GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:39
Tarih:25.12.2020

CHP GRUBU ADINA ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bugün burada konuştuğumuz kanun teklifi aslında uzunca bir süredir Türkiye'nin içine düştüğü, düşürüldüğü ibretlik durumun çok çarpıcı bir örneği. Çünkü getirilen teklif itibarıyla, getirmeyenleri de getirilmeyenleri de birlikte değerlendirdiğimizde, Türkiye'nin çok açık bir şekilde gri listeye düşeceği yani stratejik açıdan yetersiz ülke sınıfına düşeceği, yani Gana gibi, Zimbabve gibi, Suriye gibi, Panama gibi, ciddi yatırımcıların uzak duracağı bir ülke hâline geleceği bir sürece doğru gidiyoruz. Peki, biz neden böyle bir sürece gidiyoruz değerli arkadaşlar? Şimdi, 1989 yılında G7 ülkeleri tarafından kurulan bir yapı var: Mali Eylem Görev Gücü, kısa adı FATF. Türkiye 91'de buna üye oluyor ve bu yapının üye olan ülkelerden -37 ülke üye, 2 de kuruluş- beklentisi 40 tavsiye kararını, 11 etkinlik denetimini yerine getirmesi. Türkiye, uzunca bir süredir 2 alanda düzenleme yapmıyor, 38 alanda düzenleme yapmış durumda; 38 alandaki düzenlemenin 12'si yetersiz olarak görülüyor. Bu alandaki 11 etkinlik denetiminin de 9'u zaten etkinlik denetimi açısından yetersiz yani kanun çıkarmışsın ama yerine getirmemişsin, ektin bir şekilde uygulamıyorsun.

Gelelim bu 2'sine. Bu 2'siyle ilgili, uzunca bir süredir Türkiye uyarılıyor ve en sonunda deniyor ki Aralık 2019'da: "Size bir yıl süre. 2020 Aralığa kadar bu 2 alanda yani 7 ve 12 no.lu tavsiye kararlarında düzenleme yapmazsan ben seni gri listeye alacağım." Türkiye'yi yönetenler -yönetemeyenler- bekliyor, bekliyor, bekliyor, bekliyor; aralığın son haftasında, bütçe görüşmelerinde "Efendim, 7 no.lu tavsiye kararı konusunda düzenleme yaptık; karşı çıkmayın ey muhalefet, çıkarsanız Türkiye gri listeye girer." diyor. Ama onun içinde de, toplam 44 madde, 43 madde artı bir geçici madde var, 14'ü en zorlama, 14'ü kitle imha silahları ve onun uygulaması olarak düşünülebilir; 30'u tamamen bağlamından koparılmış, derneklerin faaliyetini sonlandıran, fiilen sonlandıran, kayyum atayan, avukatların mesleğine bir saldırı da yapan, ilave bir yük daha getiren, toplam 7 kanunda değişiklik yapan düzenlemeler.

Şimdi, değerli arkadaşlar, ben bunun içeriğine gireceğim ancak ibretlik bir durumu, altını çizerek ifade etmek istiyorum: Bakın, Adalet Komisyonu bu Meclisin en önemli komisyonlarından biridir. Adalet Komisyonuna bir kanun teklifi geldiğinde asgari on beş gün öncesinden, on gün öncesinden gelir; Komisyon üyeleri inceler, partisiyle görüşür, sivil toplumla görüşür, barolarla görüşür, üniversitelere sorar; hazırlık yapar, hazırlık; ciddiyet gerektirir. Bunun, İç Tüzük asgari süresini belirlemiştir; çok acil durumlarda uygulanmak kaydıyla kırk sekiz saat. Burada, bu teklif, önceden tarihi belli olmadan, yirmi yedi saat kala bize tebliğ edildi. Tüm Komisyon üyesi arkadaşlarım farklı illerdeyken, iki ayağımız bir pabuca girmiş bir şekilde, koştur koştur Ankara'ya geldik ve hazırlığımızı yaptık. Peki, niye böyle bir strateji izlendi? Ben size söyleyeyim: Zannediyorlar ki, bu kalan sürede muhalefet partileri, Cumhuriyet Halk Partisi hazırlanamaz, bunun aslını öğrenemez, detayına bakamaz, biz de bunu geçiririz.

