KOMİSYON KONUŞMASI

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, öncelikle, tam tutanak tutuyoruz değil mi? İlk toplantıda karar almıştık, tekrar...

BAŞKAN - Tam tutanak. Her zaman tam tutanak tutuluyor burada.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Tamam, peki.

BAŞKAN - Onun için biraz sessiz olursak daha rahat olur kayıtlar bakımından da arkadaşlar.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, Sayın Bakan, çok değerli kurum temsilcisi arkadaşlar, değerli basın mensupları; öncelikle Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla ilgili düşüncelerimi anlatmadan önce Sayın Bakanın biraz önceki güzel konuşması benim aklıma bir şey getirdi, onu paylaşmak istiyorum. Şehir hatları vapurlarında ilaç satarlar, Aspirin, Gripin, romatizmaya, nezleye, başa, dişe, siyatiğe, ne varsa bütün hastalıklara iyi gelir; Sayın Bakanın okuduğundan anladığı sistem böyle bir sistem; keşke öyle olsa ama öyle değil.

Ben burada milletvekili arkadaşlarımızı ama öncelikle Komisyon üyesi arkadaşlarımızı ikna etmeye çalışacağım. İkna edeceğime de inanıyorum, eğer söylediklerimi sabırla dinleyip, yarın, öbür gün üzerinde tekrar düşünürse arkadaşlarımız ve gerçekten demokrasiyi korumak istiyorsak ikna edeceğime inanıyorum; bu niyetle konuşuyorum, bu niyetle anlatacağım.

Değerli arkadaşlar, Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunduk bu Anayasa değişiklik teklifiyle ilgili. Önce şunu söyleyelim: Hepimizin bildiği, Anayasa'nın 148'inci maddesi var. Hani, şu soru sorulabilir... "Yahu, 'Anayasa'ya aykırılık' diyorsunuz ama zaten Anayasa'yı değiştiriyoruz. Dolayısıyla Anayasa'yı değiştirirken 148'inci maddeye göre Anayasa'ya aykırılık iddiası Anayasa değişikliklerinde sadece şekil açısından incelenebilir, esasa girilmez." diyecek ya da haklı olarak böyle düşünecek belki bazı arkadaşlarımız. Böyle olmadığını biliyoruz, böyle olmayacağını biliyoruz. Anayasa değişikliklerinin de içerik itibarıyla Anayasa'ya aykırılığının tartışılması gerektiğini, tartışılabileceğini ve tartışıldığını biliyoruz.

Anayasa'nın 1'inci maddesi açık, demin Sayın Bakan da söyledi, "Türkiye devletinin şekli cumhuriyettir." diyor, çok net. 2'nci madde cumhuriyetin niteliklerini sayıyor, işte "demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" ve diğer özelliklerini sayıyor. Bir de bir şey daha söylüyor, "Başlangıçta belirtilen ilkelere dayalı, demokratik, sosyal, laik hukuk devletidir." diyor. 3'üncü madde başkenti, İstiklal Marşı millî marşımız, vesaire, işte onları sayıyor; önemli değerlerimiz. Yani ilk 3 madde kurucu değerlerimizi ifade ediyor. 4'üncü maddede diyor ki: "Bunları değiştiremezsin, değiştirilmesini teklif dahi edemezsin." Bu kadar ilk 4 madde. Zaten teklifi hazırlayan arkadaşlarımız, Sayın Abdulhamit Gül ve Sayın Mehmet Parsak basın toplantısında bunu açıklarken, Sayın Parsak ısrarla "İlk 4 maddeye dokunmayan bir teklif bu." diye de anlattı burada.

Şimdi, biz diyoruz ki: "Hayır, bu, Anayasa'nın ilk 4 maddesine aykırı bir düzenleme." E, olsun canım, aykırıysa ne olur, Anayasa yeterli çoğunluğu alır, geçerse ne mahzuru var?" diyebilir miyiz? Diyemeyiz çünkü teklif yasağı, teklif edilemezlik hükmü Anayasa değişiklikleri için de geçerli. Bu, bizim Anayasa yargısı müktesebatımızda ortaya çıktı. Anayasa Mahkemesinin 2 tane kararı var tarihimizde bu konuda. Birincisi 2008 tarihli karar, öbürü de 2010 tarihli karar. Bakın, 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi diyor ki...

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Yozgat) - İkisinde de Anayasa'yı çiğnedi Anayasa Mahkemesi.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - O sizin görüşünüz Sayın Bakan, tıpkı Hükûmet, biraz önce anlattığınız sisteme...

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ (Yozgat) - Anayasa'yı paspas gibi çiğnedi.

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Sizin paket de çiğniyor demokrasiyi.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Bakın, ben size hiç müdahale etmedim, zevkle de dinledim. Sizi de ikna etmeye çalışıyorum.

BAŞKAN - Lütfen müdahale etmeyelim, herkes kendi görüşünü söylüyor zaten.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Bakın, 2008 yılında Anayasa Mahkemesi Anayasa'nın bazı maddelerinin değiştirilmesiyle ilgili Anayasa değişikliğini incelerken ve 5735 sayılı Yasa'yı... Hepsini okumayacağım, sadece iki kısa bölümü bununla ilgili diyor ki: "Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin 5735 sayılı Kanun'un 1 ve 2'nci maddelerinin Anayasa'ya uygunluğunu inceleyebileceğinin ve söz konusu maddelerin Anayasa'nın 10 ve 42'nci maddelerini değiştiren hükümlerinin cumhuriyetin Anayasa'nın 2'nci maddesinde belirtilen niteliklerine aykırı olup olmadığı, aykırı olduğuna karar vermesi hâlinde bu hükümleri Anayasa'nın 4'üncü maddesindeki değiştirme yasağına aykırılık nedeniyle iptal edebileceğinin kabulü gerekir." Yani "Ben bunu incelerim. Sen ilk 4 madde içinde bir değişiklik yapmasan bile, senin 10'uncu maddede ve 42'nci maddede yaptığın değişikliğin özü Anayasa'nın ilk 3 maddesinde tarif edilen ilkeleri ortadan kaldırıyorsa ben bunu incelerim." diyor ve inceliyor, sonuçta da onları iptal ediyor; o iptal kararı. Bu 2008, bunu geçtim.

Bir tane daha karar var 2010'da; iptal talebini reddediyor ama gerekçesi ilginç. Yani burada "Hayır, ihlal etmiyor." demiş ama "Ben incelerim" diyor. Orada da 5982 sayılı Anayasa'yı değiştiren Kanun'la ilgili açılan iptal davasında Anayasa Mahkemesi "Acaba inceleyebilir miyim Anayasa değişikliklerini esasa girerek yani 148'deki yasak beni engeller mi, sadece şekle mi bakacağım?"' diye soruyor kendine ve diyor ki: "Ben incelerim bunu." Aynen şöyle gerekçesi: "Anayasa'nın ilk 3 maddesinde değişiklik öngören veya Anayasa'nın sair maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğruya veya dolaylı olarak aynı sonucu doğuran herhangi bir yasama tasarrufunun da hukuksal geçerlilik kazanması mümkün olmadığından, bu doğrultudaki tekliflerin sayısal yönden Anayasa'ya uygun olması tasarrufun geçersizliğine engel oluşturmayacaktır. Anayasa değişikliklerinin içerik yönünden denetimi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez ilkelerin doğrudan ya da dolaylı olarak ortadan kaldırılıp kaldırılmadığı veya içeriklerinin boşaltılarak anlamsız hâle getirilip getirilmediğine yönelik ve bununla sınırlı bir denetim olması gerekir. Açıklanan nedenlerle ben bunu esasa girerek incelerim." Ama burada girmiş esasa, "Hayır, öyle bir aykırılık yok." demiş. Yani burada yanlış kısım o Sayın Bakan, "Hayır, yok." demesi; burada da var aykırılık ama "Yok." demiş, yanlış olan kısmı bu, bu hükmün.

Şimdi, değerli arkadaşlar, peki, burada neyi söylüyor Anayasa Mahkemesi? Aslında biraz şöyle makul bakarsak anlarız bunu. Örneğin, 102'nci madde Cumhurbaşkanının seçimini düzenliyor, değil mi? Şimdi şöyle bir Anayasa değişikliği getirsek 102'nci maddede, desek ki: "Cumhurbaşkanı bir kere seçildikten sonra kaydıhayat şartıyla Cumhurbaşkanlığına devam eder, bir daha seçilmez, ölünceye kadar Cumhurbaşkanlığı devam eder -Allah gecinden versin- ne zaman ölürse o zaman yeni Cumhurbaşkanı seçilir." Şimdi, 102'nci maddede böyle bir değişiklik hükmünü getirsek Anayasa değişikliği olarak ve 400 milletvekili, 550 milletvekili şu anda kabul etse, bunu geçirsek, 102'nci maddede yapılıyor bu değişiklik diye Anayasa'ya aykırılığını tartışamayacak mıyız bunun? Tartışacağız. Neye göre tartışacağız? İşte o ilk 4 maddeye göre, teklif yasağına göre. Yani siz oradaki "Demokratik, laik, sosyal hukuk devletidir, cumhuriyettir." ilkelerinin özüne aykırı bir Anayasa değişikliğini 3 maddenin içinde değil, başka maddede diye gösteremezsiniz.

Şimdi, biz meseleye onun için diyoruz ki: "Bu, Anayasa'ya aykırılık iddiasını bu çerçevede getirdik." Yani buradaki 21 maddenin önerdiği sistem demokratik hukuk devleti, demokratik cumhuriyet ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı. Anayasa'nın 4'üncü maddesi "Teklif edilemez." derken ne diyor? Başlangıç kısmında ne demiş? 1) "Kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanacaksın sistemde." Ötekileri, laik, sosyal hukuk devletini saymıyorum, konumuzla ilgili olanı söylüyorum. 2) "Türkiye devletinin şekli cumhuriyettir." diyor. 3) "Demokratik hukuk devletidir." diyor. Şimdi bakacağız, bu teklifte bu değerler korunuyor mu, korunmuyor mu? Korunuyorsa mesele yok, o zaman Anayasa'ya aykırı bir durum da yoktur, bunun incelenmesi de mümkün değil ama bizce korunmuyor. Bakın niye korunmuyor.

