GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:4
Birleşim:47
Tarih:16.02.2021

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli vekiller; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Ben de konuşmama başlamadan önce Gara'da hayatını kaybeden 13 vatandaşımızın ölümüyle ilgili olarak Allah'tan rahmet, ailelerine sabır diliyorum.

Değerli arkadaşlar, ben 250 sıra sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerinde konuşmak üzere, Halkların Demokratik Partisinin görüşlerini yansıtmak üzere buraya geldim.

Yirmi dakikam var. Doğrusunu isterseniz, bu kanun ve bu kanunla getirilmek istenen personel değişiklikleri, bildiğiniz gibi, 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'yle ortaya çıkan yani Silahlı Kuvvetler içinde Genelkurmayın ve Kuvvet Komutanlıklarının Savunma Bakanlığına bağlanmasıyla birlikte ortaya çıkan mevzuat farklılıklarını gidermek üzere gündeme gelmiş durumda.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Siirt) - Başkanım, çok uğultu var.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Hakikaten çok uğultu var Başkanım.

BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, hem milletvekillerimiz hem biz gürültüden rahatsız oluyoruz. Konuşmak isteyenleri kulise davet ediyorum.

Buyurun Sayın Milletvekilim.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Teşekkür ederim.

Değerli arkadaşlar, bu kanunla ilgili olarak biz herhangi bir şekilde etki analizini görmediğimiz için, bu kanunun esasında güvenlik harcamalarımıza, toplam olarak bütçemize ne kadar bir etki yapacağını bilemiyoruz ama bugüne kadar bu türden değişikliklerin genel olarak güvenlik harcamalarına giderek artan bir etki ürettiğini biliyoruz. Dolayısıyla bunun da yine bizim güvenlik harcamalarımızı yükselten bir etkisi olacaktır diye düşünüyorum.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bugün çok duygusal bir gündü bir bakıma ve sağduyulu ve akla uygun laflar duymayı çok istedim ama doğrusunu isterseniz bunları duyamadım. Ben bir ölçüde böyle bir amaçla birkaç şey söylemek istiyorum sizlere. Şimdi, şu an itibarıyla baktığımızda, 2021 bütçesinin aşağı yukarı yüzde 20'si güvenlik harcamalarına gidiyor, yani bizim 1'inci sıradaki harcamamız, yani bütçenin beşte 1'i güvenlik harcamalarına ayrılmış vasiyette ve demin de ifade ettiğim gibi, bu, üstelik de yıllar itibarıyla da artıyor. Şöyle bir soru sormak lazım ve sanırım, bu Meclisin böyle bir soruyu da cevaplamaya çalışması lazım: Sahiden bizim bu denli büyük bir güvenlik harcaması yapmamızı anlamlı kılan bir tehdit altında mıyız biz? Yani bu değerlendirilse muhtemelen -benim şahsi kanaatim bu- böyle olmadığı şeklinde bir sonuçla karşı karşıya kalacağız belki de. Fakat yani Türkiye'de bu meseleleri ve de bu tür harcamaların yapılmasıyla ilgili olarak sağduyuyla konuşmak pek mümkün olmadığı için Türkiye toplumundaki güç dengeleri, güvenlik harcamalarının sürekli olarak artmasıyla sonuçlanan bir süreç oluşturuyor.

Şimdi, burada, baktığımızda, "terörle mücadele harcamaları" dediğimiz harcamalar da var tabii ki bu güvenlik harcamaları içinde ve bugüne kadar yapılmış harcamalarla ilgili olarak verilen rakamlardan bir tanesi, Sayın Kurtulmuş'un 2018'de verdiği; 1,5 trilyon dolar diye bir rakam telaffuz ediyor ve bu rakamla ilgili tartışmalar var, daha az olduğuna ilişkin önerileri olanlar da var, yapılan hesaplardaki farklılıklardan dolayı. Ama her hâlükârda, bugüne kadar güvenlik harcamalarıyla ilgili olarak yapılmış harcamalar, Türkiye'nin şu an ve bu yılın bütçesine denk gelen bir harcama toplamını söylüyor.