Burada FATF'ın 4'üncü Değerlendirme Raporu var, 230 sayfalık İngilizce metin, Türkiye'nin neyi eksik yaptığı tek tek yazıyor burada. Peki, 12'nci tavsiye kararına neden uyulmamış? Biz bunu söylediğimizde "Efendim, uyulmuyor zaten." dediklerinde, hangi ülkelerde uyulmuş, hangi ülkelerde uyulmamış, o da elimizde var. Gelelim, arkadaşlar, neden uyulmuyor? Çünkü 12 no.lu tavsiye kararı gereği devlet başkanları, bakanlar, siyasete yakın iş dünyasından insanlar, yüksek yargıdaki kişiler, siyasi parti genel başkanları, hepsi belli standartlar altında denetim altına girmiş olacak. Yani, bakın, Türkiye bu iki düzenlemeyi yapmış olsaydı Reza Zarrab rezaletini yaşamayacaktık. Yani, Türkiye bu düzenlemeleri yapmış olsaydı o 4 bakan, aile boyu, pervasızca yolsuzluk yapamayacaktı. (CHP sıralarından alkışlar) Yani, şayet bu düzenlemeler yapılmış olsaydı... Hatırlıyor musunuz -bütün yerli ve millî arkadaşlara duyurulur- askerimizin başına çuval geçirildiğinde "Niye nota vermiyorsunuz?" dediğimizde "Ne notası kardeşim, müzik notası mı veriyorsun?" denmişti, Reza Zarrab için 2 defa Amerika'ya nota verdiler, nota; bakın, yerli ve millî arkadaşlara duyurulur. Ve muhalefet şerhimizde yazdık, 25'inci sayfasında; buyurun, açın, okuyun. Ve orada, Reza Zarrab Amerika'da ilk gözaltına alındığında, bakın, büyük bir panikle AKP Genel Başkanı ne demiş? Demiş ki: "Ülkeye katkısının olduğunu biliyorum, altın ihracatı yapan bir zat. Hayır işlerine girdiğini biliyorum." E, daha sonra, orada biraz konuşmaya başlayınca "vatan haini" oldu tabii ki.

Şimdi, değerli arkadaşlar, Türkiye'nin savrulduğunun resmidir bu. Bir yasal düzenlemeyi dahi, bir uluslararası zorunluluğu dahi usulüne göre yapmadığınız gibi, yapamadığınız gibi, bilmediğiniz gibi, içine de kendi işinize nasıl gelir, ona göre düzenlemeler getiriyorsunuz.

Diyeceksiniz ki: "AKP neden derneklere kafayı takmış durumda?" Bu, bir stratejinin parçası. Son yerel seçimden bu yana, Cumhur İttifakı pekâlâ farkında ki oylarında ciddi düşüş var, 2023 yılına giderken üçlü bir strateji uyguluyor. Muhalefete saldırıyor bütün gücüyle, yargı araçsallaşmış durumda; medyası elinde, muhalefete saldırıyor. İki, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına saldırıyor, derneklere saldırıyor, örgütlü olan tüm yapılara saldırıyor. Üçüncüsü de, az sayıda kalan basın mensubuna, gazeteciye, objektif haber yapmaya çalışan televizyonlara saldırıyor. Bu, 2023'ün yol temizliğidir. 2023'e giderken önüne çıkacak o engelleri temizlemek amacıyla yapılan işlerdir. Bunların hiçbirinde -Adalet Komisyonunda bugüne kadar, 27'nci Dönemde çıkan yasalara bakın- memleketin hayrına bir düzenleme yoktur. Sürekli, toplumu kontrol altına almak, baskı altına almak "Acaba önümüzdeki dönem ben nasıl iktidarda kalırım?" çabasıdır.