Şimdi sırayla bakalım. "Demokratik cumhuriyet" dediğimizde bunun ayırıcı özelliği ne? Türkiye'de cumhuriyetin ilan edildiği günden bu yana dönüp bakalım hangi seyri izlemiş. Cumhuriyetin özü egemenliğin kaynağı değil mi? Cumhuriyetin özü egemenliğin kaynağının millette, halkta olması; bunda mutabıkız, buna hiç kimse "Hayır." demez, hep millî egemenlikten bahsediyoruz. Peki, egemenliğin kaynağının millette olmasının ölçüsü nedir? Birinci, ilk vazgeçilmez koşul seçimdir; eyvallah. Serbest genel seçimlerle halk Cumhurbaşkanını, yöneticilerini, milletvekillerini seçecek yani yönetimi verasetle, soydan ya da başka bir şeyden değil, sandıktan alacak, milletten; bunda mutabıkız, hepimiz bunu söylüyoruz. Bu birinci koşul, değişmez koşul ama yeterli koşul mu? Hayır, bütün modern demokrasilerde egemenliğin millette olması kadar millette kalması da önemlidir. Bu ikisi birbirinden farklı şeyler. Bir: Egemenliğin millette olmasını seçim temsil eder ama o egemenliğin gerçekten millette kalması başka bir şey. Bunun için seçimle milletten alınan iktidarın, iktidar süresi içerisinde de milleti yok sayacak -beş yılda bir de olsa seçim- şekilde bütün devlet erkinin bir elde toplanmasını önlemekten geçer; ikinci koşul bu. Bu da "erklerin, egemenliği temsil eden erklerin paylaşılması" demektir. İşte o yasama, yürütme, yargı diyoruz ya... Egemenlik soyut bir kavram değil, millet egemenliği de soyut bir kavram değil, yasama, yürütme ve yargıda ifadesini buluyor ve siyaset teorisinin, hukuk teorisinin sürekli tartıştığı bir konudur, egemenliğin yansıması olan bu erkler bir elde toplanırsa ne olur, dağıtılırsa ne olur? Eğer milletin elinde olan, seçimle seçtiği egemenlik temsilcileri birbirlerini denetleyemez ve o güçler tek bir elde temerküz ederse, güçlerin tek elde toplanması söz konusu olursa orada artık demokratik cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir, sadece şeklî bir egemenlik devrinden bahsetmek mümkündür. Onun için demokrasiler bu çerçevede tartışılıyor, onun için diktatörler de sandıkla gelmesine rağmen bütün güçleri ellerinde topladığı için meşruiyetleri tarihsel olarak da tartışılıyor, gün içinde de, zaman içinde de tartışılıyor.

Burada sistemi demokratik yapan, egemenliğin gerçekten millette olduğunu gösteren şey güçlerin birbirini denetleyebilme gücüdür, yeteneğidir, sistemin buna göre kurgulanıp kurgulanmadığıdır. O yüzden siyaset teorisinde, Anayasa teorisinde "Egemenliğin kaynağı millettir." denir ama o kaynak Anayasa'yla verilir kullanan çeşitli devlet temsilcilerine. O yüzden "Yasama yetkisi Meclisçe, yürütme yetkisi Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanı tarafından, yargı yetkisi bağımsız mahkemelerce kullanılır." sözü oturulup masa başında yazılmış sözler değildir, tarihin içinden süzülüp çıkmış, gelmiş sözlerdir.

Bu sebeple, bir sistemin demokratik hukuk devleti, demokratik cumhuriyet olup olmadığını anlamak için güçler dengesine bakacağız, güçler ayrılığına ve güçlerin birbirini nasıl kontrol ettiğine bakacağız. Güçler bir elde toplanıyor mu, yoksa milletin emanet ettiği güç, o beş yıl içerisinde birbirini denetleyerek milletin bir gücün altında, devletin bir gücün altında ezilmesini önlüyor mu? Aslında bu egemenlik tartışması ve milletin egemen güç altında ezilesine karşı mücadele sadece demokrasilerin ve cumhuriyetlerin sorunu değildir, bütün sistemlerde vardır. Yani Osmanlıda da mesela padişahın reayayı bürokrasiye karşı koruma mücadelesi içerisinde iktidar mücadeleleri şekillenip gelmiştir; koruyabildiği ölçüde sistem iyi çalışmıştır, koruyamadığı ölçüde sistem bozulmuştur. Ama demokrasilerin ayrıldığı noktalar, bunların kurumsal olarak daha güçlü mekanizmalarla anayasal sınırlara bağlanmış olmasıdır, anayasacılık hareketinin özü de budur. Anayasacılığın bir iktidar sınırlama süreci olması da buradan gelir. Anayasalar iktidarları güçlendirme aracı değildir. Anayasalar, iktidarları sınırlayıp halkı ve milleti güçlendirme aracıdır, anayasacılık hareketi böyle ortaya çıkmıştır.

Şimdi, bu çerçevede baktığımızda getirilen sistemi ele alacağız sabırla, ben sizi ikna edeceğim, samimiyetinize güvenerek sizleri ikna edeceğim. Nasıl bir sistem getiriyoruz? Arkadaşlar, bu sistemin adı "cumhurbaşkanlığı sistemi", Sayın Bakan da öyle ifade etti. Aslında, önce başkanlık sistemi olarak anlatıldı, Sayın Başbakan da "Biz yaparsak tam yaparız, bunun aslı başkanlık sistemidir." dedi. Daha sonra, görüşmeler sırasında, "Hayır, cumhurbaşkanlığı sistemi." dendi, Başkanlık sisteminden, isimden şu veya bu şekilde rahatsız olunarak. Ama isabet oldu, böyle söylenmesinde isabet oldu çünkü bu gerçekten başkanlık sistemi değil, bu getirilen sistem başkanlık sistemi değil. başkanlık sisteminde güçler birbirinden kesin olarak ayrıdır ama güçler hiçbir zaman bir elde toplanmaz. Başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığına dayanır ama kuvvetlerin birbirini ciddi biçimde denetleyebildiği bir denge denetim mekanizmaları vardır sistemin. Gücün tek elde temerküzüne dönük hiçbir fırsat vermez başkanlık sistemleri. Onun için, dünyada tek demokratik başkanlık sistemi Amerika Birleşik Devletleri'ndekidir ve o sistemde, sistemin freni olan, gücün tek elde toplanmasını önleyen ne varsa bu getirdiğiniz sistemde onları kaldırmışsınız bunlar sistemin tıkanmasına sebep oluyor diye; tam tersine, yürütmenin hiçbir sınır tanımadan yönetebilmesinin yolu neyse, bazen parlamenter sistemin bir mekanizmasını alıp buraya koymuşsunuz -fesih mekanizması gibi- bazen hiç olmamış bir şey icat etmişsiniz, onu koymuşsunuz ve evet, kendine özgü bir sistem yaratmışsınız ama bu kendine özgü sistem çok orijinal bir sistem değil, tarihte ortaya çıkan diktatörlüklerin cumhurbaşkanlığı sistemi diye tarif edildiği bir sistem. Bunun adı otoriter rejim, bir diktatörlük rejimidir. "Otokrasi" deyin, "Otoriter rejimlerin içerisinde özel bir otoriter rejim icat ettik." diyebilirsiniz, eyvallah, özel bir otoriter rejim icat etmiş olabilirsiniz ama böyle bir tablo var.

Şimdi, bir de şu anlatılıyor, buna açıklık getirmek lazım: Bu sistem bir hükûmet sistemi değişikliği mi, bu değişiklik bir hükûmet sistemi değişikliği mi yoksa bir rejim değişikliği mi? Sayın Başbakan ve teklif sahipleri diyorlar ki: "Hayır, bu bir rejim değişikliği değildir, bu bir hükûmet değişikliği önerisidir, teklifidir. Hükûmet sisteminde parlamenter sistem yerine, önce 'başkanlık sistemi' deniyordu, sonra 'cumhurbaşkanlığı sistemi' diye bir sistem icat ettik, budur." Hayır. Bu bir sistem değişikliği değil, bu bir rejim değişikliğidir. Niye? Biraz önce anlattığım, demokratik cumhuriyetten otoriter diktatörlüğe geçiştir, bu tam da bir rejim değişikliğidir. Türkiye'nin demokrasisi mükemmel bir demokrasi değil, hiç öyle mükemmel olmadı, bunu biliyoruz; görevimiz, mükemmelleştirmek. Türkiye'de demokrasiyi mükemmelleştirmek için elimizden geleni yapalım, eksiklerini giderelim ama bu, eksik gedik, aksak topal demokrasiye yönelen, rotasını oraya yönelten bir sistemin, tarihinden bu yana rotasını demokrasideki dalgalanmaları, demokrasi eksikliklerinden kaynaklanan dalgalanmaları ortadan kaldırıp da doğru bir hatta yürütme teklifi değil; tam tersine, tamamen rotayı geri çevirip bir başka alana, otoriter bir rejime sürükleme. O yüzden, bu, bir rejim tartışması, rejim sorunu yaratacak bir tekliftir. Bu nedenle, Anayasa'nın 1, 2 ve 3'üncü maddelerinde tarif edilen demokratik cumhuriyet rejiminden sapıp bir otoriter diktatörlüğü yaratma rejimi ve planıdır.

Şimdi, burada niye söylüyorum bunu? Güçler ayrılığı yoktur diyoruz, güçler birliği sistemine taşımış Türkiye'yi. 1921'de ilk Anayasa yapıldığında, Millî Mücadele döneminde evet, bir Meclis hükûmeti vardı, güçler birliği vardı, Meclisteydi. Kimse de zaten, Millî Mücadele dönemini demokrasi ya da demokratik cumhuriyet diye tartışmıyor ama oradaki birinci adım şuydu: Egemenliğin kaynağını saltanattan alıp, saraydan alıp, bir aileden alıp millete vermek. Demokrasinin birinci adımı, cumhuriyetin birinci adımı, dedim ya, egemenliğin o ilk şartı, gerekli olan şart ama yeterli olan şart değil. O zaman onu yaptılar ve o günden bu yana bizim bir tarihî birikimimiz var, adım adım demokrasimizi güçlendirmeye çalışıyoruz.

Şimdi, bu teklif önümüze nasıl geldi? Bunu biliyoruz. Fiilî durumun hukukileştirilmesi çabası olarak önümüze geldi. Bunu ben söylemiyorum, bunu, Sayın Devlet Bahçeli, grup konuşmasında "Ortada bir fiilî durum var, Türkiye bu fiilî durumda yürüyemez. Onun için, ya anayasal sınırlarına çekilsin Cumhurbaşkanı ya da getirin anayasa teklifinizi, görüşelim." dedi, onun için bugün bu noktadayız. Bu bir tercihtir, ben Sayın Devlet Bahçeli niye böyle dedi demiyorum, bir durum tespiti için söylüyorum. Şimdi, değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri; fiilî durum, hukuk dışı bir durumdur, fiilî durum, Anayasa dışı bir durumdur. Bir durumun fiilî durum olduğunu ikrar etmek ve "Anayasa'yı fiilî duruma uyduralım." demek "Anayasa dışı, hukuk dışı bir duruma teslim olalım." demektir. Böyle bir anayasa değişikliği başlangıcı olmaz. Yola çıkarken böyle yanlış çıkarsanız o yolda doğru bir sonuca varmamız mümkün değil.

