| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 02 .11.2016 |
AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, Sayın Bakan, değerli bürokratlar, değerli basın ve Komisyon emekçisi arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum ve yeni yasama yılının hepimize hayırlı uğurlu olmasını diliyorum.
Şimdi, Sayın Bakan, ben çok tekrara kaçmadan, çünkü çok çakışan noktalar olduğu için, Sayın Temizel'in bıraktığı yerden veya kendi bakış açımla tamamlayarak devam edeceğim.
Şimdi, 2008'den beri başlamış olan, giderek büyüyen ve tedbirlere rağmen bir türlü giderilemeyen bir küresel krizle karşı karşıyayız Sayın Bakan. Dünyadaki ekonomik krizin ne kadar büyüdüğüne dair her gün yeni bir rapor, yeni bir makale ve tez yayınlanıyor. Bununla alakalı olarak durumun ciddiyeti artık tahmin ve öngörülerin ötesinde bir gerçekliğe tekabül ediyor. Hani, 2008 krizinin daha önceki küresel krizlerden çok farklı, çok daha derin, çok daha kapsama alanı geniş ve tedbirlerle giderilemeyeceğine dair hususlar maalesef bir tahmin değil, bir öngörü değil; tam aksine, çok farklı alanlardan ve bakış açılarından da belirtildiği üzere bilimsel çalışmalarla desteklenen bir küresel krizle karşı karşıyayız. Tabii, 1960'tan sonra yani İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra liberal politikaların, özellikle büyümelere cevap olmadığının anlaşılmasından sonra kapitalistlerin, kapitalist kurtarıcıların hemen yeni bir formül üzerinde çalışmaları, neoliberal sistemi önermeleri ve dünyada dolaşıma sokmalarının üzerinden yaklaşık elli beş yıl geçti. Ama, elli beş yılın özeti Sayın Bakan, Dünya Bankasından alınan verilere göre söylüyorum, şu grafik. Yani, elli beş yılın 1960'lar, 1970'ler, 1980'ler, 1990'lar, 2000'ler ve 2010'lardaki dünya ekonomisindeki büyüme oranı. Yani, neoliberal politikaların açığa çıkarmış olduğu sonuç şu. 1960'larda onar yıllık dilimler hâlinde dünya ekonomisindeki büyümeler ele alınmış. 1960'larda 5,39 olan dünya ekonomisindeki büyüme 1970'lerde 3,87'ye, 1980'lerde 3,6'ya derken, 2010'larda 2,62'lere gerilemiş durumda. Bunu, hani, nasıl bir küresel krizle karşı karşıya olduğumuzu ve 2008'in önceki küresel krizlerden ne kadar derin olduğunu özellikle göstermek açısından Dünya Bankası verilerinden faydalanarak sunmak istedim. Tabii, kapitalizm, krizden çıkış için geliştirdiği formülde -Sayın Temizel de ifade ettiler- bireysel alanı borçlar yığını içerisinde kalmış olan manipülatif özgürlük dünyası inşasına girişti.
Tabii, 2008 sonrası bu onar yıllık açığa çıkarılmış olan analiz raporlarından çıkarılan ve önerilen sonuç şu: Yapısal krizin etkileri adına ekonomi, bilim dünyası farklı tartışmalar yürütüyor ama bir noktada ortaklaşıyor. Bakın, sağdan, soldan veya merkezden, nereden bakarsanız bakın ekonomi yorumcularının, uzmanlarının ortaklaştığı bir nokta var. O da büyüyen, aşılamayan borç krizidir, borçlar krizidir. Buna göre, dünya borcu ile geliri arasındaki makas her geçen gün artıyor.