Bir ülkede demokrasiden, adaletten, insan haklarından bahsedebilmek için sadece seçim yetmez; sivil toplum kuruluşlarının varlığı, derneklerin varlığı, bağımsız, her şeyi denetleyebilen Sayıştayın varlığı ve o ülkede her kuruşun hesabının sorulması, yöneticilerin de yaptıkları işlerden, yedikleri rüşvetlerden dolayı bedel ödeyeceği bir düzenin kurulması lazım. "Ben seçimi kazandım, tüm kurumsal yapıları ortadan kaldırırım." Böyle bir şeye kimsenin hakkı yoktur.

Değerli arkadaşlar, şimdi, bakın, burada biz hepimiz seçildikten sonra geldik ve yemin ettik, dedik ki: Biz mevcut Anayasa'ya bağlı kalacağız. Burada tüm milletimizin önünde yemin ediyoruz namusumuz ve şerefimiz üzerine; hukuk devletine, demokrasiye, insan haklarına saygılı bir şekilde görev yapacağız. Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra, geldi, burada yemin etti ve dedi ki: Ben görevimi Anayasa'ya, hukuka, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve... Tarafsız bir şekilde yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim. Allah aşkına, elinizi vicdanınıza koyun, Cumhurbaşkanı tarafsız mı? Tarafsız bir şekilde mi görev yapıyor? Bir Cumhuriyet Halk Partiliye, bir AK PARTİ'liye, bir HDP'liye, bir İYİ PARTİ'liye aynı şekilde mi davranıyor? Bunlara yakın, bu düşünceye sahip Türkiye'deki iş adamları aynı haklara mı sahip? Peki, bunun sınırı ne olacak arkadaşlar?

Bakın, ben size şunu söyleyeyim: Mevcut, dünya tarihindeki anayasaların temeli olarak kabul edilen Jean Jacques Rousseau "Toplum Sözleşmesi"nde ta 1762 yılında ne yazmış: "Yasama gücü devletin kalbidir, yürütme gücü ise tüm öteki parçaları devindiren beynidir onun. Beyin felce uğrarsa da birey yine yaşar. Bir insan aptal olarak da yaşayabilir fakat kalbi işlevini yerine getirmediği an ölür." Bugün, AKP eliyle, Türkiye Büyük Millet Meclisinin egemenliği, Türkiye'de herkesin haklarını temsil eden bu kurum fiilen etkisizleştirilmiş durumdadır. Bu ülkede kaliteli yasama yapılsın istenmemektedir.

Değerli arkadaşlar, bakın, derneklerle ilgili Türkiye'de yürüyen ceza dava dosya sayısı 870 bindir. Türkiye'de açılan davalardaki beraat oranı ortalama olarak yüzde 52'dir. Bakın, bu, kovuşturma için; soruşturma kadar basit bir şey yok, milyonlarca soruşturma var. Siz, Türkiye'deki 120 bin civarındaki derneğin yönetiminde ve denetiminde görev yapan herhangi birine bir şekilde soruşturma açtıktan sonra, o derneğe kayyum atayacak bir düzenlemeyi getiriyorsunuz; Anayasa'da, Türkiye'de örgütlenmenin, STK'lerin, derneklerin özgür olduğunu yazmanızın ne önemi kalıyor? Bu ne biliyor musunuz? İki yıl önce OHAL kalktı ya, iki yıl önceki OHAL'de, OHAL'le ilgisi olmayacak şekilde ekli KHK'lerle dernekleri kapatıyordunuz; şimdi, bu, iki yıllık dönemin telafisidir. Önümüzdeki dönem İçişleri Bakanlığı, önüne gelen, istediği her derneği, istediği an kapatabilecektir; dolayısıyla, bu hakkın fiilen var olmasının hiçbir önemi kalmaz.