Bir başka önemli nokta: Anayasa'yı çiğneyip, fiilî durum yaratıp fiilî duruma anayasayı uygulama tarihte yaşanmış mıdır? Yaşanmıştır. Kimlere özgüdür, hangi yapılara özgüdür? Darbe yönetimlerine özgüdür, bunun en tipik örneği darbelerdir. Darbeler önce fiilî durum yaratırlar... Hani, 15 Temmuz darbesi var ya, Parlamentoda hep beraberdik Sayın Bakan, üzerimize bombalar atıldı, güçlü bir direniş gösterdi Parlamento. 15 Temmuz darbesi gerçekleşmiş olsaydı bir fiilî durum yaratacaklardı, o fiilî durumun anayasasını yapacaklardı. Tarihimizde bu var. 1960 darbesi bir fiilî durum yarattı, kendi anayasasını yarattı. 12 Mart 1971 Muhtırası bir fiilî durum yarattı, anayasa dışı bir durum; kendi hukukunu yarattı, Anayasa'nın çok sayıda maddesinde değişiklikler yaptı o çerçevede. 12 Eylül 1980 darbesi, darbeyi yaptı, fiilî durum yarattı, askıya aldı Anayasa'yı, arkasından da döndü, kendisi, kendi anayasasını yarattı. Uzatılabilir bu örnekler. Şimdi, bugün yeni bir fiilî durum yaratılıp o fiilî durumun anayasası yapılmaya çalışılıyor, çıkış yolundaki problem budur. Bakın, aslında, bakarsanız, bu da bir başka darbe sürecinin sonucu. Kabul edersiniz, etmezsiniz, bakış açıları farklıdır, tıpkı Sayın Bakan ile bizim bu teklife bakış açımız gibi. Biraz önce dedim ya, öyle bir tablo anlattı ki içeride bunlar, söyledikleri yazıyor olsa ben imza atacağım altına ama yazmıyor, öyle değil. Şimdi, benim bu söylediklerime de katılmayacak birçok arkadaşımız olacaktır. Mesela, bundan önce bir saray darbesi yaşandı mayıs ayında, seçilmiş bir Başbakan şu anda yürürlükteki Anayasa'ya göre yetkisiz bir Cumhurbaşkanı tarafından çağrıldı, istifası alındı elinden ve bir Hükûmet değişikliği yapıldı, Hükûmet değişikliği Anayasa dışı bir tutumla yapıldı; bu bir, mayıs darbesi. İkinci darbe girişimi 15 Temmuzda yaşandı, Allah'a şükür, hep beraber engelledik. Geçmişine gitmiyorum, o ayrı bir tartışma, buranın tartışması değil ama 15 Temmuzu hep beraber engelledik, bu girişim başarısız oldu. Ama arkasından, bundan bir demokratik çıkış yolu açmamız gerekirken, bu konuda ikaz etmiş olmamıza rağmen, güçlü bir demokrasi yaratmamız gerekirken bu bir fırsata dönüştürülmek istendi, Parlamento devre dışı bırakılarak 20 Temmuzda olağanüstü hâl ilan edildi ve Türkiye OHAL rejimi içerisine girdi. OHAL rejimi uygulamalarına baktığımızda, Türkiye bir 20 Temmuz darbesiyle karşı karşıya kaldı. Bunu bir siyasi polemik için söylemiyorum, bu analizin sonunda bugüne geleceğim, buraya bağlayacağım, onun için söylüyorum. İşte, 15 Temmuz darbesi başarılı olamadı ama 20 Temmuz OHAL darbesi bugün kendi hukukunu yaratıyor. Daha önce yaratılan fiilî durum olağanüstü hâlin ilanından sonra daha etkili, daha geniş bir şekilde, özellikle, OHAL kanun hükmünde kararnameleriyle uygulandı ve bugün, işte, o 20 Temmuz darbesinin hukuku burada yaratılmaya çalışılıyor yani yeni bir darbe sürecinin hukukuyla karşı karşıyayız. Artık darbe hukukunu konuşurken 12 Eylül darbe hukukunu konuşmaktan çok, sanıyorum, 20 Temmuz darbe hukukunu konuşmak zorunda kalacağız Türkiye'de.

Şimdi, bu tablo neyi yaratıyor? Sayın Bakan öyle ilginç anlattı ki keşke bunları bulabilsem içinde diyorum. Bakın, önce şu bilinsin: Hiç kimseyle meşgul değiliz. Hangi makamda kimin oturduğu, bugün kimin oturduğu, yarın kimin oturacağıyla meşgul değiliz. Peşinen, şu bilinsin ki: Bu tabloda ben de cumhurbaşkanı olsam ben de diktatör olurdum, bu kadar açık. Çünkü iktidar şehvetli bir alandır, iktidar çekicidir. İktidar gücünü kullanmak, her zaman sınırsız bir şekilde insana "Ne kadar yetki varsa elimde kullanayım." düşüncesi verir. İktidar insanı kirletir, iktidar kurumları kirletir, böyle bir özelliği vardır. Kötüdür demiyorum, gerekli önlemleri almazsanız iktidar kirletir. İşte, demokrasinin güzelliği iktidarın kirletmesine karşı kurumsal önlemlerin alınmış olmasıdır. Bu sistem, yarın kimin seçileceğiyle ilgili, bugün kimin olduğuyla ilgili değil, bu sistemle kim gelirse gelsin Türkiye'de bir diktatör yaratırız. Tercihimiz buysa, eyvallah, bu da bir tercihtir ama bizim tercihimiz bu değil, ben, milletvekillerinin tercihinin de bu olmadığını düşünüyorum.

Şimdi, bakın, biraz önce anlattım, güçlerin ayrılıp birbirini dengeleyebilmesinden bahsediyoruz. Şimdi, öyle bir teklif geliyor ki bu teklifle Başbakan ve Bakanlar Kurulu kaldırılıyor, bakanlar bakan olarak kalıyor ama bugünkü anlamıyla Bakanlar Kurulu yok. Yürütme yetkisi cumhurbaşkanına veriliyor, bir kişiye. Cumhurbaşkanı dediğimde soyut bir şey düşünün, hiçbir isim takılmasın kafanıza bugüne ve yarına ilişkin. Evet, ben de olsam ben de diktatör olurum. Cumhurbaşkanı dediğimizde soyut bir şey düşünün. Bu anayasa değişikliğiyle getirilecek cumhurbaşkanı yetkili ama sorumsuz, hesap vermeyen ve denetlenmeyen bir cumhurbaşkanı. Bunu niye söylüyorum? Bakın, cumhurbaşkanı yürütmenin başı olacak. Tamam, bir tercihtir yani gerçekten, başkanlık sistemlerinde de yürütmenin başıdır ve kendi bakanlarını, başkan yardımcılarını atarlar ama yürütmenin başı olan cumhurbaşkanını denetleyen başka mekanizmalar vardır. Şimdi, yürütme yetkisi doğrudan cumhurbaşkanına veriliyor, cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcılarını -şimdiki başbakan yerine, onun muadili- tayin edecek, aynı zamanda, bakanları tayin edecek yani bugün bildiğimiz Bakanlar Kurulu, hükûmet etme yetkilisi dediğimiz kurulu tek başına belirleyecek. Şimdi, bu bakanlar tayin edilirken bu heyetin Türkiye Büyük Millet Meclisinin, bizlerin, hani millî irade diyoruz ya, milletin seçtiği bizlerin bunları onaylama yetkisi yok. Bugünkü güvenoyu kurumu kalkıyor. Sayın Bakan "Millet verecek güvenoyunu." diyor; e, bizi kim seçti? Millet versin beş senede bir güvenoyunu ama beş seneden önce o bakanlarla ilgili, yürütme yetkisini kullanacak bakanlarla ilgili güvenoyu yok. Peki, başkanlık sistemi deniliyor ya, hani, Amerika'da başkanlık, niye başkanlık değil? Amerika'da devlet başkanı bakanları atadığı zaman Senatonun onayına tabi. Ne oldu? Meclis yok, o kaldırılıyor. Niye? O mekanizma, denge denetim mekanizması, bize uygun değil, Türk tipinde denge olmayacak, denetim de olmayacak; kaldırdınız.

Şimdi, devam edelim; burada bu cumhurbaşkanı ve bakanlar Meclise hiç hesap vermeyecekler. Gensoru müessesesi yok, gensoru kaldırıldı. Yani bakanların uygulamalarıyla ilgili, cumhurbaşkanının uygulamalarıyla ilgili Meclis böyle bir denetim mekanizmasından mahrum. Bakanlar kime karşı sorumlu? Kendisini atayan cumhurbaşkanına karşı sorumlu. Cumhurbaşkanı onları atayacak, görevden alacak ama milletin seçtiği bir başka kurum Türkiye Büyük Millet Meclisinin böyle bir yetkisi yok.

Peki, temsil gücü açısından dönün bir bakın bakalım hem mevcut Anayasa'ya göre hem de değişiklik eğer geçerse ondan sonra ortaya çıkacak anayasaya göre temsil gücü en güçlü organ hangisi; Türkiye Büyük Millet Meclisi mi cumhurbaşkanı mı? Türkiye Büyük Millet Meclisi. Eğer sayısal, oransal olarak bakıyorsanız, Sayın Bakan "Yüzde 51" dedi, yüzde 51 değil, şu Anayasa'ya göre yüzde 40'la da cumhurbaşkanı seçebilirsiniz. "Geçerli oyların salt çoğunluğu" diyor. Yani son iki turda kalan, ikinci turda 2 kişi arasında geçerli oyların... Birinci turda geçerli oyların salt çoğunluğu, ikinci turda 2 kişi arasında en çok oyu alan geçerli oylardan, en fazlayı alan seçiliyor. Öyle bile olsa, yani yüzde 51 bile olsa Parlamentoda bugün grubu bulunan 4 tane siyasi parti var, yarın 5 tane olur, öbür gün 3 tane olur ama temsil oranı hiçbir zaman yüzde 80'in, yüzde 90'ın altına düşmez. Milletvekillerinin temsil oranı millette her zaman cumhurbaşkanının temsil oranından daha yüksektir. Ee, şimdi, siz bakanların denetimini, sorumluluğunu, hepsini cumhurbaşkanına karşı bu sorumluluğu veriyorsunuz ama Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütün denetim imkânlarını elinden alıyorsunuz. Bu, artık hiç denetlenemeyen bir cumhurbaşkanı.

"Meclis araştırması var." deniliyor. Ee, var Meclis araştırması; olur işte, bugün oluyorsa yarın da olacak Meclis araştırması nasıl olacaksa.

Bir başka şey daha var; bu cumhurbaşkanı bakanlıkların sayısını istediği gibi belirleyecek. "Bakanlıkların Kuruluş Kanunu" diyeceğimiz, kanun değil teknik adı ama fiilen kanun gibi kararnameyle belirleyebilecek; yetkilerini, idari teşkilatını, bölge müdürlüklerini, hangi bölgede disiplin işlerine kadar bütün idari yapının devlet yapısını cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle belirleyebilecek; yani devleti bir kişi kararnameyle kurabilecek, bunun anlamı budur arkadaşlar. Bugünkü Anayasa düzenimizde ne? Hayır, kanunla yaparsın, bunu kanunla yaparsın ancak bazı bakanlıkların kurulup kaldırılmasında hükûmet kurulurken o da kanunun verdiği yetkiye dayanarak yapılabilir burada.

Şimdi, bu konuda bir kişiye bakanları atama, bakanlıkları belirleme, bakanları azletme, bakanlıkları kaldırma, bakanlıkların ilçe müdürlüğüne kadar en küçük daire müdürünün, amirinin, öğretmenin, sağlık memurunun nasıl çalışacağına kadar her şeyi belirleme yetkisini bir kişiye veriyorsunuz; bu, yasama yetkisinin devridir arkadaşlar, hiç bunun başka bir adı yoktur ve tarih bizi affetmez.

