir.
Mevzubahis Doğu Akdeniz ve deniz yetki alanlarının tayini olduğunda Avrupa Birliği, bilhassa, deniz yetki alanlarının kara ülkelerininki gibi olmayacağını en iyi kavraması gereken taraftır. Burada, adaların deniz yetki alanlarının nasıl olacağı yine hukukta kendisini göstermektedir. Bu anlamda, bazı üye ülkelerin benzer yöndeki anlaşmazlıklarında Uluslararası Adalet Divanının verdiği emsal kararlar malumdur. Bu kararlar, Türkiye'nin haklılığını, Yunanistan'ın haksızlığını çok açık biçimde ortaya koymaktadır. Bugün, ülkemiz, 1.870 kilometrelik kıyı uzunluğuyla Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip ülke konumundadır. Buna karşın sadece Antalya Körfezi'ne hapsolacak tezlerle egemenliğimizden taviz verilmesi beklenmektedir. İşte, bunun kabulü mümkün değildir.
Kıbrıs konusundaysa Türkiye garantör bir ülkedir fakat Avrupa Birliğinin adayla ilgili herhangi hukuki ve meşru yükümlülüğü yoktur. Kıbrıs Rum kesiminin üye olarak alınmış olması kendilerini Kıbrıs konusunda hak sahibi yapamayacaktır. Ülkemizin, Kıbrıs Türklüğünün hak ve menfaatlerinin korunması konusundaki meşru kararlılığından geri adım atmasını da kimse beklememelidir.
Ayrıca, uzun yıllardan beri çoğu Avrupa Birliği ülkesinin ülkemize yönelik faaliyet gösteren terör örgütlerini beslediği, koruduğu ve kolladığı malumumuzdur. Bugün, hâlâ Avrupa'nın çeşitli yerlerinde PKK, DHKP-C ve FETÖ terör örgütü mensubu olan teröristler ile yöneticileri barınmaktadır. Üstelik Türkiye, Birliğe üye olan çoğu sayıdaki Avrupa ülkesi gibi NATO üyesidir. Buna rağmen terörle mücadele alanındaki hassasiyetlerimizin Avrupalı muhataplarımızca tam anlamıyla gözetildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta zaman zaman üyelik müzakerelerinde açılan çoğu fasılda, terör örgütlerine zemin ve alan kazandırabilecek gündemlerle meşgul edilmek istendiğimiz de malumdur.
Suriye iç savaşının başlamasından sonra Avrupa'nın çeşitli yerlerinde görülen terör eylemleri ise Türkiye'nin terörle mücadeledeki hassasiyetinin ve haklı gerekçelerinin muhataplarımızca acı da olsa tecrübe edilmesi sonucunu doğurmuştur. Terör örgütleri arasında ayrım yapmak, ideolojilerine bakarak iyi ve kötü olarak sınıflandırabilmek mümkün değildir. Ne yazık ki Avrupalı bazı ülkeler şimdiye kadar bu gerçeği ayırt edememiştir. Terör örgütlerinin her biri insanlık düşmanıdır, sadece bir ülkenin değil insanlığın ortak düşmanlarıdırlar.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 23 Kasım 2020 günü Avrupa Birliği tarafından sürdürülen ve her yönüyle tartışmalı olan İrine Harekâtı kapsamında Libya'ya doğru seyreden ve insani yardım taşıyan bir gemimize müdahale edilmesi asla kabul edilemeyecektir. Yunan bir komutanın emrindeki Alman Deniz Gücüne mensup askerlerce tam bir korsanlık edasıyla müdahale edilen gemimiz ve personelinin maruz kaldığı muamele, hiç şüphe yok ki uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğu kadar Avrupa Birliğinin Libya konusundaki ikiyüzlülüğünün de dışa vurumu olmuştur. NATO kapsamı dışında icra edilen bir harekâtta, NATO üyesi olan ülkemizin bayrağını taşıyan bir gemimiz açıkça hedef alınmıştır. Akdeniz'de insani yardım gemilerini durduran Avrupa, sığınmacıları denizin orta yerinde ölüme iten paydaşlarının yanında sabıkasına yeni bir kara leke daha eklemiştir.
