| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | (2/1504) esas numaralı Kanun Teklifi'nin Anayasa'ya aykırı olması sebebiyle İç Tüzük'ün 38'inci maddesi uyarınca tümünün geri çekilmesine ilişkin önergeler hakkında görüşmeler |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 20 .12.2016 |
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar, Sayın Bakan diyeceğim, yokmuş, ben de verdiğimiz önergeyle ilgili olarak, Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla ilgili olarak görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Şimdi, öncelikle şunu belirteyim: Burada söyleyeceğim hiçbir cümle... Hani böyle filmlerin başında bir alt yazı geçer ya "Gerçek kişilerle ilgisi yoktur." diye, hani bunu böyle bir alt yazı olarak düşünün. Burada söyleyeceğimiz şeyler kişilerle ilgili değil, sadece ve sadece ülkeyle ilgili, geleceğimizle ilgili, çocuklarımızla ilgili, bunu herkes önce baştan bir böyle bilsin, kimse üzerine alınmasın. Çünkü bu değişiklik teklifi maalesef tam anlamıyla bir diktatörlük getiriyor. Bugün olmasa bile yarın getirecek, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. O yüzden söyleyeceklerimi bunun üzerinden söyleyeceğim, ne muhalefet etmek için ne birileriyle ilgili eleştiri getirmek için değil, gerçekten bu ülkeyi sevdiğim için, bu vatanı sevdiğim için ve ileride çoluğumuzun çocuğumuzun, torunumuzun daha sonra hiçbir sıkıntı yaşamaması, güçlü bir ülkede huzur içinde, refah içinde, barış içinde, özgürlük içinde eşit bir biçimde yaşaması için anlatacaklarımı anlatacağım.
Şimdi, bu Anayasa teklifini Meclise gelip ilk okuduğumda gerçekten, samimiyetle söylüyorum, içim parçalandı ve gözlerim doldu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılışının bir metniydi bu. Yani, gözümde canlandı, böyle bir film şeridi gibi gözümün önünden neler yaşayabileceğimiz geçti. Ha, o günden beri aynı sıkıntıyı, aynı duygusallığı taşıyorum ta ki Bakanın konuşmasına kadar. Hakikaten dedim ki Bakan başka bir metin mi okudu acaba? Biraz da şey gibi geldi, gülümsedim yani komik geldi anlattıkları. Çünkü benim okuduğum metinle hiçbir ilgisi yoktu söylediklerinin. Peki, ne getiriyor bu Anayasa teklifi? Aslında hepiniz çok iyi biliyorsunuz ne getirdiğini çünkü hepiniz hukukçusunuz, hepimiz aynı hukuk fakültesi sıralarından geçtik ve hocalardan dinledik bu ilkeleri, demokrasiyi, hukuk devletini, kuvvetler ayrılığını, rejimlerin nasıl nitelendirildiğini. Dolayısıyla, sadece burada herhâlde bilmezlikten gelme gibi bir durum var anladığım kadarıyla.
Evet, bu Anayasa değişikliği teklifi mevcut Anayasa'mızın değiştirilemez maddelerine aykırı. Neden aykırı, uzun uzun gireceğiz şimdi, içeriğindeki hükümler niye aykırılık içeriyor. Ama, baştan şöyle söyleyeyim: 1'inci maddemiz devletin bir cumhuriyet olduğunu söylüyor. 2'nci maddede cumhuriyetin nitelikleri düzenleniyor, diyor ki: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, -ki o başlangıçtaki temel ilkelerden en önemlisi de kuvvetler ayrılığı ilkesidir, isterseniz onu da okurum- demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." 3'üncü madde: "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı 'İstiklal Marşı'dır. Başkenti Ankara'dır." 4'üncü madde de bu 3 maddenin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor.
Peki, bu teklif içerisinde neler değişiyor? Öncelikle, hepimiz çok iyi biliyoruz ki bu başlangıçta belirtilen temel ilkelerden birisi olan kuvvetler ayrılığı ilkesi tamamen yerle bir ediliyor. Bütün güçler -millete ait olan egemenliğin- aslında organlar eliyle, yasama, yürütme, yargı eliyle kullanılması gerekirken bütün bu güçlerin tek bir kişide toplandığını görüyoruz. Çok açık, çok net, asla böyle kuşkuya yer vermeyecek şekilde bütün düzenlemelerden bunu anlıyoruz.