Bakın, devam edelim; şimdi, bütün bunları yapacak ama yargılanamayacak bir cumhurbaşkanı. Bunu özellikle vurgulayarak söylüyorum çünkü bu paket anlatılırken "Bugünkü Cumhurbaşkanının mevcut Anayasa'nın hükümleri çerçevesinde yargılanması neredeyse mümkün değil, yetkileri çok geniş ama sorumluluğu yok, biz sorumluluk getirdik." diye anlatılıyor. Bu böyle değil, bu böyle değil. Niye böyle değil? İki benzer şeyi karşılaştırırsanız doğru karşılaştırma yaparsınız. Önce şunu bileceğiz: Bugünkü Anayasa'da yazan cumhurbaşkanı, tarif edilen cumhurbaşkanı bu teklif geçtikten sonra ortaya çıkacak cumhurbaşkanıyla aynı cumhurbaşkanı mı? Bu cumhurbaşkanı bu cumhurbaşkanı değil, bu cumhurbaşkanıyla bu cumhurbaşkanı aynı cumhurbaşkanıysa o zaman haklısınız, cumhurbaşkanının sorumluluğu, yargılanabilmesi artırılmıştır; eyvallah ama öyle değil ki, öyle değil. Bakın, neyi ne kadar artırmışsınız? Bir kere, şu anda Cumhurbaşkanının bize göre parlamenter sistemde olmaması gerektiği kadar fazla yetkisi var. Biz bunu bugün söylemiyoruz, 82 Anayasası tartışılırken de rahmetli Uğur Mumcu yazdı köşesinde, söylüyorduk "Cumhurbaşkanın yetkileri fazla." diye, hep söyledik cumhurbaşkanın yetkilerini daraltmaya ve klasik parlamenter sisteme çekmeye hazırız, hep beraber yapalım bunu. Ama bu Cumhurbaşkanı dahi yani şu anda yetkileri fazla dediğimiz Cumhurbaşkanına göre dahi yetkisi en az 10 kat fazla bir cumhurbaşkanı tarif ediliyor yeni değişiklikte. Biraz önce anlattım, biraz sonra da devam edeceğim, sadece söylüyorum, bakanları, Bakanlar Kurulunu, tek başına yürütmeyi temsil edecek. Yargıyı nasıl tek başına kontrol edebileceğini anlatacağım biraz sonra, yasamayı nasıl tek başına kontrol edebileceğini anlatacağım yani devletin üç erkini elinde bulunduracak, yasama, yürütme, yargıyı elinde bulunduracak yetkiye sahip bir cumhurbaşkanı yaratıyoruz burada. Başbakan ve bakanların kullandığı yetkilerden kat kat fazla yetki kullanacak bir cumhurbaşkanı yaratıyoruz. O zaman makul düşünce en azından şu soruyu sorup şu cevabı verir: Demek ki bakanların, başbakanın ve bakanların mevcut Anayasa'daki başbakanın ve bakanların yetkilerinden daha fazlasını kullanıyorsa işlediği iddia edilen suçlarla ilgili sorumluluğu en az şu andaki mevcut Başbakan ve bakanların sorumluluğuyla denk olsun. Adalet duygusu bunu gerektirir, terazinin bir kefesini ağırlaştırırken öbürünü de ağırlaştırırsınız ki dengeyi sağlarsınız; oysa öyle değil.

Bakın bugün Sayın Bakan -olmasın da- herhangi bir suç nedeniyle suçlandırılmak istenirse 550 milletvekili olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin yüzde 10'u yani 55 milletvekili Meclis soruşturması isteyebilir; 55 milletvekili, yüzde 10. Meclis soruşturması açılması için basit çoğunluk lazım yani 138 milletvekili bile yeter. Eğer 270 milletvekili varsa o gün toplantıda, asgari karar yeter sayısının 1 üstü 138 milletvekiliyle Meclis soruşturması açılabilir, Yüce Divana sevk için de salt çoğunluk gerekir, yüzde 51; 276 yani 550'nin yüzde 51'i. Bugünkü sistemde Sayın Başbakanın da sayın bakanların da işledikleri iddia edilen bir suç nedeniyle yargılanabilmeleri için böyle bir tablo var.

Şimdi, tarif ettiğimiz cumhurbaşkanı bugünkü Anayasa'da tarif edilen tarafsız, yetkileri sınırlı bir cumhurbaşkanı değil, hem Sayın Bakanın hem Sayın Başbakanın yetkilerini kullanacak hem de daha fazlasını kullanacak; ihale yapabilecek, bürokrat atayabilecek, ihale mevzuatını değiştirebilecek, kanun çıkarabilecek -adı kanun değil kararname ama niteliği kanun- bunları çıkarabilecek yani bugünkü Cumhurbaşkanının suç işleyebilme imkânının 100 misli imkân elinde olacak ama yargılanması söz konusu olduğunda -tabloya bakın- 10 kat daha zor yargılanması. Niye daha zor? Meclis soruşturması istemeniz için önce Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğu lazım yani şu anda Yüce Divana sevk için gerekli nisap orada sadece "Bismillah" deyip işe başlamak için gerekli olan nisap daha yola çıkarken. 600'ün salt çoğunluğu 301. Devam edelim: İki, hadi buldun, bir şekilde baktın Meclis vicdana geldi "Ya, olmaz bu kadar da" dedi, buldu; geldi Meclis soruşturması açılması için beşte 3. Ötekinde basit çoğunluktu, şimdi bugünkünde yani 138 bile yetiyordu katılan sayısına göre ama beşte 3; isterse 600 milletvekilinin hepsi olsun 360 kişi "evet" demediği sürece soruşturmayı açamıyorsun bırak yargılamayı. Hadi onu da yaptın, ondan sonra Yüce Divana sevk etmen için üçte 2 çoğunluk yani 400 milletvekili. Şu anda kaç? Salt çoğunluk; Anayasa'yı değiştirecek çoğunluk oranı nisabıyla ancak Yüce Divana... Şimdi denilecek ki "ee, bugün beşte 4" Ya, iyi, bugün beşte 4 de bugünkü Cumhurbaşkanı o cumhurbaşkanı değil, tarif edin o cumhurbaşkanını; eyvallah.

Şimdi, bu bir; sorumlulukla ilgili yani öbür sorumluluklarını bıraktık, siyasi sorumluluğu, vesaireyi zaten onlar hak getire ama cezai anlamda yargılanamaz bir cumhurbaşkanı yaratılmış burada. Öyle bir cumhurbaşkanı ki herkese dokunabilecek ama kendisine dokunulamayacak bir kadiri mutlak şahsiyet; bu olmaz arkadaşlar.

Bu yetmez, sadece bununla kalınmamış, hadi cumhurbaşkanıyla ilgili çeşitli gerekçeler anlatılıyor, doğru değil de, anlattım niye doğru olmadığını, cumhurbaşkanının tayin ettiği cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar için de aynı nisaplar getirilmiş. Yani cumhurbaşkanı, Meclisin güvenoyu veremediği, gensoruyla düşüremediği, hesap soramadığı bakanlar için de işlediği bir suç nedeniyle Yüce Divana sevki için aynı şekilde önce 301 milletvekili, ondan sonra 360 milletvekili, ondan sonra 400 milletvekilinin imzasına ihtiyaç var; bu, açıkça suç işleme bağışıklığı yaratmaktır. "Suç işlerler." demiyorum, söylediğim hiç yanlış anlaşılmasın, böyle bir anayasayla bu bağışıklığı vermek anlamına gelir.

Şimdi, peki, bir başka önemli konu, partili cumhurbaşkanı; çok tartışıldı, bu istendi. "Ne mahzuru var canım, oluversin yani zaten cumhurbaşkanları fiilen partili değil mi?" diye anlatılıyor bunlar. Olabilir, gönlünde bir parti olabilir, gönlünde bir parti olabilir ama gönlündeki partiye dayanarak sistemi çalıştırmaya gücü kurumsal olarak yetecek mi yetmeyecek mi? Evet, rahmetli Süleyman Demirel Çankaya'ya çıktığında gönlünde Doğru Yol Partililik vardı, eski Adalet Partili istedi de partiyi bir şekilde kontrol etmeyi ama baktı ki sistem ona izin vermedi, döndü sisteme uymak zorunda kaldı ve son dönemlerinde gerçekten bir devlet adamı olarak, Cumhurbaşkanı olarak görevini tamamladı. Rahmetli Turgut Özal çıktı Çankaya Köşkü'ne, Allah rahmet eylesin, o da istedi, o da partisinde başbakanı tayin etmek istedi ama partinin dinamikleri ve siyaset kurumunun dinamikleri, demokrasinin dinamikleri, kültür buna izin vermedi ve rahmetli Özal, eğer ölmeseydi herkes biliyor ki son dönemdeki niyeti Köşk'ten inip tekrar başbakan olmaktı, partinin başına geçmekti. Yani şunu gördüler "Sistem buna izin vermiyorsa ben sistemi zorlayıp Anayasa dışına çıkacağım." demediler; tam tersine, Anayasa'nın istediği sistemin içine girip yeniden orada başbakan olarak yetki almak istediler. Bunu istemek gayet doğal. Ben hiçbir insanın, hiçbir siyasetçinin, hiçbir devlet adamının yürütme yetkisini eline almak istemesini kınamam, kınayamam ama bunun yolu Anayasa'yı kendine uyduracak fiilî durum yaratmak değildir, bunun yolu oraya geri dönmektir. O yetki; dönersin başbakan olursun. "Millet iradesi" diyoruz ya, millet, yeniden seçer ve başbakan yapar.

Şimdi, partili cumhurbaşkanı meselesi bu çerçevede ciddi olarak ele alınması gereken bir mesele. Bir kere, Türkiye'de disiplinli partiler sistemi var, çok açık. Bu sistem öyle kanun değişiklikleriyle falan da değişmez. Amerika'da disiplinli partiler yok, kampanya partileridir. Parti sistemi ülkelerin yüz yüz elli yıllık gelenekleri üzerine oturur. Bizde İttihat Terakki'den bu yana disiplinli partiler vardır ve sadece İttihat Terakki'yi temsil eden gelenek disiplinli partileri oluşturmaz, onun karşısındaki Hürriyet ve İtilaf Partisi de disiplinli bir partiydi, ondan sonra Cumhuriyet Dönemi'nde birçok parti var hepsini saymıyorum ama Halk Fırkası bir tarafta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ya da Serbest Cumhuriyet Fırkası da kendi içinde disiplinli partilerdi.

Türk siyasi geleneği disiplinli partiler yaratan bir siyasi gelenektir, Avrupa'da başka ülkelerde de bu vardır. O zaman siz, kendi siyaset geleneğinizi ve kültürünüzü bilerek kurumlarınızı oluşturacaksınız; kurumsallaşma da o demektir. Kendi kültürünü tamamen yok sayarak bir yeni kurum yaratmak bu ülkeyi çatışma ve felaketin eşiğine götürür, öngöremediğiniz sonuçlarla karşılaşırsınız tıpkı 2010 referandumunda yargının FETÖ terör örgütüne teslim edilmesi süreci gibi. Ahmet Hamsici kendisi söylüyor, Komisyon raporlarına yansıdı. Ahmet Hamsici gidip dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman'a işte -Fetullah Gülen'e o zaman "terörist" demiyorlar "Hoca Efendi" diyorlar- "140 kişi istiyor, aşağı istemiyor Yargıtaya" dediğinde Ahmet Kahraman "Önümüzde dört yıl var, ittifakı bozmayın." diyordu. Kurumları bozmanın bedelini, siyasi, hukuki, toplumsal bedelini yaşadık, yakın zamanda yaşadık.

