KOMİSYON KONUŞMASI

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

Sayın Bakanımızı dinledik, aslında, herkes, hem muhalefet sözcüleri hem iktidar partisi sözcüleri Türkiye'nin bir ateş çemberi içinde olduğu, içeride ve dışarıda son derece önemli olaylara gebe olduğu, dört tarafımızdan düşmanlar, yedi düvel filan gibi konuşmaların yapıldığı günlerde, neredeyse savaş nağralarının atıldığı böylesi bir zamanda Sayın Dışişleri Bakanımız kısa bir konuşma yaptı ve konuşmasının yarısında da FETÖ'yle yapılan mücadeleyi anlattı. 440 FETÖ'cüyü de ihraç etmişler ama onların orada nasıl yuvalandıklarını -yuvalanmışlar, sızmışlar ama- nasıl sızdıklarını anlatmadı.

Değerli arkadaşlarım, Sayın Bakanım, Sayın Başkanım; gerçekten dünya kaynıyor yani küresel, ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. İşte, bunun altında enerji var, paylaşım var filan, bunlar çok söyleniyor, yazılıyor ama bunun bütün dünyaya yüklediği çok ağır sorumluluklar var, yükler var. İşte, göç; Türkiye'de çok açık, 3 milyon civarında, 3 milyona yakın -belki de geçiyor da kayıtlarda bu kadar var- Suriyeli ve başka göçmenler var. Terör; işte, bütün dünya uğraşıyor, Türkiye uğraşıyor içeride, dışarıda. Yanı başımızda Suriye'de olanlar, Irak'ta olanlar çok açık bir şekilde görülüyor. En önemlisi, dünyada müthiş bir ırkçılık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı had safhada. Nerede, neyin, nasıl patlayacağını bilmiyoruz ve hiç kimse yani bu işleri karıştıranlar varsa -arkadaşımız üst akıl filan dedi- birisi çıksın bir üst aklı tarif etsin. Var mı bizim Dışişleri Bakanlığımızın gerçekten resmî bir üst akıl tanımı? Bir tanımını yapın da anlayalım. Üst akıl filan dedi, neyse, o üst aklı yapanların ülkeleri de bu işlerden, bu küresel, büyük yüklerden kendileri muaf değil.

Yani küresel ekonomi, işte, paylaşım, enerji, bir sürü şeyler bu işin içinde var ama netice itibarıyla, neoliberal uygulamalar var. Bu neoliberal uygulamalar hem ülkelerin içinde değişik toplumsal sınıflar arasında hem de farklı ülkeler arasında çok ciddi, bugüne kadar bilmediğimiz, bugüne kadar bu şekilde hissetmediğimiz sorunlar, duygular oluşturdu. Alttakiler, zayıf olanlar, göçmenler bu neoliberal uygulamalarla sosyal devletin yok edilmesi özellikle, alttakilerin daha da fakirleşmesi, daha da ufalması, haklarını daha da kaybetmesi sonuçlarını doğurdu, böyle şeyler ortaya çıktı. Çok ilginçtir, böyle durumlarda buna sebep olanlara bakılması gerekiyor. İşte, neoliberal politikaları kimler uyguluyor; işte, zenginler mi, finans kapitalizmi mi, neyse buna bakacakları yerde birbirlerine daha çok düşman olmaya, öfkeleri birbirlerine yöneltmeye başladılar, birbirlerini boğazlamaya başladılar ve bu iş en zayıf olanlardan başlıyor. İşte, nedir Avrupa ülkelerinde? Amerika'da kim? Göçmenler. Bunların arasında da kim var? En zayıf olanlar, Müslüman göçmenler, şuradan gelenler, buradan başladı. Bu iş sadece...

BAŞKAN - Sayın Bekaroğlu, sözünüzü kesiyorum ama bilgi vereceğim. İnsicamınızı bozuyorum ama Sayın Bakanımızın Komisyonumuza simit ve kaşar ikramı vardı, eski kaşar; uygun görürseniz, simit, kaşarla burada akşamı geçireceğiz uygunsa, konuşmalara devam edeceğim.

Buyurun lütfen.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Sayın Başkanım, şeyimizi bozdunuz ama yemek, simit muhabbetine kurban etmeyelim çünkü çok ciddi, önemli şeyler konuşuyoruz, hiç de gülünecek filan değil. Yani ben bakan filan değilim, olup bitenleri çok da bilmiyorum, tahminlerde bulunuyorum Sayın Bakanım. Uyuyamıyorum çünkü benim çocuklarım var, ülkeyi seviyorum, insanımızı seviyorum, bu kadar rahat değiliz.