Yine, Dünya Bankası verilerinden hareketle bir rakamı sizinle paylaşayım. Buna göre, dünyada finansal olmayan borcun yani firma borcu, bireysel borç, devlet borcunun toplamı, Sayın Bakan, 152 trilyon dolara varmış, bu da şu anki dünya millî gelirinin 2 katını aşmış, bu da krizin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Dünyadaki millî gelirin 2 katını aşmış bir özellikle finansal olmayan borç gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Tabii dünyada bu kadar kriz var da ülkemizde durum ne, buna dair değerlendirmeme geçmeden önce şunu söyleyeyim: Ekonomik büyümenin düşmesine ve borç krizinin büyümesine rağmen bütün dünyada özellikle dünyanın yüzde 1'lik zengin kesiminin serveti büyümüş ve büyümeye devam ediyor. Bakın dünyada kriz derinleşiyor, özellikle de borç krizi artıyor, dünyada finansal olmayan borcun dünyanın millî gelirinin 2 katını aştığını söylüyoruz ama bu süre içerisinde her ne hikmetse dünyadaki yüzde 1'lik dilim içerisinde bulunan servet sahiplerinin serveti artıyor.
Peki, buradan hareketle yine özellikle belli rakamlar üzerinden ifade edeyim ki, bakın biz ne yapmaya çalıştık? Mali disiplin ve sorunların çözümü adına sadece son bir yılda Sayın Bakanla birlikte çalışırken şu Komisyondan geçmiş Genel Kurulda yasalaşmış bazı yasalara dikkatinizi çekmek istiyorum. Aynen biz de dünyadaki o yüzde 1'lik zengin kesimin servetini koruyan, onların mal varlığına halel gelmemesi, zarar görmemesi için yasalar çıkardık buradan. Bazılarını sayayım size: Asgari ücrete yapılan zamda işveren zorlanmasın diye SGK payının devlet tarafından üstlenilmesi gibi bir yasa çıkardık. Ne yaptık? Yarı zamanlı çalışmada özellikle çalışılmayan döneme ait prim borcunu işverene yüklemedik, İşsizlik Fonu'ndan karşılanması için yasa geçirdik burada. Ne yaptık? Maden işverenlerine verilen teşviklerle sermayeyi rahatlattık. Ne yaptık? Lüks konutlarda emlak vergisi muafiyetleri getirdik. Ne yaptık? Özel istihdam büroları kiralık işçi yasalarıyla sermayenin, sermayedarın, servet sahiplerinin yükünü hafifletme veya krizden en az etkilenmeleri, en az hasarla bu krizi atlatmaları için onları rahatlattık. Ne yaptık? Varlık Barışı Yasası'nı çıkararak kara paranın aklanmasına... Veya sermaye sahiplerinin bu ülkede olası krizden zarar görmelerini engelledik. Peki, iyi, güzel, sermayedarı rahatlatalım; iyi, güzel, onları buradan kaçırtmayalım, nasıl olsa son bir yılda 44 milyar dolar yabancı sermaye ülkeden çıkıp gitmiş. Peki, emekçiye dönük ne yaptık? Maalesef bütün bunlar bir hususu ispatlıyor. Alt sınıfın bütün açığa çıkmış krizin derdini çekmesiyle yüz yüze bıraktık, bırakmaya devam ediyoruz. Bakın bunların hepsini son bir yılda yaptık. Yani 55 ve 56'ncı Hükûmetler döneminde çıkardığımız yasalardan söz ediyoruz. Değilse, bizim krizin, aşılması mali disiplinin sağlanması ve bunlar için yasa çıkarılmasına karşı olduğumuz yok. Bunlar için gerekirse daha fazla çalışalım, daha fazla yasa çıkaralım ama yasayı sermayeyle emek kesimi arasında dengenin sağlanabileceği ve her ikisini de rahatlatabileceği, her ikisini de krizlere karşı koruyabileceğimiz yasalar biçiminde dizayn etmemiz gerektiğini tekrar hatırlatmak isterim.