Değerli arkadaşlar, bu çerçeveden baktığınızda, partili Cumhurbaşkanı, bizim siyaset sistemimizde, yönetim sistemimizde dengeleri altüst edecek bir modeldir.

Bakın, biraz önce söylediğim Meclisteki sorumluluk var ya, denetim, sorumluluk, partili Cumhurbaşkanı Meclisteki o denge, denetim mekanizmalarını tamamen sıfırlama imkânına sahip olacaktır, çünkü partisinin, grubunun başkanıdır. Partisinin, grubunun başkanı olarak milletvekili aday listelerini belirleme gücüne sahip olacak, milletvekili adaylarını belirledikten sonra o grubun çalışma ve yönetimini kontrol etme imkânını elinde bulunduracak.

Bir başka şey var. Anayasa'da Cumhurbaşkanının yemini kalmış, hâlâ değişmiyor o madde. "Tarafsız davranacağıma" diye yemin var.

Ben şimdi merak ediyorum. Bir siyasi partinin genel başkanı seçim kampanyaları yapacak partisi adına ve tarafsız olacak. Partinin genel başkanı olarak merkez yönetim kurulu toplantısını yapacak, partinin genel başkanı olarak talimat yazacak, partinin genel başkanı olarak partisini yönetecek, ondan sonra da ülkenin Cumhurbaşkanı olarak tarafsız olup, o partiye oy vermeyen bugün yüzde 51'dir, yarın yüzde 60 olur, öbür gün yüzde 10 olur, hiç önemli değil, yüzde 10 bile olsa onu nasıl temsil edecek?

Şimdi, burada bir başka problem var. Partili Cumhurbaşkanı, işte, tam bu güçler ayrılığı ve güçlerin birbirini denetlemesini, dengelemesini bozan mekanizmalardan bir başkası, bir diğeri.

Şimdi, bu tablo... Yürütme zaten Cumhurbaşkanında, demin söyledim, kararnamelerle her şeyi yapacak. Merkezî yönetim kurabilecek. 126'ncı maddede bir değişiklik yapılmış, 126'ncı maddenin son fıkrasına göre bölgesel yönetimler kurabilme imkânı verilecek. Kamu kurum ve kuruluşlarında bölgesel, birkaç bölgeyi bir araya getirip yeni yapılar oluşturabilecek. Bu Türkiye'nin üniter yapısını tehdit edecek idari dönüşümlerin tek bir ele verilmesidir. Bugün idarenin düzenlenmesi kanunla, hâlâ o fıkra korunuyor, "İdarenin bütünlüğü esastır, kanunla düzenlenir." diye ama kararnameyle bu yetkiyi arkasından ilave edip, ondan sonra da bölge yönetimleri kurabilme imkânı getiriliyor. Yani yürütmede denetimsiz bir kadir-i mutlak şahsiyet, herkese dokunacak ama kendisine dokunulamayacak.

Şimdi, bunların hepsini anlattık, koyduk bir tarafa, geldik yasama meselesine. Bu sistem, Türkiye Büyük Millet Meclisini yürütmenin emrine veren, Cumhurbaşkanının arzusuna teslim eden bir sistemdir. Nasıl olacak? İki türlü.

Bir, yasama organının oluşum sürecinde bu fırsatı veriyor. İki, yasama organının yetkilerine ortak ederek bu fırsatı veriyor. Yani iki ayrı açıdan.

Yasama organının, Meclisin oluşum sürecine etkisiyle nasıl yapıyor bunu?

Birincisi, hiçbir demokratik Başkanlık rejiminde olmayan, işte, o "Türk tipi" denilen, icat edilen sistem getirilmiş sisteme konulmuş, Cumhurbaşkanı seçimi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı tarihte yapılması. Bu, Başkanlık rejimlerinin sigortasıdır, denetim unsurudur farklı tarihlerde yapılması.

Niye denetim unsurudur? Aynı gün seçim yapılırsa, millet sandığa gittiği zaman aynı iradeyi seçmek için gider. Bu doğrudur, milletin suçu değil, doğal. Millet Cumhurbaşkanı olarak kimi seçtiyse, onun partisini de -ki partili Cumhurbaşkanı- Parlamentoda hangi oran olursa olsun çoğunlukla Parlamentoya getirir. Birincisi, daha bismillah, yolun başında, seçim aşamasında, Meclis, Cumhurbaşkanıyla aynı iradede olacak.

Arkadaşlar, bir sistemin demokratik olmasının yolu, meziyeti bu değil, denetim mekanizmasının olması. Nasıl denetleyecek? Kaldı ki o Meclisin oluşum dönemini -diyorum ya- o Meclisin milletvekili adaylarını da partili Cumhurbaşkanı, parti başkanı sıfatıyla belirleyebilecek. Yani Parlamentoya gelecek çoğunluğun ismen belirleme yetkisini yürütmenin başındaki tek kişiye veriyorsunuz bu sistemle. Geçerse vereceğiz, öyle olacak. Yani oluşurken bir kere denetime hiç imkân vermeyen bir yapı oluşacak. Bu bir.

İki, millî irade değişmez bir şey değildir ki. Ara denetim yolları vardır demokrasilerde. O ara denetim yollarından, eğer siz bu şekliyle bir sistem yaratıyorsanız, dengede, o zaman demokratik Başkanlık sistemlerinde ara denetim yollarından birisi Başkan ile Meclisin ayrı tarihlerde seçilmesidir. Sebebi nedir? Bugün millet Başkanı seçti, Cumhurbaşkanını seçti. Yürütmenin başı ya, yürütmeyi seçiyor artık, öyle tarafsız bir Cumhurbaşkanı değil. Seçti, iki sene sonra memnun olmadı yürütmeden. Hani "Millete hesap verecek." diyorsunuz ya, ne zaman verecek Sayın Bakanım? Beş sene sonra. Hayır, eğer ciddi biçimde bir denetim mekanizması kurmak istiyorsanız, o zaman iki sene sonra Meclis seçimi yapılır ya da Meclisin belli bir oranı iki sene sonra yenilenir, millet sandığa gider, sandıkta milletin iradesi değişir. O zaman yönetim, yürütme kendine çekidüzen verir, çekidüzen verecek bir Parlamento oluşur, yenilenir, dinamizm sağlanır. Denge kuracaksanız böyle. Bu demokratik Başkanlık sistemlerinde olan, ama şimdi "Aman ha, bu sistemi kilitler." kaygısıyla kaldırılan bir yöntem.

Ne demektir bu? Sistemi kilitler, bunu bu sebeple kaldıralım, Meclis ile Başkan aynı değil de farklı görüşlerden ortaya çıkarsa, sistem çalışmaz diye bu getirilmiş, öyle söyleniyor. Gerçekten de öyle getirilmiş. O zaman, buradaki amaç denetlemeyen, Başkanın iradesinden başka bir iradesi olmayan bir Meclis yaratma iradesidir. Buradan demokrasi çıkmaz. Demek ki kuruluş aşamasında...

Ha, bir başka ara denetimi ortadan kaldıran yöntem yedek milletvekilliği. Şimdi, yedek milletvekilliği sistemiyle şu söyleniyor Meclise: "Ara seçim kalkıyor, bir başka ara denetim yolu ortadan kalkıyor." Ara seçim, yine millî iradenin bir ara denetim yoludur. Hükûmetlere millet seçimde oy verdikten sonra, hükûmetlerin ya da Parlamento çoğunluğunun ya da iktidarın tutumunu beğenmezse, millet yeniden sandığa gittiğinde, orada döner ve bir hesap sorar sandıkta. Der ki: "Sana az oy veriyorum, ayağını denk al." Bu bir ara denetim yoludur, millî iradenin denetimidir o, en önemli denetim dediğimiz.

Bunun tarihimizde çok güzel bir örneği vardır, 1979 yılı ara seçimleri. 1979 ara seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi iktidardadır, Parlamentoda en fazla milletvekili olan partidir. Milletvekili boşaldığı için 5 seçim çevresinde ara seçim yapılır ve o 5 seçim çevresinde seçime gidilir, tamamını dönemin ana muhalefet partisi Adalet Partisi kazanır. Rahmetli Bülent Ecevit, 41'inci Hükûmet yanılmıyorsam, Hükûmetten istifa eder, ondan sonra yeni Hükûmet kurulur, Adalet Partisinin azınlık Hükûmeti kurulur. Bir ara denetim yoludur, Parlamento çoğunluğuna rağmen, millet, 5 kişiyi "Sen doğru yönetemedin." deyip değiştirme gereği hissetmiştir ve bu, o zamanın siyaset kültüründe var olan istifa kültürüyle bir yeni Hükûmet değişikliğini ortaya koymuştur. Şimdi bu da kaldırılıyor. Yani millete deniliyor ki: "Bugün sandığa gittin, Cumhurbaşkanını seçtin, Hükûmeti seçtin, beş sene daha bir şey yok arkadaş. Beş sene katlanacaksın, iyi de yönetse, kötü de yönetse." Zaten Meclisin de denetim yetkisi kalmamış. Sistem bu. Buradan demokrasi çıkmaz.

Birinci yöntem "Meclise, yasamaya oluşurken müdahale" dedim ya, ikincisi, yasama yetkisine ortak ediliyor, yasama yetkisine müdahale.

Arkadaşlar, demokrasilerin en önemli özelliklerinden birisi, demokratik cumhuriyetlerin, cumhuriyetin, milletin seçtiği meclislerin, halkın seçtiği meclislerin yasama tekelini elinde bulundurmasıdır. Yasama tekeli. Yasama tekeli çok önemli. Yasama tekeli, millet meclislerinin, milletin seçtiği meclislerin yasama tekelini eline alması demek, ülkede fermandan kanuna geçmek demektir. Yasama tekelini millet meclislerinin eline alması demek, egemenliğin, iktidarın saraydan halka geçmesi demektir. Millet meclisleri yasamayı yapar, çünkü egemenlik saraydayken yasama benzeri faaliyet ferman çıkarmaktır, padişah, kral kimse o yetki ondadır, tek kişidedir. İşte, demokrasi egemenliğin halka geçmesi, millî egemenliğe geçiş süreci, aynı zamanda yasama tekelinin ortaya çıkma sürecidir. Yani saraydan egemenliğin halka geçişi, fermandan kanuna geçiş yasama tekelinin mecliste olmasıdır. Siz bu tekeli meclisin elinden alıp bir başka kişiye -ister seçilsin ister seçilmesin- bir kişiye verirseniz, işte o zaman egemenliğin halktan yeniden saraya gönderilmesi... Kanundan fermana geçiş sürecini başlatmışsınız demektir. Bunu demokratik cumhuriyetle izah etmek mümkün değil.

Şimdi şunu sorabilirsiniz: "Ya, olur mu öyle şey? Biz teklife baktık, burada meclis yasama yetkisine sahip." Mecliste yasama yetkisi, doğru, öyle tarif ediliyor ama arkasından deniyor ki: "Cumhurbaşkanı şu şu konularda yani temel hak ve özgürlükler hariç..." Bu konuda -siyasi hak ve özgürlükler ve kişi hak ve özgürlükleri hariç- kararname çıkarabilir, cumhurbaşkanlığı kararnamesi. "Bir kişi -biraz önce anlattığım çerçevede- bütün o geniş yetkileri kullanarak kararname çıkarabilir." diyorsunuz.