Değerli arkadaşlar -aslında girişte de söylemiştim, görsel basının çıkarılmamasıyla ilgili fikrimi söylerken- bütün bu yetkiler tek bir kişiye verilemeyecek kadar bu ülkeye birçok kişi emek verdi, kan verdi, can verdi. Biz bütün bunların karşılığını, bedelini tek bir kişiye bu yetkileri vererek yok edemeyiz. Adı önemli değil o kişinin -yani Bülent Başkanımızın da söylediği gibi- bu benim Genel Başkanım da olsa, Kemal Kılıçdaroğlu da olsa, bu ben de olsam böyle bir şeyi istemem çünkü ne kadar iyi niyetli, ne kadar özgürlükçü, ne kadar demokrat, ne kadar millî -sizin deyiminizle- ne kadar yerli bir insan olsa da bu kadar yetkiyi elinde bulunduran kişi illa ki bir yerden sonra yoldan çıkar ve kesinlikle bugün olmasa da yarın... Hepimiz ölümlü insanlarız, hiç kimse... Hani, siz bir ölümsüzlük iksiri bulduysanız bilmiyorum ama bunda bir kuşku yok, hepimiz öleceğiz, bu koltuklar geçecek ama geriye bizden sonraki nesillere bırakacağımız bu değişiklikler, bu tartışmalar, bu tutanaklar geçecek.
Bugün hani sizin karşı çıkamadığınız, belki açık açık en azından eleştiremediğiniz, direnemediğiniz bir kişi nedeniyle... Ki, kendisi de "Benim için fark etmez." diyor. Böyle bir değişiklik günün koşullarına göre getiriliyor olabilir ama yarın değişir konjonktür, başka görüşten başka birisi gelir. Sizin güvendiğiniz bu kişi bu yetkileri kötüye kullanmasa bile illaki bu yetkiler kötüye kullanılacaktır. Yani bürokrasinin bütün üst mercideki kişilerini atayan, işte merkezî idareye şekil veren, yerel yönetimlere şekil veren, istediği gibi kamu tüzel kişiliği kuran, istediği konuda kararname çıkarabilen... "Yürütmeyi kapsamıyor." diyorsunuz ama biz son günlerde yaşadığımız tecrübelerden çok iyi biliyoruz ki bunu denetleyen hiçbir şey yok. "Yürütmeyle ilgili sadece kararname çıkarabiliyor ve temel hak ve hürriyetlerle ilgili çıkaramıyor." diyebilirsiniz ama en son yaşadığımız Anayasa Mahkemesinin kararı... Bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin OHAL'le hiçbir ilgisinin olmadığı, amaç bakımından, süre bakımından, konu bakımından olmadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine yaptığımız başvurunun önceki içtihatlara aykırı olarak reddedilmesi de açık bir şekilde gösteriyor ki Anayasa'daki bu hükümler maalesef uygulanmayabiliyor ve Anayasa Mahkemesi de bağımsız olmadığı için, bağımsız bir yargı da söz konusu olmadığı için denetlenmeyebiliyor. O yüzden, bu savunmalar da şimdiden anlamsız kalıyor. Bu temel haklardan sosyal haklarla ilgili olarak da düzenleme yapabiliyor Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle. Buna da şöyle diyebilirsiniz: "Mevcut Anayasa'da da var. Parlamento, Bakanlar Kuruluna bir yetki kanunuyla eğer kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verirse orada da örneğin, sosyal haklarla ilgili düzenleme yapıyor." diyebilirsiniz ama bu eğer bir darbe anayasasının kötü bir yanıysa, eğer darbe anayasasından şikâyetçiyseniz onu da değiştirseydiniz, bu konuda da kararname çıkarma yetkisi vermeseydiniz, değil mi? Cumhurbaşkanı -buradaki adı tabii, Cumhurbaşkanı- kalkıp örneğin, asgari ücretle ilgili bir sabah düzenleme yapabilir, grevleri engelleyebilir, sendikal hakları kısıtlayabilir. Bunlar da aslında temel hak ve hürriyetlerin kapsamında olan şeyler ama bu konularda düzenleme yapabiliyor. Yine şunu söyleyebilirsiniz: "Kanunlarla düzenleme yapılmışsa veya sadece kanunlarla düzenleme yapılacağı belirtiliyorsa bu konuda da Cumhurbaşkanı kararname çıkartamıyor." diyebilirsiniz teklifteki düzenlemeye göre ama biraz önce de söylendi, Cumhurbaşkanı kanunu veto edebiliyor, veto ettiği zaman da salt çoğunluk aranıyor. O salt çoğunlukla diyelim ki kanunu geçirtmeyebilir çünkü yasamayı da belirliyor. Zaten, öyle bir ihtimal görürse Meclisi feshetme yetkisi de var. Yani "Beğenmedim, sen böyle bir kanun çıkarıyorsun." deyip örneğin, kendisini ilgilendiren bir konuda olabilir, Meclisi feshedebiliyor. Demek ki hiçbir denetimi olmayan, hiçbir freni olmayan ve bütün gücü, bütün erkleri tek bir kişide toplayan bu sistem kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı.
