| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 21 .12.2016 |
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Teşekkür ediyorum.
Öncelikle, dün akşamla ilgili aslında ben de söz almıştım, sonra sıra gelmedi, şimdi söyleyeyim: Anayasa'ya aykırılıkla ilgili görüşmelerin bu kadar kısa sürmesi ve söz isteyen milletvekili arkadaşlarımıza söz verilmemesini doğru bulmuyorum. O hengâmede söz yani arkadaşlarımız daha söz isterken bir oldubittiye getirilerek oylamaya geçilmesi neticesinde önergemiz üzerinde oy bile kullanamadık. Yani, bir oldubittiye getirildi, oylama yapıldığını bile duyamadık. Bu yöntemi doğru bulmuyoruz çünkü burada gerçekten ülkemizin geleceğini ilgilendiren, bizden sonraki nesilleri ilgilendiren çok çok önemli bir Anayasa değişikliğini gerçekleştiriyoruz ve bunun böyle birtakım lafzi yorumlarla, şekli bakış açılarıyla geçiştirilmesi asla doğru değil. Örneğin, işte, Sayın Tanal dedi ki: "İvedilikle görüşülemez." Sayın Şentop da bunun 175'inci maddede düzenlendiğini, onun Genel Kurulu kapsadığını söyledi. Şimdi, ivedilikle görüşülmeyeceği hükmünün Anayasa'ya koyulmasının gerekçesini bilirsek herhâlde böyle bir yorum yapmayız. Çünkü, bu ivedilikle görüşülmeyeceği hükmünün amacı, anayasa metinleri toplumsal bir sözleşme olduğu için, toplumun bütün kesimlerini bağladığı için, hepimizi bağlayan metinler olduğu için bu öneminden kaynaklanan gerekçelerle oy kullanacak milletvekillerinin bir daha bir daha düşünmesini sağlamaktır. Anayasa'ya aykırılık da çok önemli bir husus olduğu için aynı amaçsal yorumu burada da yapmalıyız. Bizim için önemli olan metinde yazan bir cümle ya da lafzi yorum değildir, aynı önem bu Komisyon görüşmelerinde de söz konusudur. Burada da milletvekillerinin bir daha bir daha düşünmesini sağlamak, belki bizim temas etmediğimiz Anayasa'ya aykırılıkla ilgili bir hükmü diğer milletvekili arkadaşlarımızın gündeme getirmesini sağlamak, elbette ki bu görüşmelerin sağlıklı yürümesi açısından öncelikle Komisyon Başkanının görevidir.
Aslında, biz şunu düşünüyoruz: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının bu önüne gelen teklifi Anayasa'nın değiştirilemez maddelerine aykırı olduğu için geri çevirmesi, iade etmesi gerekirdi. Geçmişte yaşanmış böyle örnekler var. İç Tüzük'te yer almasa dahi yine bahsettiğim amaç doğrultusundaki bir yorumla, örneğin, geçmiş Meclis Başkanlarından Cindoruk dokunulmazlığın kaldırılmasıyla ilgili bir teklifi Anayasa'nın değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle gündeme almamıştır, bu verilen teklifi iade etmiştir. Ki bizce de aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının bu teklifi gündeme almadan reddetmesi gerekirken zannediyorum gözünden kaçtı ama burada daha uzun konuşarak, bütün milletvekili arkadaşlarımızın konuşmak isteyen fikri olan milletvekili arkadaşlarımızın taleplerini karşılayarak bunu uzun uzun değerlendirmeliydik. Hâlâ bu görüşmeleri devam ettirebiliriz. Bundan sonraki süreçte hem geneli üzerinde konuşurken hem maddeler üzerinde konuşurken yine Anayasa'ya aykırılıkla ilgili değerlendirmeler yapıp dün akşam belirttiğimiz bir şekilde, çok çok açık net bir şekilde Anayasa'ya