Değerli arkadaşlar, güvenlik harcaması veya herhangi bir harcamayı yaptığınız zaman kaçınılmaz olarak başka bir şeyden kısıtlıyor olmanız lazım. Neden? Çünkü kaynaklarınız sonsuz değil. Yani aile bütçesini düşünün; aldığınız aylığı düşünün ve harcamalarınızı düşünün; istediğinizi alma şansınız yok, çocuklarınızın her istediğini karşılama şansınız yok. Ne yapıyorsunuz? Bir öncelikler sıralaması yapıyorsunuz "Önce bunu alacağız, sonra bunu alacağız, sonra bunu alacağız." biçiminde. Değerli arkadaşlar, devletler de böyledir. Devlet bütçesi dediğimiz bütçe, esas itibarıyla toplumun taleplerinin bir yansımasıdır ama yapılan her harcama bir başka harcamayı da kısıtlayan bir etki üretecektir. Dolayısıyla da şunu söyleyebilirim: Kalkınmakta olan bir ülke niteliği olan Türkiye toplumunun kalkınması için gereken kaynakların önemli bir kısmı, maalesef -kanaatim odur- güvenlik harcamaları adı altında harcanmış oluyor.

Tabii, bunun tersi, demin ifade etmeye çalıştığım gibi bu, aslında birçok başka şeyden, toplumun refahını artıracak, toplumdaki kişilerin kalitesini artıracak, eğitimlerini artıracak çeşitli harcamaları yapmaktan da vazgeçiyorsunuz aslında, dolayısıyla da güvenlik harcamalarının artmasının bir maliyeti yok değil. Nitekim yanılmıyorsam Sayın Cumhurbaşkanı Ayasofya'nın açılışıyla ilgili yaptığı bir konuşmada bir cümlesi olmuştu yanlış hatırlamıyorsam, şöyle bir cümleydi o: "Bugüne kadar yüzde 20 yerli kullanıyorduk silah yapımında, şimdi yüzde 70'e çıkardık ama tabii ki her şeyin bir maliyeti olduğu gibi bu işlerin bir maliyeti var." diyerek bize esasında söylemek istediği şey: Evet, belki daha kötü eğitim alacaksınız, belki refahınız daha az olacak ama güvenlik harcamaları itibarıyla bu harcamaları aktararak daha güvenli bir Türkiye olacak diye bir yorumu vardı.

Dolayısıyla da özetle demek istediğim şey şu: Bu kanun da esas itibarıyla bu bütçeyi artıran bir etki yaratacaktır ve ben şahsen güvenlik harcamalarının bu denli yükseliyor olmasının esasında otoriter bir yönetimin de yolunu açacak ya da o yolda taşları örecek olan bir tercih olduğu kanaatindeyim. Çünkü "özgürlük ve güvenlik dengesi" diye bize hep söylenen, sık sık özellikle iktidarın söylediği şey, daima otoriter yönetimleri ima eden bir biçimde gelişiyor yani "Güvenlik söz konusu olduğunda özgürlüklerden vazgeçin." demeye getiriyorlar topluma. Bunun da çok sağlıklı, demokrat bir toplum olma yolundaki arzularımızı da karşılamadığı çok açık.

Şimdi, ikinci bir konuya geçmek istiyorum bu konuyu bırakıp. Değerli arkadaşlar, terörle ilgili çok konuşuyoruz. Eyvallah, terör hakikaten herhangi bir toplum için iyi bir şey değil fakat değerli arkadaşlar, bu, sadece bize özgü bir şey değil ki, yani bunu sadece biz yaşamıyoruz. Dünyanın birçok yerinde, ulus devlet çatısı altında farklı kimlikler, kendilerinin tanınmasını veya kendi taleplerini ortaya koyuyorlar ve dolayısıyla da bir çatışma ve tartışma ortamı ortaya çıkıyor.