Yargıyı, özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyeleriyle ilgili olarak atama hükümlerini incelediğimizde görüyoruz ki Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini Cumhurbaşkanı atıyor, 15 kişilik bir kurulun 12'sini atıyor, 3'ünü de kendisinin belirlediği yasama atıyor. Sonra, diyoruz ki: "Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ilgili iptal davası açılabiliyor." Neymiş? Cumhurbaşkanı tek başına yaptığı işlemlerle ilgili yargı yolunu açmışız. Bak, ne kadar güzel yani ne kadar demokratik, tebrik ediyorum. Ama, onu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi yok ki. Anayasa Mahkemesini Cumhurbaşkanı atıyor zaten. Hangi Anayasa Mahkemesi denetleyecek o Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini? İçeriğinin insan haklarına mı aykırı olduğunu ya da yürütmeyle mi ilgili olduğunu veya o konunun münhasıran kanunla mı düzenleme gerektiği konusunda bir inceleme yapıp o kararnameyi iptal edebilecek bir Anayasa Mahkemesi var mı bu metinde, bu teklifin içeriğinde?
Değerli arkadaşlar, bugün güç elinizde olabilir, bugün iktidar olabilirsiniz, bugün "Millet bize oy veriyor." diyebilirsiniz. Bunun değişmesi, geçmişte de Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki seçimlere baktığımızda görüyoruz ki an meselesidir ve bir seçime bakar. İktidara taşıyıp uzun süre iktidarda bıraktığı bir partiyi öyle bir an gelir ki bir anda baraj altına düşürür bu millet. O zaman, bu anayasa uygulandığında bundan rahatsız olmayacak mısınız? O zaman, bu anayasadaki bu antidemokratik hükümleri getirdiğiniz için hiçbir vicdani sorumluluk hissetmeyecek misiniz? Düzenlemeler yaparken bugünden, bugünkü kişilerle ilgili bakamayız. Neden? Yani on yıl sonra, yirmi yıl sonra, elli yıl sonra, yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra neden hâlâ bu ülkeyi rejimlerle ilgili, yönetimlerle ilgili tartışmaya itecek düzenlemeler getiriyoruz? Neden oturmuş kurumsal bir sistem oturtmuyoruz da başka şeyleri konuşmuyoruz burada? Örneğin, neden başka ortak noktaları, hele hele böyle bir süreçte ön plana çıkarmıyoruz?
Şimdi, düşünün ki... 7 Haziran seçimlerinde aslında millet başkanlığı istemediğini ortaya koymuştu o seçim sonuçlarına baktığımızda. Neydi? AKP'nin oyu yüzde 40'tı. Yani 7 Haziran seçimlerine dönelim, diyelim ki böyle bir sistem vardı -başkanlık değil ama hadi adına şimdilik öyle diyelim- yüzde 40 Parlamentoda AKP'ye oy verdi.
YUSUF BAŞER (Yozgat) - AK PARTİ...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ben harfleri kısaltarak öyle söylüyorum bütün partilerle ilgili. Onunla ilgili bir alınganlık göstermeyin. Siz öyle kısaltıyorsunuz.