aykırı olan başlangıçtaki kuvvetler ayrılığını yok eden, hukuk devleti ilkesini yok eden, demokratik devlet ilkesini yok eden bu teklifin reddedilmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Evet, 1791 Fransa Anayasası'yla ilgili anlatılan bir şey vardır. Anayasa'nın üzerinde "İnsan derisiyle kaplı." yazar. Bu, aslında, dünyadaki birçok anayasa için ve ülkemiz Anayasası için de geçerlidir. Çünkü, demokrasi mücadelesi, insan hakları mücadelesi her zaman birilerinin bedel ödemesi neticesinde ileriye taşınmıştır. Bugün bizim Anayasa'mızda temel hak ve hürriyetler düzenlenmişse, çok ayrıntılı bir şekilde bunlara yer verilmişse, şekli olarak en azından koruma altına alınmışsa -ki bugün fiilî olarak bunların tam olarak uygulanmadığını maalesef görüyoruz- bunların altında insanlığın verdiği mücadeleler vardır. Örneğin, Orta Çağ'da kurulmuş işkence sandalyelerinde bedel ödeyenlerin kanı vardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı'nda öldürülen, yakılan, sabuna dönüştürülen milyonlarca insanın ödediği bedel vardır, kan vardır. Aynı zamanda, bizim Anayasa'mızda da Kurtuluş Savaşı'nda mücadele vermiş atalarımızın, dedelerimizin kanı vardır. O yüzden masa başında iki saatte kurulmadı bu cumhuriyet. "Masa başında oturup bir saat, iki saat görüşelim, ondan sonra bu Anayasa'yı değiştirelim, cumhuriyetin bütün niteliklerini yok edelim." anlayışıyla yaklaşamayız değerli arkadaşlar. Lütfen, bu bakış açısıyla bakalım.
Sayın Parsak burada değil ama Afyon Milletvekili olduğuna göre, zannediyorum, 26 Ağustosta herhâlde bir kez olsun Kocatepe'ye gitmiştir. Yani, her yıl dönümünde, Büyük Taarruz'un yıl dönümünde Türkiye'nin dört bir yanından gelen vatandaşlar millî mücadeleyi anlamak için Afyon'dan Kocatepe'ye akşam aynı saatlerde yürüyüşe başlarlar ve ben de ilk defa bu yıl o yürüyüşe katılma fırsatı buldum. O gece orada yürürken ağustos olmasına rağmen, size tarif edeyim, ağustosun sonunda dahi insanın donduğu, kalın kalın battaniyelerle, montlarla yürüdüğü ve gecenin bir saatinde saatlerce süren bir tırmanışın gerçekleştiği bir güzergâh hayal edin. O günkü koşullarda oraya Büyük Taarruz için tırmanan o günkü bizim mücadele eden, bu millî mücadeleyi yürüten önderlerimiz ve askerler gece yarısı orada işgalci olan düşmanlar sesleri duymasın diye öküzlerin, atların ayağına kendi ayaklarından çıkardıkları çarıkları geçirmişler ve o sessizlikle çıt çıkarmadan saatlerce 17-20 kilometreyi tırmanmışlar ve sabaha doğru Büyük Taarruz'u başlatarak o andan itibaren işte, İzmir'de ta ki düşmanın denize dökülmesine kadar ve tabii başka alanlarda da gerçekleşen zekice mücadeleler neticesinde biz bu Anayasa, kurulan bu cumhuriyet sayesinde buralarda oturup buralarda konuşabiliyoruz. Milletin ödediği vergilerle sıcak koltuğumuzda müsaade edin de gerekirse saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca tartışalım.
BAŞKAN - Ediyoruz, ediyoruz, sıkıntı yok.
Buyurun.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Değil mi? Evet. Hani, dün akşamki deneyimden yola çıkarak söylüyorum yani "Yeter bu kadar Anayasa'ya aykırılık bakış açısı" doğru değil.
BAŞKAN - Bir sıkıntı yok, devam edin.