Bir diğer husus: Türkiye'de 2000'li yıllarda iktidarlar ve bunların büyük bir çoğunluğunu, son on dört yılını mevcut siyasi partinin iktidarlarıyla geçirdik. Sert neoliberal politikaların uygulanmasına, toplumsal hoşnutsuzluğun büyümesini engellemek için iki temel program uyguladık, bakın iki temel program var AKP iktidarları döneminde. Birincisi: Sosyal yardım politikalarını arttırarak önceledik. İkincisi: Bireysel borçlanmayı alabildiğine arttırdık. Özellikle de sosyal yardımlar her ne hikmetse hep seçim dönemlerinde daha fazla ön plana çıktı. Yani iktidar bir yandan neoliberal politikaları özellikle yoksul kesime karşı kalıcı tedbirler üretmek yerine, onlara balık tutmayı öğretmek ve kendi karınlarını doyurmayı öğretmek yerine hazır balıklar vermek yani deyim yerindeyse -örneğim çok abes olmasın ama- sosyal yardımlarla geçiştirdik.
Peki, bütün bunların hepsinin ortak bir noktası var değerli arkadaşlar. Sermayeyi koruyan ama emekçiyi ona karşı göreli olarak her zaman daha fazla zorda bırakan bir ülke hâline geldik. Şuradan da Merkez Bankası Finansal Değerlendirme Raporu'ndan alacağım bir bilgiyi okuyayım, hani bireysel borçlanmayı alabildiğine teşvik ettik diye söyledik. 2008 yılında yani küresel krizin başladığı dönemde Sayın Bakan, özellikle Türkiye'deki borç, bireysel borç -hane borcu olarak söylüyorum- 128,9 milyar iken ve bu borç yüzde 36,6 iken bu her geçen gün arttı, 2013 yılında yüzde 55,2'ye -yani gelirinin yüzde 55,2'sini borçlarına harcamak zorunda kalan haneler ortaya çıkardık- 2014'te de 51,4'e... Yüzde 36'dan oralara kıyaslarsak hanelerin borcu 2008'e göre yüzde 50 arttı. Yani gelirinin yarıdan fazlasını sabit borçlara, hane borçlarına ödeyen bir toplum hâline dönüştük biz. Bunu tümüyle küresel krizlerle ilişkilendirerek örnek vermek istedim. 2008'de açığa çıkmış olan krize ABD, Avrupa Birliği ve Japonya gibi önemli merkezlerin politika yanıtı faizleri sıfırlamak ve parasal genişleme biçiminde olurken Türkiye gibi ülkelerde ise kriz sadece 2008-2009'da daralma olarak yaşandı.
Şimdi değerli arkadaşlar, bakın burada bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum. yaklaşık on, on bir ay önce, Sayın Bakan, orada otururken söylediğimiz bir hususa karşı maalesef tepki gösterdi. Kabinenin en zor koltuğunda oturan bakan olduğunu ifade ettik. Alınan siyasi kararların diğer bakanlıkları da şüphesiz ve bakanlıklardan topluma da yansıyan bir biçimde etkilediğini biliyoruz ama hiç kimseyi Sayın Bakan kadar etkilemiyor, sorumluluk altına sokmuyor, kafa yormasına, stres çekmesine sevk etmiyor. Bunu söylerken de şu açıdan söyledik: Küresel olarak, bölgesel olarak dünya bir kriz yaşıyor, onun üzerine biz bu küresel krizlerden kendimizi, bölgesel gelişmelerden kendimizi koruyan politikalar geliştirmek yerine iç politikada da bunu tetikleyen genel Hükûmet programlarıyla karşılaştık. Ve sahada bakın bölgesel çatışmalar yetmiyor gibi bölgesel çatışmaların parçası olmanın yanı sıra içte de bütünselliğimizi bozan iç çatışmalara ve