Ve düşünün ki 7 Haziran seçimlerinde, mesela, diğer yüzde 60, kişi olarak, çok sevdiği, beğendiği, böyle toplumun bütün kesimlerine hitap eden, toplumu ortaklaştıran, ortak değerlerini ortaya koyan bir aday çıkmıştı -o hani birlikte de seçim yapılıyor ya- başkan olarak o başka birini seçti yani yüzde 40 oy verdiği partinin aday gösterdiği kişiyi seçmedi. Mümkün değil mi? Mümkün. Ne olacak böyle bir durumda? O bahsettiğiniz işte, istikrarmış, bugün yaşanan sorunların -ki ne sorun yaşanıyor onu da bilmiyoruz- yaşanmamasıymış gibi gerekçelerinizi yerle bir etmiyor mu? Olamaz mı? Olabilir. Dünyada örneği var mı? Var. Yani Fransa'da örneğin işte, sağcı parlamento-solcu başkan, sağcı başkan-solcu parlamento, yaşanan süreçler var. Ama tabii, onlar da belki kültür olarak uzlaşma kültürü, demokrasi kültürü daha fazla olduğu için bir şekilde uzlaşma yolları aranıyor gidiyor ya da işte, istikrarsızlığın yaşandığı ülkeler oluyor, geri dönüyorlar bu sistemden, onlara uzun uzun gireriz birazdan, somut örnekler istiyorsanız onları da açıklarız. Şimdi, o yüzden getirilen gerekçelerin hiçbiri aslında dayanağı olmayan, hepsi soyut, havada kalan -bu düzenlemeyle ilgili- gerekçeler. Bunları burada açık bir şekilde ortaya koymak lazım.
Şimdi, Anayasa'mızın 2'nci maddesinde yer alan hukuk devletinin olmazsa olmaz ilkelerini hepimiz 1'inci sınıfta öğrendik. Nedir? Yargının bağımsız olması, kuvvetler ayrılığı, idarenin denetlenebilmesi, yasaların Anayasa'ya aykırılık bakımından denetlenebilmesi gibi ilkeler var. Şimdi, bu teklife bakıyoruz; bu alt ilkelerin hiçbiri yok, yargı bağımsız değil, HSYK'yı Cumhurbaşkanı belirliyor, Anayasa Mahkemesini Cumhurbaşkanı belirliyor, Yargıtay Başsavcısını, Vekilini Cumhurbaşkanı belirliyor, Danıştayın dörtte 1'ini -ki o da idari işlemleri denetliyor- Cumhurbaşkanı belirliyor. Öncesinde zaten baktığımızda bir mülakat sistemi var bizim hâkimlik atamalarıyla ilgili. Orada zaten Hükûmet tamamen kadrolaşarak kendi tarikatından, partisinden, cemaatinden -her neyse- torpil yoksa hiçbir şekilde liyakate bakmadan alıyor bu hâkim, savcıları. Bir de, idari mekanizmaları ve üst yargıyı da tamamen kendisi belirliyor. Dolayısıyla da hukuk devleti ilkesi aslında yok edilmiş durumda ve bu teklifle de tamamen yok ediliyor.
Yargıyı belirleyen partili olacağı için, yasama üyelerini belirleyen, yasamayı belirleyen o bir tek kişi zaten aynı zamanda yürütme, hem yürütme hem yasama hem yargı gücünü elinde bulundurduğu için hukuk devleti ilkesi yine ortadan kaldırılıyor. Dolayısıyla, Anayasa'mızın 2'nci maddesinde değiştirilemeyecek olan bir hükmün değiştirilmesi teklif edildiği için yine bu teklifin Anayasa'ya aykırı olduğu için geri çekilmesi gerekiyor.
Yasalar da ve yasa hükmündeki kararnameler de mevcut Anayasa Mahkemesiyle, öngörülen, teklif edilen Anayasa Mahkemesiyle denetlenmeyeceği için yine hukuk devleti ilkesi ortadan kaldırılıyor. Bu da hukuk devleti ilkesini ortadan kaldıran bir öneri olarak Anayasa'ya aykırı olduğu için teklif dahi edilemez bir öneridir.
Demokratik devlet... Evet, bu teklifle demokratik devlet ilkesi de yok edilmektedir. Yine, Anayasa'mızın 2'nci maddesi, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bu maddesi de aynı şekilde bu teklifle ortadan kaldırılıyor.