Şimdi, bu, dediğim gibi bize özgü bir şey değil, bu konu "çatışma çözümleri" adı altında üniversitelerde ders olarak okutulan bir konuya denk düşüyor, yani çatışma çözümleri konusunda bir ders oluşmuş, bir literatür oluşmuş. O literatür diyor ki: "Şu şu koşullar olursa çatışma olur, gerilim olur, hatta iç savaş olur ama şunlar şunlar yapılırsa bunları geçebiliriz, bunları aşabiliriz." biçiminde teoriler ve tartışmaların olduğu bir ders bu.

Arkadaşlar, diyebilirim ki; bu dersin en önemli konularından -hepimizin yaşları müsait- bir tanesi Kuzey İrlanda sorunu. Bildiğiniz gibi Kuzey İrlanda, Protestan ve Katolikler arasındaki tartışmanın, yıllar içinde, yüzyıllar içinde oluşmuş olan tartışmanın sonucunda ortaya çıkmış bir kavgaydı ve bu kavga bildiğiniz gibi yakın bir geçmişte bir çözüme uğradı. Bir çözüm süreci yaşandı ve o çözüm sürecinin sonunda bu mesele çözüldü.

Bir başka konu, Bosna Hersek. Müslümanlar ile Hristiyanlar, yine orada da birbirlerine girdiler, iç savaş ortaya çıktı ve orada da yine çatışma çözümleri mantığı, fikriyatı ve iradesi, Bosna Hersek'i de bugün anayasası olan, belki farklılıkları olmasına rağmen, yani kendi içinde farklılıkları devam etse de şu anda barışın sağlandığı bir toplum hâline getirdi.

Güney Afrika arkadaşlar: Güney Afrika, biliyorsunuz siyahlarla beyazların çok uzun yıllar almış olan mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmış bir olaydı Güney Afrika olayı ve sonunda yine bildiğiniz gibi barışla çözüldü. Bu arada parantez içinde söyleyeyim, altı sene sürdü Güney Afrika'da anayasa yapma süreci, bizdeki gibi böyle üç beş ayda kimse anayasa yapmıyor; bunu kapatıyorum.

Dolayısıyla da arkadaşlar, Kürt sorunu dediğimiz sorun, sadece bize özgü bir sorun değil. Bu, bir sorun; bunun ayrıntısını tartışma fırsatını dahi bulamıyoruz doğrusunu isterseniz bu Parlamentoda, öyle bir hava yok çünkü. Dediğim gibi duygular her şeye karışıyor ve yine anladığım kadarıyla birbirimizi dinlemeyen, birbirimizin ne söylediğini duymayan böyle gruplar hâlinde yaşıyoruz bunu. Fakat değerli arkadaşlar, bu, bir sorun; yani Sayın Cumhurbaşkanı "Kürt sorunu yok." dediği zaman Kürt sorunu çözülmüş olmuyor. Dolayısıyla da bu sorun var ve bu sorunun çözülmesi lazım.

Niye çözülmesi lazım? İlk cümlelerimden anlaşılabilir, Kürt sorununu bahane ederek veya gerekçe göstererek güvenlik harcamaları giderek artıyor. Dolayısıyla da burada eğer Kürt sorunu çözüldüğü zaman -yani Türkiye'de bunun nasıl çözüleceğiyle ilgili olarak konuşulabilir tabii ki ama- Türkiye'de gerçekten bir iç barışın sağlanmasıyla birlikte bu ülkenin inanılmaz bir ekonomik refahı yakalayabileceğini düşünüyorum.