Şimdi, bu durum, ülkenin içinde bulunduğu bu durum diğer ülkeler arasında da böyle. Orta Doğu'ya yüklenmiş Birinci Körfez Savaşı'ndan başlayan, İkinci Körfez Savaşı, daha sonra da "Demokrasi geliyor." adıyla, "bahar" adıyla Orta Doğu'da esen şu rüzgârlardan sonra bakıyoruz, bütün bu kötülükler, bu zayıflamalar, fakirleşmeler, yoksullaşmalar, adaletsizlikler, demokrasi eksikliği, hak ve özgürlük eksiklikleri, bunların hepsinin müsebbipleri var. Arkadaşlar "üst akıl" diyorlar, onlar var ama onlara yönelecekleri yerde birbirlerine yöneliyorlar; işte, Sünniler Şiilere, Türkmenler Kürtlere, Kürtler diğerlerine. Böylesine müthiş bir denizin ortasındayız. Her an, her zaman insanlar -boğazlaşıyor da zaten- birbirlerini boğazlıyorlar. Şimdi, sanki şöyle görülüyor: Bu, işte, iki grup arasında filan gibi görülüyor. Öyle değil. Yani büyük savaşların şeyine baktığınız zaman, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı nasıl çıktı, ne oldu filan diye baktığınız zaman, o zamanda da altında işte üst akıllar, paylaşımlar, enerjiler, bir sürü şeyler vardı ama böyle küçük yerlerin ateş almasıyla patlak verdi ve bir anda bütün dünyayı sardı, 50 milyon insan öldü. Evet, Suriye'de 400 bin insan öldü, Irak'ta Körfez Savaşı'ndan sonra Amerika'nın Irak'ı işgal etmesinden bu yana ölenlerin sayısı artık çok tutulmuyor ama bağımsız araştırma kuruluşlarının "1,5 milyon" diye rakamlar telaffuz ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla, çok ciddi bir şeyle karşı karşıyayız, bütün bölge ve Türkiye. Şimdi, böyle bir ortamda, siz bir şeyler söylediniz Sayın Bakanım ama Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine, Plan ve Bütçe Komisyonu üyelerine, Dışişleri Komisyonuna da çok fazla gitmediğinizi söylediniz, onlara yani Meclise ne söylüyorsunuz? Yani Suriye'de ne oluyor? Gerçekten bu Fırat Kalkanı olayı orada küçük bir şeyle mi kalacak? Irak'ta ne oluyor? Türkiye niye orada? Biraz önce Sayın İhsanoğlu anlattılar, orada olan basit şeyler mi? Yani Musul'da, Musul temizlendikten sonra ne olacak onların statüsü, buradaki insanların durumu filan? Bu kadardan mı ibaret? Yoksa, Türkiye için çok stratejik durumlar mı söz konusu? Sayın Cumhurbaşkanımız çıkıyor, "1920'lerde değiliz." diyor. Ne demek? İşte, "Lozan hataydı." diyor, "Lozan problem, Lozan'ı aştık biz." diyor. Musul, Kerkük'e filan yönelmişken sadece oraya bakmıyor, dönüyor bir de adalara bakıyor. E, tamam, böyle mi gerçekten? Bu laflara baktığımız zaman, öyle çok basit "Oradaki Türkmenler ne olacak?" sorusuna cevap arayacak durumda değiliz, çok ciddi risklerle karşı karşıyayız. Öbür taraftan da bakıyoruz, evet, çok değişik gruplar var, çok değişik etnik yapılar filan var ama temelde bu coğrafyada -herkes biliyor, yıllardan beri konuşuluyor- işte, Sünni hilalinden, Şii neslinden filan söz ediliyor ve biliyoruz ki iki tane temel, birbirleriyle belki de Kasrı Şirin'den bu yana savaşmayan İran ve Türkiye var. Biri Şii dünyası, öbürü Sünni dünyası ve bütün burada çıkarı olan kim varsa, kim buraları karıştırmak istiyorsa, üst akıl, o akıl, bu akıl ne yapmak istiyorsa en net netice itibarıyla bu güçleri birbirlerine çatıştıracak. Böyle mi durumlar? Yani gerçekten, diyelim ki, farz edelim ki Haşdi Şabi girdi Musul'a, Telafer'e de gitti, Türkiye ne yapacak? Bu kadar kuvveti Irak sınırına sevk ederken böyle büyük riskler görüyorsunuz da mı sevk ediyorsunuz? Yani bunları bilmek isteriz. Ha, bunlar şeydir, genel cümlelerle anlatabilirsiniz, "Basının önünde bunlar anlatılmaz." diyorsanız kapalı yaparsınız Sayın Bakanım, ama çok basit olaylarla karşı karşıya olmadığımız çok açık, net.