Şimdi, ben 1994 yılında hukuk fakültesine başladım ve anayasa hukuku derslerinde rejimlerin nasıl adlandırıldığı, neye göre nitelendirildiğini öğrendim ve o tarihte AKP diye bir parti yoktu. Benim öğrendiğim şey şuydu: Yasama ve yürütme ilişkilerine göre belirlenir ve diğer ilkeler de tabii ki, demokrasi ya da demokrasi değilse başka rejimler... Evet, eğer kuvvetler... Tabii, yargıyı her hâlükârda bağımsız olması gerektiği için dışarıda bırakarak yasama ve yürütme ilişkilerine göre belirlenen isimleri biliyoruz. Eğer yasama ve yürütme yasama organında birleşiyorsa onun adı "meclis hükûmeti sistemi." Belki çok demokratik çünkü daha fazla temsil sağlıyor, doğrudan temsile biraz daha yakın bir sistem ama uygulanması çok zor elbette. Yasama ve yürütme arasındaki ayrım daha yumuşaksa, karşılıklı denetim vesaire varsa bunun adı, bizim bugünkü sistemimiz, "parlamenter sistem" oluyor. Eğer yasama ile yürütme sert bir şekilde ayrılıyorsa, kuvvetler sert bir şekilde ayrılıyorsa işte, buna "başkanlık" deniyor ama o sert ayrılığın koşulları ne? Birbirini feshedememe. Ama bizim getirilen teklifte böyle bir şey yok yani birbirini feshedememe, sert bir şekilde ayrılık yok. Yasama ve yürütme gücü eğer yürütmede, hele hele tek bir kişide birleşiyorsa bunun adı da "diktatörlük rejimi"dir. Bunun, bugünkü partilerle, bugünkü kişilerle, bugünkü koşullarla bir ilgisi yok. Bu, hukuken yapılan bir tanımdır ve teklifle de getirilen maalesef budur.
Bugüne kadar -bahsedildi- çok değişiklik yapıldı tabii ve bugün önümüze gelen teklif aşağı yukarı 75 maddede değişiklik içeriyor; en kapsamlı değişiklik ama en az kişinin katılımcı olarak hazırlamış olduğu bir teklif, daha doğrusu 2 kişinin hazırladığı bir teklif ve en çok maddede değişiklik içeren bir teklif de bu.
Şimdi, başkanlık sisteminin -öyle adlandırılıyor- aslında, baktığımızda teorik olarak bunun adı diktatörlük ya da bazen süper başkanlık olarak da nitelendiriliyor. Birçok sakıncası var, onları daha sonra uzun uzun konuşuruz. İşte, kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği bir toplam sıfır rejim biçimi olarak nitelendiriliyor. Biraz önce verilen örnekler oldu, "Yüzde 51 olursa." Yani, yüzde 50,5 olursa, yüzde 51 de demeye gerek yok, geri kalan nereden bakarsak bakalım, yine toplumun diğer bir yarısı tamamen her şeyini kaybediyor. Yani, yasamada hiçbir etkinliği yok, yürütmede hiçbir etkinliği yok. Yasama içerisinde belki milletvekilleri yer alacak ama denetim mekanizması neredeyse sıfırlanmış. Yani, ne var? İşte, Sayın Bakan biraz önce saydı, Meclis görüşmesi yapılabiliyormuş. Yapılabiliyor ama devlet faaliyetleriyle ilgili yapılamıyor, bu kaldırılmış. Sözlü soru sorulamıyor. En etkili ve en önemli olan denetim mekanizması, gensoru kaldırılmış sistemden. Güvenoyu diye bir sistem yok, tamamen devre dışı bırakılmış. Dolayısıyla da kaybeden yüzde 49,5 diyelim, yüzde 49,5 hiçbir şekilde beş yıl boyunca ya da on yıl boyunca kendiyle ilgili hiçbir şey bulamayacak ne yürütmede ne yasamada, hiçbir şekilde kendini bu sisteme ait hissetmeyecek maalesef.