Şu psikolojiden çıkmak lazım: Arkadaşlar, sabah kalkıyorsunuz "Soros", akşam kalkıyorsunuz "Soros." Soros'un yetkilileriyle, çok şükür, bir tane Cumhuriyet Halk Partilinin bir resmi de yok. Yetkililerine bakın, sizin partinizden birçok kişinin -Genel Başkan düzeyinde- ciddi samimiyeti var. (CHP sıralarından alkışlar) Yani Soros size yakın. Ama, efendim, yurt dışı fonlarından Türkiye'de derneklere yardım gelirken bildirim yükümlülüğü getiriyorsunuz. Ya, Avrupa Birliği dünya kadar fon sağlıyor derneklere; mesela çevreyle ilgili bir düzenleme yapıyorsunuz, orada getiriyor, belli şartta da destek oluyorsanız, destek oluyor zaten. Dolayısıyla, ülkeyi kötü yönetiyorsunuz. Çok büyük bir paranoyanın içerisinde, Türkiye'nin kötülüğüne, kendi siyasi ikbaliniz için her türlü düzenleme bu Meclise geliyor.

Değerli arkadaşlar, bu Meclisin çatısı altında çok sayıda avukat milletvekili var. Avukatlık yapanlar bilir, hukukçular bilir; bir yargılamada gerçek anlamda bir yargı düzeninden bahsedebilmek için silahların eşitliği prensibinin uygulanması lazım. Ne demek bu? İddia makamı olur, karar makamı olur, savunma makamı olur; bunların arasında bir güç dengesi olur yani sağlıklı bir yargı mekanizması ancak bu şartlarda oluşur. Son yıllarda Türkiye'de... Bakın, eskiden haber değeri vardı. Eskiden bir avukat gözaltına alındığında, Türkiye'nin neresinde olursa olsun, onun haber değeri vardı. Bugün binlerce avukat çok rahat gözaltına alınıyor, hakkında davalar açılıyor, duruşmada yaptıkları savunmadan ötürü haklarında hakaret davaları açılabiliyor, görevlerini fiilen engelleyecek her türlü iş ve işlem oluyor, herkesin gözü önünde tekmeleniyorlar, belleri kırılıyor; hiçbir yasal işlem olmadığı gibi, üstüne, avukatların temsilcileri baroların, baro başkanlarının dahi yolda önü kesiliyor önü "Yürüyemezsin." diye. Şimdi, bakın, böyle bir dönem içerisinde 20'nci maddede bir düzenleme var. Bir avukat, müvekkili gelecek, onunla sözleşme imzalayacak, vekâletini alacak, vekâlet ücretini alacak, vergisini verecek; müvekkili "Bana gayrimenkul al." diyecek, gayrimenkul alacak ya da "Bana şirketten hisse al." diyecek, vesaire vesaire. Peki, zorunluluk ne? Bakın, zorunluluk şu: "Bir bilgi -hadi bu kısmı geçin, bilgi; bu da olmaz ama hadi bunu geçelim- şüphe veyahut da şüpheyi gerektirecek bir durum olduğunda müvekkilini MASAK'a ihbar eder." diyor. Bir avukat muhbirlik yapabilir mi? Bir avukat kendi müvekkilini ihbar ettiği zaman, ihbarcı bir avukata bir daha kimse iş verir mi? Avukatlık Kanunu'nda açıkça, sır saklama yükümlülüğü yok mudur? Bakın, bu, onun da ötesinde "şüpheyi gerektirecek bir durum" yani adamın olağanüstü evhamlı olması lazım, kendi müvekkilini, vekâlet ücreti aldığı adamı götürecek Mali Suçlar Araştırma Kuruluna -şikâyetçi olacak- ihbar edecek, diyecek ki: "Ben bunun avukatıyım ama şüphelendim, gel bunu incele." Değerli arkadaşlar, böyle bir düzen üçüncü dünya ülkelerinde bile olmaz, böyle bir düzen olmaz. Bunun ne Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarıyla ilgisi var ne OECD bünyesinde kurulan diğer organların talepleriyle bir ilgisi var ne Mali Eylem Görev Gücü'yle bir ilgisi var; bütün bunların tamamen sizin korkularınızla ilgisi var, endişelerinizle ilgisi var.