Şimdi, bu bölgede Arap Baharı diye bir şey esti. Zaten Irak'ın işgal edilmesinde Hükûmetin politikalarını biliyoruz. Hâlâ Sayın Cumhurbaşkanı o politikanın doğru olduğunu, yani "Irak'a keşke biz de işgalci güç olarak girmiş olsaydık." diye söylüyor.

Lozan işine dönüp bir cümle söyleyecek olursam; yani, evet 1920 şartlarında değiliz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

(Oturum Başkanlığına Başkan Vekili Mehmet Şükrü Erdinç geçti)

BAŞKAN - Sayın Bekaroğlu, süreniz doldu, ek süre veriyorum.

Lütfen tamamlayın.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - 1914 şartlarında filan da değiliz, burada herkes bilir ama bunu hatırlatmak durumundayız. Niye bunu hatırlatmak zorundayım? Hükûmet bu konuda resmî açıklama yapmadı, siz böyle bir şey söylemediniz ama sizi destekleyen, yazan, çizen kanaat önderlerini filan şey yapıyoruz. Savaş naraları atıyorlar, "Gideceğiz, oraları alacağız, edeceğiz." diyorlar. Biz tarihi biraz okuyoruz. 1914'lerde, 1915'lerde de "Bugüne kadar kaybettiğimiz toprakları geri alacağız." filan diye o zaman, Osmanlı'da İttihat ve Terakki Hükûmeti zamanında savaşa taraf gösteriler yapıldı, nümayişler yapıldı, bir sürü olaylar oldu, büyük halk desteği alındı ve 2 milyon küsur kilometrekare topraklarla girildi Birinci Dünya Savaşı'na, çıktığımızda ne olduğu ortada. Hani "Lozan" filan diye şey yapıyoruz ama o çıkılan yerin adıdır Lozan Sayın Bakanım.

Dolayısıyla bütün bunlarla ilgili Dışişleri Bakanlığının bütçesini konuşurken bütün bunları değerlendirmek gerekiyor. Bu konularla ilgili bize bilgi vermek durumundasınız. Yoksa "Biz Fırat Kalkanı'yla girdik, Kürtleri de Fırat'ın doğusuna henüz atamadık ama atacağız." filanla geçiştirilecek, basit bir olay değildir. Eğer Türkiye hâlâ Kuzey Suriye Kürtleri çerçevesinden bakıyorsa -ki öyle baktığını hiç sanmıyorum- zaten batmış durumdayız çünkü onu aşan çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Bu ciddi durumu burada konuşmak gerekiyor.

Şimdi, Sayın Bakanım, gerçekten öteden beri tutarsız politikalarla karşı karşıyayız, bize öyle geliyor; öyle geliyor değil, açık, net. İsrail'le ilgili biraz önce siz de bahsettiniz, Sayın İhsanoğlu da açık açık konuştu. İsrail'le biz niye kavga ettik, yani ne oldu? Neydi? Ben tek tek maddelerine, anlaşmaya filan girmeyeyim. Neydi? Sonra niye tekrar barıştık ve ne elde ettik, yani bütün bu kavganın sonrasında ne elde ettik? Ne oldu? Rusya'yla ne oldu yani niçin uçağı düşürdük? Efendim, işte, FETÖ'cü şeyler... Yahu Sayın Bakanım, değerli arkadaşlar; kötü olan her şeyi birisine yazma, birisine havale etme alışkanlığı var. Öyle değil ki, o zaman Cumhurbaşkanı, Başbakan, dönemin Başbakanı ayrı ayrı emir verdiklerini filan söylediler, "Gerekirse yine düşürürüz." diye dünya kadar sözcünüz açıklama yaptı, bütün bunlardan dolayı bir sürü insan rahatsız oldu, mağdur oldu, zarar etti, öldü, vesaire. E, kim bunların bedelini karşılayacak?