1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin 16'ncı maddesi diyor ki: "İnsan haklarının sağlanmadığı ve kuvvetler ayrılığının belirtilmediği bir toplumda anayasa yoktur." Yani, bu teklifle kuvvetler ayrılığı yok edildiğine göre şeklî olarak bir anayasamız olsa da aslında ilkeler açısından, tarihî mücadeleler, tarihî birikim açısından baktığımızda maalesef anayasasızlaştırılıyoruz aslında.
Hukuk devletinin yok edildiğini söylemiştik. Yürütmenin hukukla bağlı olması gerekiyor. Ve burada ne görüyoruz? Yürütme aslında paralel bir yasama yetkisine sahip oluyor. Dolayısıyla, kendisini hukukla bağlı hissetmesine gerek yok çünkü zaten yasayı yani kararnameyi paralel bir yasa olacağı için kendisi çıkarabiliyor ve en önemli şeylerden biri olan belirlilik ilkesi, hukuki güvenlik ilkesi yok ediliyor. Yani, örneğin bir devlet memuru böyle bir sistemde yarın ne olacağını, kendi kurumunun tüzel kişiliğinin devam edip etmeyeceğini bilemeyecek. Ya da o görevden ertesi gün alınıp alınmayacağını bilemeyecek, öngöremeyecek. Öngörülemezlik insanları tamamen hukuki bir güvensizlik içerisine itecek ve huzursuz bir toplum yaratılacak bu teklifle maalesef. Yine, idarenin faaliyetlerinde bu teklifle maalesef hiçbir belirlilik söz konusu olmayacak.
Mustafa Kemal Atatürk'le ilgili bahsedildi. Yani, bir savaş döneminden geçerek kuruldu bu cumhuriyet ve o dönemde aslında ilk önce Meclis Başkanının gösterdiği adaylarla ilgili olarak bakanlar Meclis tarafından oylanıyordu. Fakat, o savaş koşullarında dahi bu sistem değiştirildi ve Mustafa Kemal Atatürk hiçbir şekilde buna itiraz etmeyip hatta Büyük Taarruz'dan önce, 8 Temmuz 1922 tarihinde çıkarılan bir yasayla, Meclise doğrudan bakanları atama yetkisi verildi. O dönemde iki grup vardı biliyorsunuz Mecliste. Muhalif grup Rauf Bey'i Bakanlar Kurulunun başına getirmek istediğinde Rauf Bey tereddüt etmişti ve şöyle bir kaygısı vardı: Eğer Meclis Başkanı onaylamazsa bu kararlar, Bakanlar Kurulunun kararları yürürlüğe girmiyordu ve Mustafa Kemal Atatürk Rauf Bey'e güvence verdi. Daha sonra da hiçbir şekilde davet edilmedikçe de Bakanlar Kurulunun toplantısına katılmadı. Yani, savaş koşullarında uygulanan bir demokrasi ve bugüne baktığımızda da bugünkü koşullarda elde edilmeye çalışılan daha fazla yetki. Aslında, yasama ve yürütme arasında yıllardan bu yana, sadece bizim topraklarımızda, bizim parlamenter geçmişimizle ilgili değil, dünyada da her zaman bir çatışma olmuştur. Yani, gücü elinde bulunduranlar hep daha fazla gücü kendilerine almaya çalışmışlardır ve yasama organları dünyanın her yerinde bu çatışmada yetkilerini vermemek için direnmişlerdir. Ama bugün baktığımızda, herhâlde dünyada ilk ve tek örneğidir, bizim yasama organımızdaki üyeler görmedikleri bir metni imzalayarak kendi yetkilerini tek bir kişiye -yani bir organ dahi değil neredeyse- gönüllü bir şekilde teslim ediyorlar. Ben hakikaten bunu anlayamıyorum, hiçbir mantıklı izahını bulamıyorum ve hepinizi vicdanlarınıza emanet ediyorum.