Değerli arkadaşlar, bir ibretlik hikâye daha. Demin Anayasa'ya bağlılıktan örnek verdik ya; bakın, Anayasa Mahkemesinin kuruluş yapısı belli, onun doğruluğunu tartışmayacağım ama içeriğinde şunu der: 12'sini Cumhurbaşkanı seçer, 3'ünü Meclis seçer. Bu 12'sinin 3'ü Yargıtaydan gitmek zorunda, 2'si Danıştaydan gidecek, 3'ünü YÖK gönderecek, işte, 4 birinci sınıf hâkim olacak içinde, Anayasa Mahkemesinde raportör olarak en az beş yıl çalışmış biri olacak vesaire vesaire... Bunu niye öngörmüş? Yargıtayın deneyimine, bilgisine sahip üyeler yeterince orada olsun diye, Danıştayın bilgisine sahip üyeler orada olabilsin diye bunu öngörmüş. Peki, birinci sınıf hâkim/savcı kontenjanından İrfan Fidan Anayasa Mahkemesine seçiliyor mu? Seçilmiyor çünkü o kontenjan dolu, Yargıtay kontenjanı boş. O nedenle, önce Yargıtaya üye seçiliyor, sonra, Yargıtayın 4 Aralıktaki Anayasa Mahkemesine üye seçeceği toplantı Covid nedeniyle erteleniyor üç hafta. Sonra, Covid'in oransal olarak 2 katına çıktığı bir durumda bu seçim oluyor; sonra, adamın yüzünü görmeyen, Yargıtayda bir kararın altına imza atmamış İrfan Fidan -107 Yargıtay üyesi paşa paşa Anayasa Mahkemesi için- 1'inci sırada yer alıyor. Şimdi, bunun adı kanuna karşı hiledir. "Ben kılıfına uydurdum." diyemezsin, hukukta bunun karşılığı kanuna karşı hiledir. Yani, gelip burada Anayasa'ya o okuduğun bağlılık yemini var ya, oradaki bütün sözleri yemektir, yemek. Azıcık o yemine sadakati olan, kendi içinde kendine saygısı olan, vicdanı olan hiç kimse buna "Eyvallah." demez. Bu, kanuna karşı hiledir. (CHP sıralarından alkışlar) Kaldı ki Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun incelendiğinde bakın der ki "Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla bir üyenin önüne dosya geldiğinde eğer daha önce o dosyada taraf olduysa o dosyadan el çekmek zorundadır." ve şu ana kadar bakın Anayasa Mahkemesine başvuruların yüzde 80'i İstanbul Adliyesi kaynaklı. Yani hukuksuzluğu yapanın aynı şekilde dosyalar da önüne çıkacak, fiilen görev yapamaz zaten değerli arkadaşlar. Sonuçta, Türkiye'de yaşanan hukuksuzlukları, adaletsizlikleri -bu kanun dahi- say say bitmez.

Değerli arkadaşlar, bugün Türkiye'nin ekonomisi bu hâldeyse adaletin geldiği nokta yüzündendir. Adaleti, hukuku düzeltmeden ekonomiyi de düzeltemezsiniz, işsizliği de önleyemezsiniz, mutlu bir toplum da yaratamazsınız. Türkiye'nin, Türkiye Cumhuriyeti'nin, halkımızın bütünüyle sizden, sizin gibi bakış açısından, bu hukuksuzluklardan kurtulmadan rahat etmesine imkân yoktur.

İnşallah o günler de yakında gelecektir diyorum, hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)