Bakın, değerli arkadaşlar, bu literatürle ilgili söylediğim bir şeyin altını çizeceğim, belki hani sağduyunuza da hitap eder diye düşünüyorum. Şimdi, bu literatürde yazan çizen insanlar şunu söylüyor, özetle diyorlar ki: "Eğer bir toplumda gruplar var ise -yani çeşitli kültürel gruplar var ise- ve ikincisi de bu gruplar içinde bir biz duygusu gelişmişse, üçüncüsü de gruplar arasında yabancılaşma olmuş ise yani "biz ve onlar" olmuş ise bu, çok tehlikeli bir sosyolojik durumdur." diyorlar. Dolayısıyla da bu durumun olduğu her toplumsal örnekte sonuç, gerçekten çatışma olasılığıdır.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bir an için düşünün, Türkiye toplumunun geldiği yeri düşünün; bakın, Meclise ben birkaç defa konuşma yaparken de bunu söylemeye çalıştım: Türkiye'de siyasi partilerin her biri bir kimlik üzerine oturmuş durumda, her biri bir kimliğin hassasiyetlerini taşıyor. Bu, çok anlaşılabilir bir şey çünkü toplum, tek tür insandan oluşmuyor, farklı kültürlerden oluşuyor doğal olarak; tabii ki milliyetçisi, Türk milliyetçisi var, tabii ki dinci muhafazakâr olanı var, tabii ki sosyalist olanı var. Problem şu: Bütün bu farklılıkları bir araya getirip de bir biz duygusu üretebilir miyiz sorusudur esas olarak.

Bu kaçınılmaz olarak, demin vermeye çalıştığım örnek, burada nasıl biz birbirimizi dinlemiyorsak yani hep "biz"ler var, herkesin bir "biz"i var bir kere, herkesin bir "onlar"ı var. Arkadaşlar, bu, Türkiye toplumunda da böyle ve dolayısıyla da Türkiye toplumu da bence çatışma iklimi içinde olan bir toplum ve bu, bizim enerjimizi alıyor. Bu, Türkiye'nin enerjisini alıyor, Türkiye'nin gerçekten çocuklarına daha ileri bir refah toplumu vadedebilecek olan yeteneklerini, kabiliyetlerini, imkânlarını da yok ediyor.

Dolayısıyla da değerli arkadaşlar, buradan getirmek istediğim yer açık; sizler bir kısmınız, Halkların Demokratik Partisiyle ilgili olarak çok şey söylüyorsunuz. Bizi terörle, şiddetle ilişkilendiriyorsunuz. Olabilir, bunlar sizin kanaatiniz ama bir an için şöyle düşünün: Bir kere Halkların Demokratik Partisi defalarca söyledi ki: "Biz bir Kürt partisi değiliz." Ben ve benim gibi birçok insan Kürt değil mesela ama başta Kürtler olmak üzere, Türkiye'de sorunu olan... Ha, "Ya o, sorun değil." diyebilirsiniz ama bizim için önemli olan şudur: Bazı insanlar kendilerine karşı bir sorun hissediyorlarsa onu kabul etmemiz lazımdı. Yani ben açıkça söyleyeyim: Adalet ve Kalkınma Partisi bir zamanlar siyasete çıktığında ne diyorlardı? "Biz, İslami hassasiyetlerimizi gerçekleştiremiyoruz." diyorlardı ve belli haklılıkları da vardı. Dolayısıyla da birçok insan -benim de dâhil olduğum- onların bu hak mücadelesinde yanlarında durmaktan çekinmedik. Niye yaptık bunu? Çünkü değerli arkadaşlar, öyle hissediyorlar. Bu, önemli. Yani ben o sıralar üniversitede rektör yardımcılığı yapıyordum ve bulunduğum üniversitede başörtülü kızların YÖK'ten gelen emirler doğrultusunda içeri alınmamasına, derslere sokulmamasına karşı mücadele vermiş olan arkadaşlarınızdan biriyim.

Şimdi, Halkların Demokratik Partisine gelelim. Halkların Demokratik Partisiyle ilgili her şeyi söylüyorsunuz. Ya, bir de bunu düşünün ya. Bizim iddiamız şu değerli arkadaşlar, bütün bu toplumun farklılıklarını kapsayan bir biz duygusunu üretmemiz lazım ve birbirimizi yok ederek, birbirimize yabancılaşarak yapamayız bunu. Söylediğim gibi, yabancılaşma, gruplar arası yabancılaşma zaten çatışmayı potansiyel olarak artıran bir etki üretecekti. Dolayısıyla da, bakın, çok acı şeyler bunlar belki.