Evet, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal Atatürk binlerce kitap okumuş, hem savaş veriyor hem demokrasi getirmeye çalışıyor. O dönemde de başkanlık sistemi bir model olarak var, Amerika'da 1787'den itibaren uygulanmaya başlamış, bilinmeyen bir sistem değil ama Amerika'nın kendi koşullarına göre yani kolonilerin verdiği bağımsızlık mücadelesinden sonra kurdukları bir yönetim şekli, kendi sosyolojik koşullarına göre, kendi tarihsel koşullarına göre oluşturulmuş bir sistem. Ama Mustafa Kemal Atatürk ne yapıyor? Kendi parlamenter sistemimizin, bu konudaki deneyimlerimizin üstüne, kendi sosyolojik yapımıza uygun, kendi tarihsel sürecimize uygun bir sistem getiriyor ve bunun da en doğrusunun parlamenter sistem olduğu anlaşılıyor, öyle bir sistem kuruluyor ki bugün de baktığımızda, bunun ne kadar doğru olduğunu yeniden, yeniden her gün görüyoruz. Ki biraz önce de bahsedildi, oradaki sistemde aslında demokratik bir sistem var. Neden? İşte, başkanın fesih yetkisi yok, başkanın veto yetkisi yok, başkanın kararname çıkarma yetkisi yok veya atamalarla ilgili, işte, Senatonun onayı gerekiyor gibi kısıtlamalar, denetleme ve fren sistemi söz konusu. Aynı zamanda, tabii, işte, bahsettiğimiz gibi, kolonilerden yola çıkan bir rejim kurulduğu için federasyondan kaynaklanan bir yetki dağılımı da söz konusu. Bu da bütün yetkilerin, bütün gücün tek bir kişide toplanmasının önüne geçiyor ve bir diktatörlük oluşmasının da bu anlamda önüne geçiyor ve bir uzlaşma kültürü var. Bir yasanın çıkması için veya bir atamanın yapılması için, sonuçta, o yetkilere tek başına sahip olmadığı için Senatoya başvurmak zorunda, ikna edilmek zorunda gibi yöntemler var.
Şimdi, 1982 Anayasası görüşülürken aslında bu rejimin nasıl olması gerektiği üzerine tartışmalar yapılıyor yani başkanlık mı, yarı başkanlık mı olsun diye ama o dönemde dahi yani darbe sonrası süreçte dahi eğer halk tarafından seçilirse cumhurbaşkanının bir diktatörlük getirileceği belirtiliyor ve Kenan Evren dahi bunu istemiyor yani halk tarafından seçilmesini. Bir diktatörlük getirileceği öngörülüyor ve Danışma Meclisinde dahi bu öneri reddediliyor. Ama biz gelip gelip tekrar o noktaya geri dönüyoruz maalesef.
Şimdi, istikrarsızlıktan, koalisyon süreçlerinden bahsediliyor ve bu teklifin istikrar getireceği anlatılıyor. Buna da hakikaten inanıyor musunuz, çok merak ediyorum. Biz istikrarın rejimle bir ilgisi olmadığını biliyoruz. Yani, on dört yıldır tek bir parti iktidarda ve bütün güç elindeyken, yasamada da çoğunluğu varken, yürütme de tamamen tek bir partideyken neden hâlâ bu ülkeye istikrar gelmediğini aslında biz görebiliyoruz. Uygulanan kutuplaşma politikası, uygulanan dış politika, eğitim sisteminde defalarca yapılan değişiklik, yargı sisteminde her gün o günün koşullarına göre, o günkü kişilere göre yeniden yeniden yapılan değişiklikler, değil mi? Yani, işte, 2010'da dediniz ki... Hakikaten biz sahura kadar dolaştık, bu 2010 referandumunda Anayasa'nın ne getirdiğini anlatmak için büyük mücadeleler verdik ama fark az da olsa sonuçta bu Anayasa kabul edildi ve onun faturasını en ağır şekilde ödedik, maalesef. Şimdi de aynı şeyi söylüyoruz, şimdi de bugünkü koşullara göre, bugünkü kişilere göre yapılacak olan bu değişikliklerin faturasının yine ağır olacağını söylüyoruz, yine bu tarihsel görevimizi yerine getiriyoruz. Dileriz ki karşılığı olsun, dileriz ki bundan sonra bir daha "Kandırıldık." demeyeceğimiz şeyler yaşamayalım. O yüzden, bir de bu açıdan bakın lütfen. Bir de 2010'daki ruh hâlinizi düşünün, şimdiki ruh hâlinizi düşünün, bir karşılaştırın; 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımızı düşünün, bir daha karar verin lütfen, bu teklifle ilgili attığınız imzaları bir de bu bakış açısıyla değerlendirmenizi istiyoruz.