Şimdi şu söylenebilir, belki de içinden söylüyor bazı arkadaşlarımız, onu da meramınıza tercüman olmak için söylüyorum: "İyi de Türkiye Büyük Millet Meclisi bir konuda kanun çıkarırsa o konuda kararname etkili olmaz. Madem Meclis bu yetkiyi paylaşmak istemiyor, o zaman o konuda kanun çıkarır, dolayısıyla Cumhurbaşkanının kararname çıkarmasının önüne geçer." Yok öyle, öyle bir sistem yok; tam tersine, bu yazılmış ama bunun uygulanmaması için ne gerekiyorsa o da konmuş sigorta olarak. Cumhurbaşkanına veto yetkisi verilmiş. Cumhurbaşkanı kanunu veto ederse Meclis bunu ancak 301 oyla yeniden geçirebilir. Yani bu, şu demek: Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanının kararname çıkardığı ya da çıkaracağı alanda bir kanun çıkarırsa Cumhurbaşkanı bunu veto eder. "Partili cumhurbaşkanı" olma sıfatıyla kontrol ettiği grubun da Meclisteki etkisiyle 301'le bunu geçirmez ve kanun hükmünde kararnamelerle ülkeyi yönetme alanını kendine açık tutar. Peki, şimdiki Anayasa'da yeniden veto yetkisi var, veto ettiği zaman yeniden kabulü için böyle bir şart yok, nitelikli çoğunluk yok, basit çoğunlukla geçiyor. Niye bu konuyor? Çünkü Cumhurbaşkanı kararname çıkarabilsin, Meclis bunu kanun çıkararak önlemesin deniyor, irade bu.

Şimdi şu söylenebilir: Adalet ve Kalkınma Partisinin 24'üncü Dönem Uzlaşma Komisyonuna verdiği teklifin neredeyse yüzde 99'u aynı burada, yüzde 1 bir fark var, işte 1 tanesi de bu. Orada diyor ki: "Beşte 3'le geçirir yeniden." Daha da nitelikli koymuş, belli ki o zaman pazarlık marjıyla konmuş, ondan sonra pazarlıkla salt çoğunluğa inmiş. Bu olmaz arkadaşlar. Bu, yasama gücünün, doğrudan doğruya yasama yetkisinin paylaşılması demektir.

Bir başka ciddi risk alanı daha var burada: O da Cumhurbaşkanının parlamentoyu fesih yetkisi, meclisi fesih yetkisi. Şimdi ona da geleceğim, o anlatılıyor, giyotin sistemi, biliyorum hepsini, çok iyi çalıştım dersimi.

BAŞKAN - Çok güzel de hepsini şimdi anlatma istersen Bülent Bey.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Biraz anlatayım Sayın Başkanım.

BAŞKAN - Bir saat oldu da. İkna yetkisi azalıyor yani uyumaya başladılar.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Ben ikna ederim efendim, az kaldı zaten.

BAŞKAN - Fazla oldu. Taksit taksit olursa daha kolay ikna olunur belki.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Neden kesildi bu?

BAŞKAN - İşte bir saat doldu.

Buyurunuz.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan, dikkat ederseniz ben özel bir polemik yapma niyetinde değilim, burada metne bağlı neler olabileceğini anlatıyorum. O yüzden müsaade edin, Komisyon üyesi sıfatıyla... Bu çerçeveyi, Anayasa'ya aykırılığı iddia ediyoruz. Niye demokratik cumhuriyetin ortadan kaldırıldığını anlatıyorum. Bunlar olmadan bir sistemin cumhuriyet olduğunu, demokrasi olduğunu, hukuk devleti olduğunu söylemek mümkün mü? O yüzden müsaade edin.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bakın bir başka konu, fesih yetkisi meselesi. Parlamentoyu cumhurbaşkanının tehdit meselesi aracıdır bu. Biraz önce söyledik ya, Meclis eğer olur da ola ki 301 milletvekiliyle Cumhurbaşkanının veto ettiği bir kararnameyi geçirebilecek çoğunluğu yakalarsa, kafasında Cumhurbaşkanının fesih yetkisi gibi Demokles'in kılıcı var, fesheder Meclisi. Kendi de gider o ayrı, onu ayrı konuşacağız, bir.

İkinci bir başka konu var: 301 milletvekiliyle meclis olur da cumhurbaşkanı ya da bakanlardan birinin hakkında soruşturma açılmasını isterse, daha soruşturma açılmadan isterse cumhurbaşkanının o parlamentoyu fesih yetkisi var. Soruşturma açıldıktan sonra yok, 360'dan sonra, onu koymuşsunuz ama 301 milletvekiliyle istediği anda, daha soruşturmayla ilgili görüşme yapılmadan, oylanmadan fesheder meclisi, hele de siyasi konjonktür uyuyorsa döner fesheder. Şimdi, bu tablo bu çerçevede cumhurbaşkanının fesih tehdidi altındaki bir meclis.

Şimdi, bu anlatılırken deniyor ki: "Giyotun sistemi var." Bu çok da güzel anlatılıyor baktığımız zaman yani karşılıklı feshedecek ikisi birbirini. Cumhurbaşkanı meclisi feshederse kendi de seçime gidecek, meclisin cumhurbaşkanını da fesih yetkisi var, kendi de seçime gidecek. Birincisi, bu ikisi arasındaki bir denge yok. Cumhurbaşkanı tek kişi ve biraz önce söylediğim gibi istediği zaman, hiçbir gerekçe göstermeden meclisi feshedecek. Siyasi konjonktür ne zaman işine uygun geliyorsa meclisi feshedip birlikte seçime gidebilecek. Ama meclis için böyle değil, meclis beşte 3 çoğunlukla bunu yapabilecek. Cumhurbaşkanını azledebilmesi, kendisinin de seçime gidebilmesi için 360 milletvekiline ihtiyacı var yani partili cumhurbaşkanı grubu vasıtasıyla meclisi kontrol eden, aynı anda seçime giderek aynı siyasi iradeyle meclise gelen meclisteki 360 milletvekili cumhurbaşkanını azledecek, yok böyle bir tablo, bu bir.

İkincisi, başka bir soru daha var. De ki var, de ki dengeyi sağladık, niye olsun? Temsil yetkisi açısından baktığınızda, biraz önce söyledim, her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisinin millet nezdindeki temsil oranı cumhurbaşkanından fazla olacaktır; Yüzde 51'le de seçilse fazla olacaktır, yüzde 40'la da seçilse fazla olacaktır. Çünkü bütün partileri, bütün siyasi görüşleri temsil eden bir meclis var, temsil oranı geniş. Bir cumhurbaşkanının bunu feshetme yetkisi niye olsun? Bakın, demokratik hiçbir başkanlık sisteminde cumhurbaşkanının veto yetkisi yoktur, meclisi fesih yetkisi yoktur. Onun için biraz yarı başkanlık sisteminden.... Bu yetkilerin verildiği yerler, o ülkeleri otoriter rejimlere ve diktatörlüklere sürükleyen süreçlerdir.

Yargı meselesine gelelim, sonuna yaklaştık, şimdi yargı konusu en son. Arkadaşlar, denge ve denetleme mekanizmasından bahsettik, En önemli denetim organı yargıdır. Yargı egemenliğin yansıma biçimlerinden birisidir, üç erkten birisi; yasama, yürütme, yargı.

Şimdi, yargı organı gerçek demokratik başkanlık rejimlerinde tam bağımsızdır. Yürütmenin yargıya hiçbir şekilde müdahalesi söz konusu olmaz ve yargı hem yasamayı, yasama faaliyetini denetler, anayasa yargısı vasıtasıyla hem de yürütmeyi denetler.

Şimdi getirilen yargıya bakalım: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu. Beraber çalıştığımız 2 arkadaşımız burada, Sayın Parsak da Sayın Gül de burada. Mini anayasa paketi çalışmalarında her partinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluyla ilgili ayrı görüşleri vardı. Orada bir uzlaşma yakalama adına buluşabileceğimiz noktaları konuştuk. Mesela, biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak "İki ayrı kurul olmalı." derken "Tek kurul olabilir." dedik, o masada konuştuklarımızı söylüyorum. Mesela "Cumhurbaşkanı hiçbir şekilde, bu Anayasa'daki Cumhurbaşkanı bile HSYK'ya üye atamaması gerekir." derken, "Sayısını azaltıp 2 kişiyi atabilir, bunları da görüşebiliriz." dedik o zaman. Mesela, Adalet Bakanı bize göre Kurulda olmaması lazım ama oy hakkı olmadan bulunabilir, burada buluşabiliriz gibi. Ama biz bir şeyden hiç vazgeçmedik: Nitelikli çoğunlukla seçmekten hiç vazgeçmedik, üçte 2. Anayasayı değiştirecek çoğunluk... Mümkün olsa daha büyüğünü yapalım ama Anayasa'yı değiştirecek çoğunluktan daha yüksek bir çoğunluğu koymak doğru değil çünkü anayasayı değiştirecek irade onu değiştirir, o maddeyi, gene bildiğini yapar. O yüzden, üçte 2'yle ancak seçilebilsin. "Olur da belli bir turdan sonra seçilemezse aday olanların tamamı kuraya girsin." dedik. Evet, kurayla ilgili bizim bir önerimiz vardı ama "Aday olanların tamamı kuraya girsin." dedik. Niye? Çünkü oraya aday olma vasıflarını taşımış, oraya gelmiş olan yüksek yargıçların artık hangisi kuradan çıkarsa çıksın, bir. İkincisi: Parlamento eğer kuradan olmadık birisi çıkar diye korkuyorsa üçte 2'yi bulsun, o da zorlayıcı bir unsur olsun Parlamento için. Hilafım varsa arkadaşlarım düzeltirler. Bu konuda başka görüşler de oldu.

Şimdi, buraya gelen HSYK'nın bizim orada görüştüğümüzle hiçbir ilgisi yok. 12'ye inmiş sayı, 6 tanesini Cumhurbaşkanı atıyor, 5'ini Cumhurbaşkanı atıyor, 1'isi de Adalet Bakanı, e, zaten hükûmette Adalet Bakanını Cumhurbaşkanı atayacağı için 12'nin 6'sını kafadan Cumhurbaşkanı atıyor doğrudan. Yargının yüksek kurulu hâkimleri atayacak, Yargıtaya üye seçecek, Danıştayın dörtte 3'ünü seçecek. Bütün yargı düzeninin başındaki kurulun kafadan 6'sını 1 kişiye veriyorsunuz, atayacak. Kalan 6'sı? Kalan 6'sını size söyleyeyim: İşte geçici maddede iki kere beşte 3 getirilmiş onu atlıyorum ana maddeye geliyorum.