Şöyle bir şey oldu geçenlerde. Kamil Hoca'nın annesi öldü, rahmetli oldu. Ben de Kamil Hoca'yla bir seyahatte beraber olmuştum, ideolojik olarak herhangi bir şey konuşmadık, insani olarak konuştuk, akademisyendi o da, ben de akademisyendim, konuşacağımız konular vardı ve konuştuk. Ya, arkadaşlar, ben bir başsağlığı diledim diye haber oldu ya, haber oldu gazetelerde "Bir HDP'li bir MHP'linin annesinin ölümüne ilişkin böyle bir taziyede bulundu." diye. Bu, çok yazık değil mi arkadaşlar?

Yani ben açıkçası şöyle hissediyorum: Bizler sonuç olarak farklı ideolojilerden geliyor olabiliriz ama bizler bu toplumun insanlarıyız. Yani bizim tarihimiz var, birlikte yaşamışlıklarımız var. Dolayısıyla da bizim herhangi bir şekilde Türkiye toplumunun aleyhine bir şey arzu ettiğimizi söylemek hakikaten vicdansızlıktır, hakikaten kabul edilemez bir şeydir ama gerçek budur değerli arkadaşlar, yani Halkların Demokratik Partisi olarak bizler, sadece kendi kimliğimiz için değil -bakın, bunun altını çiziyorum- başka kendini mağdur hisseden bütün kimliklerin özgürlüğü için bir perspektif benimsemiş insanlarız. "Her şeyi biliyoruz." demiyoruz hiçbir zaman ama birlikte birçok şeyi bilebileceğimizi düşünüyoruz.

Onun için, ben buradaki gerginlikleri ve sonuçta, bazen hatta kavga noktasına gelen gerginlikleri Türkiye toplumuna benzetiyorum ve değerli arkadaşlar, tek çözümü de var gibi geliyor bana, o da birbirimizi tanımak, birbirimizle konuşmak, birbirimizle bir ilişki kurmak. Çünkü yani düşmanlaşmanın önüne geçecek olan tek şey budur. Biz niye birbirimizle doğru düzgün merhabalaşmıyoruz? Yani ben bunu yaşıyorum. Beni bilenler biliyor diyeyim, yani herkesle iyi ilişkisi olan bir insanımdır ben ama ona rağmen, bazen hissediyorum ki "Öteki, onlardan." diye düşünüldüğümü hissediyorum.

Değerli arkadaşlar, böyle bir anlayış herhangi bir şekilde Türkiye toplumunu refaha götürecek, Türkiye toplumunu demokrasiye ve özgürlüğe götürecek olan bir yol değildir. Onun için de yani dediğim gibi duygularınıza hitap etmek istemedim, sağduyunuza, aklınıza hitap etmek üzere birkaç şey söylemek istedim ve benim şahsen, kişisel olarak öğrendiğim, okuduğum, bildiğim şeyler, bana Türkiye toplumunun bu parçalanmış yapısının, baştan beri belki, bir ortak "biz"de buluşmasının yolunun tek yol olduğunu düşünüyorum, o da diyalogdur, diyalogdur, diyalogdur.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun, toparlayın.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Bitiriyorum zaten Sayın Başkanım.

Nitekim, bugün hayatını kaybeden insanlarla ilgili konuşmaları dinlediğinizde zaten göreceksiniz ki birbirimizi dinlememişiz. Yani çeşitli defalar söylenmeye çalışılmış ama dinlenilmemiş. Zaten burada, önerge meselesi, mesela, benim geldiğimden beri hep tuhafıma giderdi. Bir önerge veriliyor, reddediliyor, üstelik de reddedileceği bilinerek veriliyor ama ne ki işte, herkes o on dakikada, beş dakikada bir şeyler söylüyor. Ya, hakikaten anlayamıyorum yani Türkiye böyle mi kurtulacak? Ben doğrusu böyle bir kurtuluşu olduğunu sanmıyorum, hepinize saygılar sunuyorum.

Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)