Avrupa Birliğinin şimdiye kadar Libya'da darbeci Hafter'e ulaşan yardımlara sessiz kalması ise üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Şimdiye değin Hafter güçlerine yönelik yoğun bir silah sevkiyatının yapıldığı, üstelik bunun Birleşmiş Milletler tarafından da tespit edildiği gerçeği ortadadır. Hatta Libya iç savaşı başladığı günden bugünlere kadar geçen süre içerisinde Fransa'nın da Hafter'e silah yardımında bulunduğu yine Birleşmiş Milletler raporları tarafından teyit edilmiştir. Buna rağmen, Avrupa Birliğinin sadece Ulusal Mutabakat Hükûmeti üzerine yoğunlaşması manidardır. Bu durum Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında da tartışma konusu olmuş ve Malta, İrini Harekâtı'ndan çekildiğini açıklamıştır. Elbette bütün bunlar, bizi, Libya'ya olan taahhütlerimizi yerine getirmekten, Doğu Akdeniz'de haklarımızı savunma kararlılığımızdan geriye asla döndüremeyecektir. Akdeniz'de Türkiye'nin ve Türk milletinin sakalını kesebileceğini düşünenler, kollarını kaybetmeyi göze almak durumundadırlar. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Bugün, Avrupa Birliği, kendi değer ve politikalarını uygulamaktan, Birliğin genel hassasiyetini gözetmekten ziyade bazı üye ülkelerin hakikatlerden uzak gündemine hapsolmuş görüntüsü vermektedir. Avrupa Birliği elbette kendi içerisinde üyelik dayanışması görüntüsü sergileyebilir ancak Türkiye'ye karşı hukuksuz, temelsiz, vicdan ve ahlak dışı siyasetin takip edilmesi yanlıştır. Şayet böyle davranarak Birlik motivasyonuna katkı sağlanabileceği zannediliyorsa bunun ne derecede büyük bir yanılgıya ve ağır bir kayba sebep olacağı çok geçmeden görülecektir. Avrupa'daki karar alıcıların, her yönden ortada bulunan ve günden güne dağ gibi büyüyen sorunlara odaklanmak ve Türkiye'yle iş birliği yapmak yerine ülkemiz karşıtı bir tutum benimsemeleri doğru olmayacaktır. Son dönemlerde Fransa'nın çarpık ve hasmane politikaları ile Yunanistan ve Rum kesiminin hukuksuz ve uzlaşıdan uzak yaklaşımlarıyla ilgili Avrupa Birliğini kullanmaya çalışmaları Birliğin itibar ve saygınlığını yok etmektedir. Nitekim, Yunanistan Başbakanının, 2020 yılının son Liderler Zirvesi öncesinde katıldığı bir televizyon programında, ülkemizle ilgili yaşadıkları anlaşmazlığı Türkiye ve Avrupa Birliği anlaşmazlığına çevirmeyi başardıklarına dair beyanı malumunuz olmuştur. Böylesi bir gündem içerisinde ülkemize karşı zaman zaman yaptırım içeren cümlelerin kullanılması kof hesaplardan öteye varamayacak, Türkiye'nin güç ve potansiyelinin ne derecede büyük bir önem arz ettiği gerçeğini gölgeleyemeyecektir. Uzun süreden beri yapısal reformlarla ilgili bir türlü çözüm geliştirilememesi, yönetim ve temsil anlamında hırslı ülkelerin ortaya çıkması, kıta genelinde ırkçı siyasi ve toplumsal akımların giderek güç kazanması, Britanya'nın üyelikten ayrılma kararı ve nihai aşamada Covid-19 salgınında Birliğin üye ülkelerin beklentilerini karşılayamaması, sonraki süreçte de yaralarını saramaması gibi asıl sorunlar Avrupa Birliğinin kapıldığı girdabın kendisidir.
Bütün bunlarla birlikte Avrupa Birliğinin Türkiye'yi dışlayan tutumunun sürmesi ve tam üyelik kapısının kapanması yönündeki gelişmeler Türkiye'yi bir yol ayrımına getirmiştir. Bu kapsamda Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye'nin ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliğinin yörüngesinde sürüklenmeye mecbur, mahkûm ve muhtaç olmadığını değerlendirmektedir.