Bir: Türkiye Büyük Millet Meclisi seçecek, önce üçte 2, ikinci turda beşte 3, geçici maddeyle bu ilk bir ayda üçüncü turda da beşte 3 ama normal uygulamada ikinci turda beşte 3, olmadı en çok oy alan 2 aday arasında kura. Sayın Abdulhamit Gül'ün bizim üçlü çalışmamızda önerdiği konudur en çok oy alan... Yani "En son bunu düşünemez miyiz?" dedi. "Hayır düşünemeyiz." dedim. Gerekçesini de kendisine orada anlattım, Sayın Parsak da orada. Düşünememe sebebimiz şudur, şunu söyledim: Bu tablo, yarının Parlamento tablosuna bakmayın, bugünün Meclis tablosunda şu anda Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu tek başına bu 6 üyeyi seçebilir. Beşte 3'ü bulması için MHP'ye ihtiyacı var, başka parti değil MHP'ye ihtiyacı var. Ama ona bile ihtiyaç duymadan 6 kişiyi seçebilir şu andaki Parlamento aritmetiğinde. Onun için bir ay içerisinde seçilsin deniyor, öbür maddeler bir ilk seçimden sonraya sarkıtılmış ama bu kırk gün içerisinde göreve başlayacaklar, geçici maddeyle öyle düzenlenmiş. Nasıl seçer? Bakın arkadaşlar belli, birinci turda üçte 2 sağlanamadı mı? Sağlanamadı. Niye sağlasınlar? Sağlanmadı. İkinci turda eğer anlaşamazsa, MHP'yle anlaşırsa beşte 3'le seçti 6 kişiyi. Anlaşamadıysa, olur ya, o zaman Adalet ve Kalkınma Partisinin hem Karma Komisyonda hem de Meclis Genel Kurulundaki oylarını ikiye böldüğünde daha bu aşamadan itibaren ilk ikiyi belirleme imkânı var. Karma Komisyon 52 kişi. Adalet Komisyonuyla Anayasa Komisyonu. Adalet ve Kalkınma Partisinin 30 üyesi var, 15-15 böler, yarısına 15 oy, yarısına 15 oy. Cumhuriyet Halk Partisinin 12 iki kuruldaki toplamı, MHP'nin 4, HDP'nin 6. Şimdi 2-2, 15-15 böldü, daha birinci aşamada, Komisyon aşamasında adayları belirlerken birinci ve ikinci sırada olacak Meclise göndereceği adayları belireme şansına sahip. De ki burada kazaya uğradı, olur ya, buraya kazaya uğradı. E geldik Genel Kurula. 316 milletvekili, böl 2'ye 158. Oylama sırasında bölersin birinci, ,ikinci sıraya denk gelenleri, 158 birine, 158 birine dağıtırsın ve belirlersin. Bu olacak diye söylemiyorum. Diyorum ki: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargının üst kurulunu niye bu tip işlerin parçası hâline getirelim? Niye daha doğru bir kurum düzeni kurmak varken bunun yapmayalım? Bakın arkadaşlar, bu düşünce, benim olsun düşüncesi 2010 yılında Ahmet Kahraman'ın da söylediği dört yıllık ittifakta bir çeteyi devletin yargı organının içine yerleştirdi, kanserli hücreyi, atmaya çalışıyoruz hep beraber. Aynı hatadan yola çıkarak niye aynı sonuca gidiliyor? Bunu anlattım ben beraber çalışırken. Bu birinci problem yargıda yani yargıyı, HSYK'yı bu şekliyle emanet edersiniz. Bir. O yargı denetleyecek yani bütün sistemi ne kadar denetleyebilirse.

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Onlar da Teftiş Kurulunu ne yapıyorlar acaba?

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - O ayrı, onu ayrı konuşacağız.

Şimdi arkadaşlar, bir başka konu yargıyla ilgili, Anayasa Mahkemesi. Şimdi baktığımız zaman şeklen değişiklikte Anayasa Mahkemesinin üyelerinin oluşumuyla ilgili sadece 2 üyeye ilişkin bir düzenleme var, görüntü bu, doğru. Yani Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtay kaldırılınca oradan gelenler sistemin dışına çıkacak, 17 olan sayı da 15'e düştü deniyor. İyi de peki bu Anayasa Mahkemesi nasıl seçiliyor? Seçimle ilgili bir düzenleme getirmemişsiniz, doğru, bu pakette yok ama bu paketteki olan başka hükümler Anayasa Mahkemesinin pozisyonunu tamamen değiştiriyor. 15 kişilik Anayasa Mahkemesinin 12 tanesini cumhurbaşkanı atayacak, seçecek, 3'ünü Meclis seçecek. Meclis, öyle kura mura da yok bu sefer, en sonunda salt çoğunlukla seçebiliyor son turda 3'ünü. Partili cumhurbaşkanının beraber seçilip kontrol ettiği Meclis grubu çoğunlukla bunu seçebiliyor, 3'ünü. Şimdi arkadaşlar, evet bu Anayasa Mahkemesinin seçiminde değişiklik olmadı ama burada tarif edilen cumhurbaşkanıyla burada tarif edilen cumhurbaşkanı değişti. bu cumhurbaşkanı başka, bu cumhurbaşkanı başka. Bu cumhurbaşkanının çok fazla yetkisi yok bize göre fazla olmasına rağmen, biraz önce anlattım ama bu cumhurbaşkanı bütün yürütmeyi kontrol edebilecek güç ve kudrete sahip. Yani öyle bir cumhurbaşkanı yaratıyorsunuz aynı cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini, ya insaf, 15'in 12'sini seçiyor. Bu cumhurbaşkanı bütün devlet düzenini kuracak, hükûmeti kuracak her şeyi yapacak, ondan sonra o Anayasa Mahkemesi o cumhurbaşkanını Yüce Divan sıfatıyla yargılayacak. Getirilen sistem bu.

Danıştay, evet Danıştay Kanunu'nda bir değişiklik yapılmamış. Mevcut Anayasa'da Danıştayın dörtte 1 üyesini cumhurbaşkanı seçiyor ama aynı sebeple bu cumhurbaşkanı seçiyor. Bugünkü cumhurbaşkanı değil getirilen cumhurbaşkanı. Şu andaki cumhurbaşkanı şu anda idarenin başı değil ama değişiklikten sonraki cumhurbaşkanı idarenin başı. Danıştay, idarenin her türlü eylem ve işlemlerini denetleyen yargı organının en üst organı. Şimdi siz o cumhurbaşkanına o idareyi denetleyecek Danıştayın dörtte 1'ini oraya seçtiriyorsunuz. Geri kalan dörtte 3'ünü de zaten biraz önce anlattığım HSYK seçecek, Yargıtayı da HSYK seçecek. Bu Yargıtayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Vekilini de yine cumhurbaşkanı seçecek.

Arkadaşlar, bu yargının tamamını bir kişinin dizayn etmesi demektir, yargıyı bir kişiye teslim etmek demektir. Bakın bu tabloda nasıl bir Türkiye Büyük Millet Meclisi var? Biraz önce Sayın Bakan dedi ki: "Milletvekili transferine son veriyor." Doğru, verir. Çünkü milletvekilinin bir sıfatı, bir yetkisi, bir şeyi yok ki, transfer etse ne yapacak? Neye yarayacak? Yani milletvekili... Meclisin hiçbir yetkisi yok, hiçbir etkisi yok. Böyle bir Meclis yaratılıyor. Bu etkisi ve yetkisi sınırlanmış ve sıfırlanmış bir Meclis yaratmak demektir. Bu yasama yetkisi gasbedilmiş, ortak edilmiş yasa yetkisine bir Meclis yaratma demektir. Fesih tehdidi altında çalışamaz ve iradesi fesatlanmış, sakatlanmış, fesada uğramış, iradesi ipotek altına alınmış bir Meclis demektir.

Şimdi, bir başka konu vardı çok ilginçtir, 67'nci madde. Önümüze gelen metinde yok. Sayın Başkanı telefonla da aradım, söyledim. Ama bu metin Türkiye Büyük Millet Meclisine verildiği gün eş zamanlı olarak üç şey yapıldı. Sayın Başbakan -teşekkür ediyoruz kendisine- Sayın Genel Başkanımıza bir tanesini gönderdi, aynısını, eş zamanlı, Sayın Devlet Bahçeli'ye bir tanesini gönderdi, bir de basına Adalet ve Kalkınma Partisi pdf ortamında, değişmeyecek ortamda mail attı. Sayın Genel Başkana gelen metni hemen o gece bana gönderdi Genel Başkan, bir saat içinde elimdeydi. O metin önümde. 67'nci madde yürürlükten kaldırılıyor. 67'nci maddede uzun uzun şeyler var ama ben sadece (2)'nci fıkrası önemli onu söyleyeyim. 67'nci maddenin (2)'nci fıkrası: "Seçimler serbest, eşit, gizli oy, açık sayım yargı gözetim ve denetiminde yapılır." diye, tek dereceli diye, çok açık, seçimlerin tek dereceli, serbest, eşit, gizli oy, açık sayım ilkeleri yargı gözetim ve denetiminde yapılacağını düzenleyen madde. Yalnız unutulmuş, 20'nci maddenin son fıkralarından, bentlerinden biri (h) bendi herhâlde -20 olması lazım ya da 19- orada da diyor ki: "67'nci maddenin son fıkrası hükmü şu seçimlerde uygulanmaz." diyor yani oraya da öyle bir hüküm konmuş. Belli ki...

MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - (a) fıkrası...

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Neyse... Yok son fıkra buradan söyleyeyim de önemli bir konu değil yani orada da onu söylüyor. Yani belli ki önce seçim sistemleriyle ilgili bazı kafada tasarruflar vardı, 67'nci madde metinden çıkarıldı, ondan sonra çıkarıldığı unutuldu, "Ya, 'Seçim kanunlarında yapılacak değişiklikler -son madde hükmü- bir yıl içerisinde uygulanmaz.' deniliyor, bunu da bir geçici maddeyle askıya alalım." denildi, sonra bu değişiklik fark edilince ertesi gün Meclis Başkanlığına muhtemelen yeni bir paket verildi, eski paket çekildi.

Şimdi bize deniliyor ki: "Yok, oraya verirken unutmuşuz." Yani bilmiyorum nerede unutuldu ama bize gelen metinde bu böyleydi. Şimdi, en azından çıkmamış olması -bu anlamda- ya da düzeltilmiş olması da bir anlamda belki hani iyidir de niyeti göstermesi açısından ilginç.

Şimdi, bir başka şey daha var, Cumhurbaşkanı seçiminde doğuştan Türk vatandaşı olanlar yani burada tabii bir yanlış anlamaya müsait, zannediliyor ki işte sadece Misakımillî sınırları içerisinde doğanları mı kastediyor? O değil orada, onu biliyoruz. Doğumla Türk vatandaşlığını kazanmayı anlatıyor da ben merak ediyorum niye buna ihtiyaç duyuldu? İşte bakanlardan bir tanesi doğumla değil, sonradan Türk vatandaşlığını kazanmış, Türk soylu. Türk soylu olup da sonradan Türk vatandaşlığını kazanan çok sayıda vatandaşımız var. Acaba diyorum Rıza Sarraf'ın Cumhurbaşkanı olmasından mı korkuldu? Yani öyle değil tabii yani bu da nüktedir canım, bunu kabul edin yani yoksa böyle olmadığını ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz. Bu kadarcık nükteye de artık alınmayın. Arkadaşlar, özensizliği ve anlayamadığımız noktayı söylüyorum.