savaşlara sevk edilen bir ülke hâline geldik. Tamam, kamu güvenliği açısından alınabilecek her tedbirin her hükûmetin ve devletin hakkı olduğunu savunduk ama bunu kamu güvenliğini tehdit eden örgütlerin dışarısına çıkararak toplumun bunu mağduru hâline getiren, toplumu bundan cefa çeken ya direkt bu çatışmalı ortamın parçası hâline getirdik ya da dolaylı olarak o çatışmalı bölgelerde olmayan insanların da bunun açığa çıkarmış olduğu ekonomik problemleri çekmesi sonucuna sürüklemiş olduk. Değilse, doğuda ve güneydoğuda açığa çıkan çatışmaların Kapalıçarşı'daki esnafın yarıdan fazlasının dükkânını kapatmasıyla ilişkisini biz buradan kuruyoruz. Bu nedenle Sayın Bakan en stresli bakanlık veya kabine koltuğunda oturuyor diye söyledik. "Kentler yıkılıyor." dedik. Sayın Bakan, haklı olarak o zamanki öngörüleri üzerinden "Hepsini inşa edebilecek kudretimiz, gücümüz var." dedi. Ama inşa edilmiş hiçbir şey yok. Bırakın inşa edilmeyi, yıkılan kentlerin özellikle ihalesi dahi yapılmamış daha bugün kadar. Biz bölgede yaşıyoruz ve sahadan konuşarak söylüyoruz ve çatışmaların, savaşların birer kara delik olduğunu ifade ettik. Bunları bakın sürecin bizi doğrulamış olmasından büyük bir üzüntü duyarak söylüyorum. Çünkü Sayın Bakan hedeflerini gerçekleştiremezse ben sevinemem, Sayın Bakan öngörülerini uygulayamazsa ben sevinemem, bundan siyasi rövanşist duygularla bir pay çıkaracak durumda değiliz çünkü Sayın Bakan hedeflerini tutturamadı mı bunun cefasını 79-80 milyon insan çekiyor. Diğer bakanlıkların da topluma etkileri fazladır ama hiçbirinin etki gücü ve genişliği Sayın Bakanın bakanlığı kadar etkili değildir. Bu yönüyle savaşlar ve çatışmalar kara deliktir; ekonomik kara deliktir, insani kara deliktir, vicdani ve ahlaki kara deliktir. Biz buradan bakıyoruz, buradan görüyoruz. Hem canlarımızı kaybediyoruz hem mallarımızı hem geleceğimizi kaybediyoruz. Biz Türkiye'nin içinde hiçbir çatışma olmasa bile, Türkiye iç barışını ve istikrarını sağlamış olsa bile Orta Doğu'nun bir parçası olması sebebiyle zaten bu sıkıntıları çekeceğini biliyoruz. Ama içteki birliği ve dirliği sağlaması, iç toplumsal barışı tesis etmesi durumunda Orta Doğu'daki süreçlere daha güçlü müdahil olabilecekken iç politikaların bunu tetikleyen, daha fazla yaralayan, daha fazla içteki yansımaları olumsuzlaşan politikalar üzerinden bugünlere geldik biz. Şimdi yabancı sermaye kaçıyor, ondan sonra Moody's'in özellikle açıklamış olduğu raporlar üzerinden Türkiye'ye dair kanaatlerine öfkeleniyoruz. Neymiş efendim? Moody's Türkiye'nin kredi notunu düşürerek yatırım yapılmayacak ülkeler arasına almış Türkiye'yi. Biz buradan ne diyoruz? Kredi notunu düşürdü diye öfkelenip işi siyasi olay çıkarmaya kadar götürebiliyoruz. "Bu karar siyasidir." diyoruz. Ama öte taraftan Başbakan Yardımcısı Sayın Şimşek "Biz bundan ders çıkarmaya çalışıyoruz." diyor. Yani Hükûmetin bir kısmının veya Cumhurbaşkanının, Başbakanın Moody's'in raporuna veya Türkiye'ye dair kredi notuna karşı öfkelenip yaptığı siyasi