15 Temmuzda bir darbeyle karşı karşıya kaldık Sayın Bakanım ve şimdi, bu kadar sorumluluğunuz var ve siz bunun darbe olup olmadığını anlatmak için bütün dünyada geziyorsunuz, bu kadar enerjinizi harcıyorsunuz. Peki, nasıl karşı karşıya kaldık bu darbeyle? Sayın bakanım "Kim aldı bunları buraya? Nasıl oldu yani? Bir tahkikat yapmadınız mı?" diye sordu. Yaptılar Sayın Bakanım tahkikat ama o tahkikatlarda o zaman Fetullah Gülen Cemaati'ne mensup olmak hiç de kötü bir şey değildi, hatta yanına bir yıldız atmanın sebebiydi. Bunun bir cezai sorumluluğu filan... Ama siyasi sorumluluğu olmayacak mı? Niye olmuyor? Böyle mi geçecek bütün bunlar?

Sayın Bakanım, sürem doldu, Sayın Başkanımız işaret etti, bir şeyle daha bitireyim. Bakın, bu ayrılmaları, bölünmeleri, kamplaşmaları, kutuplaşmaları görüyoruz bu coğrafyada ve millî politikalardan söz ediliyor. Sürekli şekilde millî ve yerli olandan, birlik, bütünlükten söz ediliyor; doğru da yapılıyor. Fakat başka bir şey daha yapılıyor, o da şu: Dış politika aynen, orada bulup bitenler aynen içeriye taşınıyor, içerideki problemler dışarıya taşınıyor; böyle bir karmakarışık durum var ve Türkiye'nin, gerçekte, bu karşı karşıya kaldığımız durumda yani "Bunun bütün sorumlusu sizsiniz, Hükûmettir, Adalet ve Kalkınma Partisidir." filan diye bir şey söylemiyorum ama sizin de çok büyük sorumluluğunuz var, on dört seneden beri bu ülkeyi yönetiyorsunuz.

Suriye politikası, İsrail'le ilişkiler, Rusya'yla ilişkiler, Mısır... Hiç konuşmuyoruz Bakanım, ne oldu? Bu kadar bağırdınız çağırdınız, ettiniz, şu kadar... Ne oldu şimdi? "Görüşmelere başladık." filan dediniz, niye baştan bağırıp çağırdınız da şimdi görüşmelere başladınız? Neyse, şuraya geliyorum: "Millî ve yerli" diyoruz. Bu millî ve yerli ya da birlik bütünlüğü sağlamak...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Bekaroğlu, ek süre de tamamlandı, son bir dakikada bitirin lütfen.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Bir iki dakika verin lütfen, bitiriyorum.

Önce bu işi içeride kurmamız gerekiyor. Bakın, önceden Türkiye'de, sizin zamanınızda, bundan üç beş sene önce yumuşak güçten bahsediliyordu ve bu güç belliydi yani Türkiye'nin iç barışıydı, demokrasisiydi, hukuk devletiydi, tabii, gelişen güçtü, ekonomisiydi filandı ve tarafsızlığıydı. Bunlar Türkiye'ye oralarda son derece geniş bir manevra alanı sağlıyordu. Bunları şimdi kaybettik.

Ve şöyle bir tehlike var Sayın Bakanım: Biz dışarıda böyle tehlikelerle karşı karşıyayken, yerlilikten, millîlikten, birlikten bütünlükten bahsederken millîliği de iç politikaya alet ediyoruz, milletin bir bölümünün millî olmadığını söylemek için dünya kadar enerji harcıyorsunuz. Yani milletin bir bölümünü, hatta muhalif olan herkesi millî olmayana yazmak için gayret ediyorsunuz. Bunlar yanlıştır Sayın Bakanım, bunlar yanlış. Biz muhalefet ediyoruz, bu ülkeyi en az sizin kadar seviyoruz. Dolayısıyla...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ediyoruz Sayın Bekaroğlu.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Başkanım, ağzımıza tıkma sözü, ne olur yahu? Burada önemli bir şey konuşuyoruz, ne var yani? Niye konuşmayalım? Nasıl müzakere edeceğiz?

BAŞKAN - Toleransımızı biliyorsunuz Sayın Bekaroğlu, zaten gerekli toleransı yapıyorum.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Yani bu, kanun mu? Değiştirsek, beş dakika daha versek kıyamet mi kopuyor bu ülkede?

BAŞKAN - Lütfen toparlayın.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Niye insanların konuşmasından bu kadar çekiniyorsunuz, korkuyorsunuz?

BAŞKAN - Bunda alınganlık yapacak bir şey yok Sayın Bekaroğlu.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Teşekkür ediyorum. Sağ olun. Alınmadım.