Şimdi, bakın, son olarak değerli arkadaşlar... Şimdi Sayın Elitaş gelmiş, demin gidince üzülmüştüm. Sayın Elitaş biraz önceki konuşmasında dedi ki: "Askerin Cumhurbaşkanı olması işi yerleşti, biz bu Anayasa'yla bunu kaldırıyoruz, vesayeti." Şimdi, önce şunu koyun, bu anayasayla ciddi vesayet getiriliyor. Anlattım onları, dönmeyeceğim oraya. Ama, şimdi, şu anda 12'nci Cumhurbaşkanımız var. Cumhuriyet kurulduğu günden bu yana 12 Cumhurbaşkanı. Bu 12 Cumhurbaşkanının sadece 3'ü asker kökenli. Atatürk'ü, İnönü'yü saymıyorum, onlar askerliği bıraktılar, üniformayı çıkardılar, askerin siyaset yapmamasını da kanunla getirdiler en güçlü oldukları dönemde ve sivilken, siyasetçiyken Cumhurbaşkanı seçildiler, siyasetin içinden. 3'üncüsü Celal Bayar, onda da bir problem yok, o da asker değil, eski Kuvayı Milliyeci, İttihat Terakki üyesi ama sivil. E, şimdi, darbe dönemlerinde gelmiş Cemal Gürsel, ondan sonra Fahri Korutürk, ondan sonra da Kenan Evren -12 Eylül- 3. Ondan sonra? Ondan sonrakiler de hep sivil. Yani 12 Cumhurbaşkanının 3 tanesi asker, 9 tanesi sivil. Yahu, bir şey söylüyorsunuz herkes de bunu doğru sanıyor. Evet, askerler Cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek istemişlerdir, Türk demokrasisinin ayıbıdır ama Parlamento, zaman geldiğinde, askerin talebine rağmen başka adayları seçmiştir ve Cumhurbaşkanı yapmıştır. Bir haksızlık etmeyelim diye söylüyorum; birincisi bu.

İkincisi, bir başka doğruymuş gibi anlatılan ve yanlış olan bir şey var. Sayın Bakan söyledi, "Siyasi istikrar için bu değişikliğe ihtiyaç var, koalisyonlar dönemi bitecek." dedi. Bir kere, bu sistemde de koalisyonlar dönemi bitmez. Onu tartışmıyorum, uzun uzun tartışırız. Ama "Koalisyonlar dönemi bitecek." dedi, siyasi istikrar açısından söyledi. Şimdi, koalisyonlar bitecek. Peki, bu Anayasa ne zaman yürürlüğe girdi arkadaşlar? 1982'de. Hangi yıldayız? 2016'da. Kaç sene geçmiş? Otuz dört yıl geçmiş. Doğru mu? Bu otuz dört yıl içindeki koalisyon dönemine bakın, 1991-2002 arası, on bir yıl. Otuz dört yılın on bir yılı koalisyon, geriye kalan yirmi üç yılı tek parti iktidarı, önce Anavatan Partisi, ondan sonra Adalet ve Kalkınma Partisi. Yani bu sistem, tek parti iktidarı hükûmeti yaratamıyor, koalisyon yaratıyor demek kadar gerçeğe aykırı başka bir şey yok. Üçte 1'inde koalisyon, üçte 2'sinde tek parti hükûmeti; bu bir.

İkinci mesele, ikinci yanlış: Arkadaşlar, her siyasi parti tek başına hükûmet olmak ister, eyvallah ama bu şu demek değildir: Koalisyonlar şeran, , mümkün değil, kötüdür, külliyen kötüdür; böyle bir şey yok. Bu on bir yıllık koalisyon dönemi içerisinde, evet, ekonomik krizler olmuştur, eyvallah, yanlıştır, olmasa iyiydi ama o koalisyon dönemlerinde, Türkiye'de Anayasa'yla ilgili en önemli demokratik değişim ve dönüşümler o koalisyon dönemlerinde olmuştur. Önce Doğru Yol Partisi-SHP döneminde 1991'den sonraki değişiklik, ondan sonra da 57'nci Hükûmet döneminde, Milliyetçi Hareket Partisi, Anavatan Partisi, Demokratik Sol Partinin koalisyon döneminde Avrupa Birliğine uyum paketleriyle ilgili beş önemli büyük paket -o dönemde- çıkarılmıştır. Enflasyon yüzde 180'lerden yüzde 30'lara o dönemde indirilmiştir. Şimdi, biz, enflasyonu yüzde 30'dan yüzde 11'lere, 10'lara indirdik diye övünüyoruz, övünmekte haklı indirenler, eyvallah. İyi de yüzde 180'lerden yüzde 30'lara indirme de bir koalisyon döneminin ürünüdür. Ha, sonra kriz yaşandı, doğrudur ama bugün kriz yaşanmıyor mu? Koalisyon dönemlerinde yaşanan krizlerin sorumlusu koalisyon, AKP Hükûmeti döneminde yaşanan krizin sorumlusu uluslararası güçler. Böyle bir tablo olur mu? Olmaz.

Onun için, değerli arkadaşlar, bir başka konu, partili Cumhurbaşkanı meselesinde Sayın Elitaş'ın söylediği 1947'ye kadar meselesi. Bir kere, şunu herkes bilsin: Atatürk, hiçbir zaman tek parti döneminde fiilen parti başkanlığını yapmamıştır Cumhurbaşkanı olunca. Hatta Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdurduğu zaman kardeşi Makbule Hanım'ı da Serbest Cumhuriyet Fırkasının üyesi yapmıştır özellikle ve Gazi, hepsinin lideri olmuştur milletin başında.

İki: İsmet İnönü, evet, tek parti döneminde hiçbir zaman aktif olarak yönetmemiştir, partiyi genel sekreter yönetmiştir ama bir başka yanıldığınız nokta var, o dönem tek parti dönemi arkadaşlar, dünyada demokrasinin olmadığı, Türkiye'de zorunlu tek parti döneminin yaşandığı ve hedefin çok partili demokrasi olduğu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıyla, Serbest Cumhuriyet Fırkasıyla oranın hedeflendiği. 1946 yılında çok partili rejime geçti Türkiye, 1946'da; Demokrat Partinin kuruluşudur. 1947 ilk kurultayında Cumhuriyet Halk Partisi, partili Cumhurbaşkanlığının uygun olmayacağını kabul edip tüzüğüne koydu. Evet, kanun değişmedi çünkü Siyasi Partiler Kanunu yoktu ki. Dernekler Kanunu'na göre siyasi partiler örgütleniyordu. "Demokrat Parti itiraz ediyordu, bunun için yaptı." Doğru kabul edelim, e, iyi yapmışlar, muhalefetin itirazını dikkate almışlar ve demişler ki: "Evet, eskiden tek parti döneminde böyle oluyordu ama çok partili rejime geçince bu yanlıştır." deyip parti olgunluk göstermiş, kendi tüzüğünde bunu değiştirmiş.

BAŞKAN - Kim seçilmiş acaba?

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Peki, buna itiraz eden Demokrat...

BAŞKAN - Kim seçilmiş genel başkan?

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan, siz bir şey yapın, ben tamamlayacağım. Kimin seçildiği...

"Partinin genel başkanlığı sadece manevi genel başkanlık olarak kalacak, partinin yetkilerini de partinin genel sekreteri yürütecek." demiştir. Şimdi, 1950'den sonra iktidar değişti Türkiye'de.

BAŞKAN - Tutanaklar burada.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Bir dakika... Önemli, bugünle ilgili bunlar, laf olsun diye anlatmıyorum.

Sayın Elitaş diyor ya, "Demokrat Partinin itirazı nedeniyle böyle oldu." İyi, güzel, CHP dinledi itirazı, tüzüğünü değiştirdi, uyguladı. 1950 yılı, iktidar değişti, Demokrat Parti iktidara geldi, Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu. Celal Bayar Parti Başkanlığına niye devam etti? Yani itiraz edenler sonradan niye değiştirmediler?

Mesele şudur arkadaşlar: Sistemleri konuşurken tek parti döneminin özelliklerine bakarak bugüne göre bir şey çıkarmayın. Ha, "Biz, bugün doğrultuyu tek parti dönemine yönelttik, oraya gidiyoruz." diyorsanız, bu yaptığınız doğru. Hani başta ben söyledim ya, bunun gidişi, evet, cumhuriyet kurulurken henüz daha bir demokratik cumhuriyetten söz etmek mümkün değildi ama ibre oraya doğruydu, direksiyon oraya doğruydu, geminin rotası oraya doğruydu, siz onu geri çevirme durumundasınız bu teklifle diyordum. Eğer bunu söylüyorsanız İsmet İnönü de Atatürk de tek parti döneminde partili Cumhurbaşkanıydı, bu, olsa olsa şunun delili ve ikrarıdır: "Biz tek parti dönemine geri dönmek istiyoruz." demenin ikrarıdır, başka bir şey değil.

Burada, değerli arkadaşlar, son olarak toparlıyorum, artık bitiriyorum. Şu, millete gitme konusu... Bakın, Anayasa'nın nasıl değişeceği 175'inci maddede yazılmış. 175'inci madde diyor ki: "Önce Meclise gidecek, Meclis bakacak, 330'u bulursak millete gidersin, 330'un altında kalırsa gitmezsin, 367'yi geçerse gidersin ya da gitmezsin." Böyle bir seçenek koymuş. Yani şimdi, beni millet seçmedi mi? Bu Parlamentoya, bu Anayasa'ya millet oy vermedi mi? Beni seçerken bu Anayasa'ya göre seçmedi mi? Birinci bariyeri 330'da koymuş. Yani bana bir görev vermiş millet seçerken "Benim vekilim olarak önce, benim önüme getirmeden sen incele." demiş. Şimdi ben inceliyorum. Yani dönüp dönüp... "E, geçiriverelim canım, millet karar versin." "Geçiriverelim canım, millet karar versin." E, millet bizi niye görevlendirdi? "Süzgeçten geçirin." diyor, biz de süzgeçten geçiriyoruz ve diyoruz ki: Sizi ikna edeceğiz, bu 330'un altında kalacak, millete iş kalmayacak. Bu, millî irade değil mi, milletin seçtiği vekillerin iradesi değil mi?

Onun için, değerli arkadaşlar -başa dönüp tamamlıyorum- burada, hani dedim ya en başında "Bu, Anayasa'nın ilk 4 maddesine aykırıdır." diye, işte bütün bu anlattığım sebeplerle, bu, demokratik cumhuriyeti ortadan kaldıran bir sistemdir; bu, milletin egemenliğini milletten alıp sadece şeklen millette bırakan, özü itibarıyla egemenliği tek bir kişinin eline veren bir düzenlemedir. Bu düzenleme bağımsız yargıyı ortadan kaldıran ve dolayısıyla hukuk devletini yok eden bir düzenlemedir. Yürütmenin emrinde olan bir yargının bağımsız yargı olması mümkün değildir, bağımsız yargının olmadığı bir yerde hukuk devleti olması mümkün değildir.

Bu sebeple bu teklif Anayasa'nın ilk 3 maddesinde tarif edilen, kurucu iradenin ifadesi olan, "kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devleti" diye tarif edilen cumhuriyeti ortadan kaldıran, bir otoriter diktatörlük yaratmayı hedefleyen bir rejim değişikliğidir. 4'üncü madde gereği değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu sebeple Komisyonun İç Tüzük'ün 38'inci maddesi gereğince öncelikle bu sebeple teklifi iade etmesini talep ediyorum.

Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.