Evet, parlamenter sistemimizde iyileştirme yapılabilir mi? Yapılabilir. İşte, Seçim Kanunu'nda, Siyasi Partiler Kanunu'nda, hep söylediğimiz gibi, darbe ürünü olan yasalarda değişiklikler yapılabilir, güçlendirilebilir, daha özgürlükçü bir sistem kurabiliriz, daha demokratik bir sistem kurabiliriz ama bunun yöntemi bu şekilde, bu usulde, bu içerikte yapılacak bir teklif değildir. Hani diyorsunuz ya "Türkiye'de çok koalisyon oluyor parlamenter sistemde, işte, ilerleyemiyoruz." falan. Hakikaten, baktığımızda, doksan üç yıllık dönemde koalisyonla yönetim sürecinin çok az olduğunu, hani özellikle de 1991-2002 döneminde belki daha çok sıkıntının, koalisyon döneminin yaşandığını görüyoruz ama o dönemde dahi 2001 yılında Anayasa'mızda yapılan değişiklikle, o 65 maddede yapılan değişiklikle temel hak ve özgürlüklerle ilgili çok ciddi ilerlemeler kaydedildi aslında. Ama bugün baktığımızda, o değişikliklerin Anayasa'nın ruhuna işlemediğini, daha doğrusu idarecilerin, yöneticilerin ruhuna işlememiş olduğunu görüyoruz. Yani, işte, Anayasa'mızda çok ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. Ne dendi? "Temel hak ve özgürlükler ancak o maddede belirtilen gerekçelere bağlı olarak kanunla kısıtlanabilir, işte, hâkim kararıyla kısıtlanabilir, kanundaki gerekçelerle kısıtlanabilir." Şimdi, bakıyorsunuz, basın özgürlüğü; var mı bugün? Yok, yani 146 gazeteci tutuklu. Sabah gazeteleri açtığınızda 100 tane gazetenin manşetinin aynı olduğunu görüyorsunuz, yani bu gerçekten basın özgürlüğünün olduğu bir ülkede olabilir mi? Ya da, işte, aynı anda açıp baktığınızda 100 köşe yazarının aynı yazıyı yazdığını görüyorsunuz. Zaten farklı yazan varsa da onlar, maalesef, tutuklanıyor ya da "özgürlük" ve "güvenlik hakkı"... Yani, şimdi, hani, OHAL sürecini dışarıda tutuyorum, orada ayrı bir değerlendirme söz konusu. OHAL olmadan önce de, şimdi, Anayasa'mızda, uluslararası sözleşmelere göre 2001 yılında bir koalisyon döneminde yapılan değişikliklerle güvence altına alınan "özgürlük" ve "güvenlik hakkı" bu ülkede uygulandı mı? Ergenekon döneminde, Balyoz kumpaslarında uygulandı mı bu haklar? Uygulanmadı. Çünkü yine günün koşullarına göre, o günkü kişilere göre, o günkü ittifaklarınıza göre uygulamalar yaptınız ve yönetim şeklinizi ona göre belirlediniz. Hukuk ilkelerine göre, Anayasa metinlerine göre, kanunlarımıza göre, maalesef, iktidarınızı uygulamadınız.
Ha, bir de şunu söyleyeceğim: Şu 1923 vurgusu çok yapılıyor. Hani, biz "Rejim değiştiriliyor." dedikçe deniyor ki: "Bu tartışmalar 1923'te kaldı, sonlandırıldı. Cumhuriyet değişmeyecek." Yani "cumhuriyet" kelimesi değişmeyebilir ama bugün baktığımızda, adında "cumhuriyet" olan birçok ülkenin demokratik olmadığını, hiçbir şekilde demokratik ilkelerle yönetilmediğini görüyoruz. Yani, Anayasa'daki metin olarak bu "cumhuriyet" kelimesinin çıkarılmıyor olması cumhuriyet yönetiminin değişmediği anlamına gelmiyor maalesef.
Belirttiğimiz gibi, "kuvvetler ayrılığı"nı yok eden, "demokratik devlet" ilkesini yok eden, "hukuk devleti" ilkesini yok eden bu hükümler Anayasa'nın değiştirilemez maddelerine açık bir şekilde aykırı olduğu için bu teklifin tamamıyla geri çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Herkesi saygıyla selamlıyorum.