Sayın milletvekilleri, bugün Avrupa'daki karar alıcılar 2 temel gerçeği akıllarından çıkarmamak durumundadır: Bunlardan ilki, Türk milleti ve devleti var olmadan Avrupa tarihinden bahsedilemeyeceğidir. İkincisi, yine, Türkiye'yle makul bir ortaklık geliştirilmeden Avrupa'nın güvenlik, istikrar ve barış ortamında yer alarak sağlıklı bir gelecek inşasının mümkün olmadığıdır. Zira Avrupa Birliğinin karşı karşıya kaldığı meydan okumalar, öngörülemeyen ve ani gelişen gündemler, üyelik anlayışına dair güvenin Birlik içerisinde sarsılmış olması, küresel rekabetin kızışması gibi çok farklı konu başlıkları ülkemizle makul ve beklenen seviyede iş birliği geliştirilmesi gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Bu gerçeklik siyasi ve güvenlik alanlarını kapsadığı gibi ekonomi sahasında da kendini göstermektedir.
Ülkemiz Avrupa Birliğinin en büyük 5'inci ticari ortağı konumundadır. Bir önceki yılın verileri dikkate alındığında, aramızda olan ticaret hacmi 145 milyar doları bulmuştur; bunun 76 milyar doları aşan kısmı ihracatımızı oluştururken yaklaşık olarak 68 milyar dolarlık bölümü ise ithalatımızı kapsamaktadır. Hâlihazırda ihracatımızda ilk 20 sırayı alan ülkelerin yarısı Avrupa Birliği üyesi ülkelerdir. Dolayısıyla ekonomi alanında karşılıklı ve yadsınamaz bir bağımlılık vardır. Bu gerçeklik muhatabımız nezdinde iyi mülahaza edilmelidir. Gelinen aşamada Gümrük Birliği Anlaşması'nın revize edilmesi ve ülkemizin hassasiyetlerinin dikkate alınması hâlâ gerçekleşmiş değildir.
Üzerinde durulması gereken bir başka konu da Avrupa'da yükselen ırkçılık, İslam ve Türklük karşıtlığının ulaştığı seviyedir. Bugün Avrupa'da yükselmeye başlayan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı hiç kuşku yok ki günden güne endişe verici boyutlar kazanmaya başlamıştır. İslamofobik söylem ve eylemler artık yalnızca küçük ve marjinal gruplar tarafından sürdürülegelen meseleler olmaktan çıkmıştır. Siyasi zemin kazanan çoğu parti, yabancı karşıtlığını Avrupa ülkelerinde iktidarı baskılama ve politikalarını etkileme aracı olarak kullanmaktadır. Ne yazık ki bundan, zaman zaman, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız da etkilenmekte, kutsalımız olan yüce dinimiz İslam'a ve iki cihan serverimiz Sevgili Peygamber'imize yönelik asla kabul edemeyeceğimiz çirkin benzetmeler yapılmaktadır. YTB'nin verilerine göre, 2018 yılında yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına yönelik dinî ve ırkçı saiklerle toplam 128 saldırının gerçekleştirildiği tespit edilmiştir, 2019 yılına gelindiğinde ise bu sayı 253'e çıkmıştır. Vatandaşlarımızı hedef alan saldırılar bir yıl içerisinde neredeyse yüzde 100 artış göstermiştir. Bu durum endişe vericidir ancak daha endişe verici olanı, Fransa Cumhurbaşkanı Macron örneğinde olduğu gibi, 10 yaşındaki çocukların bile hedef alınmaya başlandığı karanlık bir döneme girildiğinin görülmesidir. İslam'ı hedef almak ve bunu, çocukları tutuklamaya kadar vardıracak bir anlayışın barışı öncelediği asla söylenemez. Bugün, IŞİD'vari terör örgütlerini siyaset ve istihbarat laboratuvarlarında üreterek yüce dinimizi hedef alacak, Müslümanlara zulmedecek anlayışın temellerini attığını düşünenler, hiç kuşku yok ki kendi yanlışlarında boğulacaktır. Temennimiz, bu çarpık zihniyetin Avrupa'da siyasi ve toplumsal sahanın herhangi bir alanında yer tutmamasıdır. Şayet, bu karanlık ruh kıtada yeniden hortlarsa arkası alınamayacak ve sonu malum olan neticeler insanlığı yeniden ağır şartlara sürükleyebilecektir.
Bu kapsamda, Avrupa Birliği Başkanlığı ve Türk Akreditasyon Kurumu bütçeleri ile Dışişleri Bakanlığımızın 2021 yılı bütçesinin hayırlara vesile olmasını niyaz ediyor, Bakanlık personelimize üstün muvaffakiyetler diliyor, bütçeyi desteklediğimizi belirterek Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)