yorumlarla buna karşılık bir başka sorumluluk mevkisindeki Başbakan Yardımcısının "Biz bundan dersler çıkarıyoruz." demesi çok çok farklıdır. Hangi üst akıl Moody's'i yönlendiriyor bilemem ama Moody's'in Türkiye'nin kredi notunu yükselttiği, yatırım yapılabilir ülkeler hâline getirdiği raporları da ve kredi notunu yükselttiği dönemler de oldu. O zaman bizim için muteberdi de bugün bizim kredi notumuzu düşürdüğü, yatırım yapılamaz veya yatırım yapılabilir riskli ülkeler içerisine alınca mı bizim için itibarını kaybetti? O gün Moody's ne idiyse, ne kadar siyasal idiyse bugün de o kadar siyasaldır. O gün o derecelendirme kuruluşu birileri tarafından ne kadar yönlendiriliyor idiyse da bugün de o kadar yönlendiriliyor. Bununla alakalı olarak yeri gelmişken ifade edeyim. Burada Moody's'le ilgili, onun derecelendirmesi ve kredi notuyla ilgili ifade etmemiz gereken husus şudur, gerçekçi olalım: Moody's'in kararı siyasi mi değil mi tartışması yürütmeyelim. Şimdi bu karardan sonra "Türkiye ekonomisi neden Moody's gibi kurumların değerlendirmelerine bu kadar bağımlı ve onların bu kredi notlarından sonra Türkiye neden etkileniyor?" sorgulamamız lazım. Reddedebiliriz "Seni tanımıyoruz." diyebiliriz, bu işin kolayı. Ama gel gör ki bu kredi notlarını açıkladıktan sonra ülke ekonomisi etkileniyor mu, etkilenmiyor mu? Bizim kendimiz adına, toplum adına, 80 milyon adına bakmamız gereken noktanın bu olduğunu düşünüyorum ben. Değilse, öbür türlü siyasi görüşü üzerinden o kurumu değerlendirebilecek herkes kendi düşüncesini açıklamakta şüphesiz hürdür.
Bir diğer husus, özellikle şunu ifade edelim ki: Bakın ben not almıştım özetle geçeceğim. Sayın Temizel ayrıntılı değerlendirdi diye ben özetle geçeceğim. Yap-işlet modelleriyle şüphesiz köprü yapılabilir, tünel yapılabilir, farklı yatırımlara girişilebilir bunda hiçbir beis yok ama daha gerçekçi olabilir. Toplumu ve hazineyi yani bu ülkenin bütün insanlarının alın teri olan bütçeyi özel sermayeye peşkeş çekecek, onları daha fazla rahatlatacak projelerin altına imza atmak zorunda değiliz biz. Yap-işlet modellerinin daha gerçekçi, daha fazla halkı önceleyen, daha fazla dar gelirliyi önceleyen, sermayenin kâr payını biraz daha kısan koşullarda yapabiliriz. İnanın, bakın, öyle bir noktaya geldik ki hani ödeme garantileri üzerinden hedefler tutturulamazsa bunların zararları karşılanacak. Sayın Bakan belli bir noktadan sonra gidecek hani birilerinin yağmur duasına çıktığı gibi tünel, köprü duasına çıkacağız. Bu kadar insan geçsin ve hedef tutturulsun ki bir de bütçeden fazla para aktarmayalım diye buraya. Yani neredeyse hepimiz köprü, tünel duasına çıkacağız, hedef tutturulsun hazineden daha fazla hedefimiz dışında, planlamamız dışında bir ödemeyi buralara aktarmayalım noktasına varacağız.
Söylenebilecek çok husus var. Ben süremi aşmamak adına şimdilik burada bırakıyorum ama ilerleyen dönemlerde, sürelerde tekrar geri kalan bölümlerle ilgili düşüncelerimi ifade edeceğim.
Tekrar hepinizi saygıyla selamlıyorum.