Buyurun.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Çünkü, bu Anayasa, cumhuriyetin bütün niteliklerini... Hani, "cumhuriyet" kelimesi kalıyor belki. Aslında, toplumun cumhuriyete bağlılığı çok iyi biliniyor, bilindiği için de bu hassasiyet kullanılıyor ve ne deniliyor? Bir algı yaratılıyor, daha önceki değişikliklerde olduğu gibi. O algı da şu: "Rejim tartışması, cumhuriyet tartışması 1923'te sonlandırılmıştır. Biz rejimi değiştirmiyoruz, cumhuriyeti yıkmıyoruz." gibi bir söylem üzerinden gidiliyor. Çünkü, aslında bu milletin cumhuriyete bağlı olduğu ve cumhuriyetle yönetilmek istediği sizin tarafınızdan da çok iyi bir şekilde biliniyor.
Peki, gerçekten "cumhuriyet" kelimesinin kalması bizim cumhuriyetle bu teklif içeriğine bakarak böyle bir şey olursa cumhuriyetle yönetildiğimiz ya da yönetileceğimiz anlamına geliyor mu ya da demokrasiyle? Hayır. Cumhuriyet tek başına cumhuriyet değil ki. Bakın, örneğin -hani bunlar her anayasa yapılırken falan tartışılıyor- 1961 Anayasası görüşülürken de o günkü Danışma Meclisinde birtakım tartışmalar oluyor yani deniyor ki: "İşte, değişmez bir ibare koyalım." "Ne?" "Cumhuriyet değişmesin." "Tamam." Birisi de "Sadece devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hükmün değişmezliğinin ifade edilmesi yeterli değildir çünkü bugün dünyanın en sağcısından en solcusuna kadar bütün diktatörlükleri rejimlerinin cumhuriyet olduğunu ifade ve ilan etmektedirler. Binaenaleyh, sadece rejimin olduğunu ve bunun şeklindeki prensibin de değişmezliği şeklinde hükmün konmasının daha uygun olacağı kanaatindeyim. Onun için ben şahsen sadece cumhuriyetin değil, cumhuriyetin vasıflarından olan demokratik ve laik olduğu şeklindeki prensibin de değişmezliği şeklinde bir hükmün konmasının daha uygun olacağı kanaatindeyim. Bu suretle hakiki demokrasi muhafaza edilmiş olur. Aksi takdirde, sağcı veya solcu diktatörlüğe gitmek mümkün olabilir." diyor 1961 Anayasası görüşülürken Danışma Meclisindeki bir üye. O gün bu reddediliyor fakat sizin bu "darbe anayasası" deyip güya demokratikleştirmeye çalıştırdığınız bu 1982 Anayasası'nda geçmiş deneyimlerden yola çıkılarak işte, bugün bizim sahiplendiğimiz bu ilkeler, değişmez olan bu ilkeler konuluyor ve değişmezlik, teklif edilemezlik kapsamı 1982 Anayasası'nda bu şekilde genişletiliyor. Neden? Çünkü mevzuatlar, anayasalar, yaşanılan tecrübelerden yola çıkılarak, üst üste konularak, insan hakları metinleri, insan hakları sözleşmeleri, hep insanlığın yaşadığı tecrübelerden yola çıkılarak ileriye doğru götürür insanlığı, geliştirir ve daha iyisi olması sağlanır. Bu açıdan cumhuriyetin niteliklerini korumaya alan 1982 Anayasası üzerine hepimiz yemin etmişken ve bu ilkeleri korumak hepimizin ettiğimiz yemin nedeniyle namus borcuyken bugün, maalesef, bu görmezlikten geliniyor ve birtakım algılarla işte, "Cumhuriyet değişmiyor, rejim değişmiyor." gibi algılarla aslında üstü kapalı bir şekilde yeminimizi bozuyoruz ve cumhuriyeti değiştirmeye çalışıyoruz bu teklifle yani biz değil tabii ama teklifi imzalamış olanlar.
Dolayısıyla, geneli üzerinde yapılan görüşmelerde bu hususun bir daha dikkatlice, etraflıca düşünülmesi gerektiğinin ve Anayasa'nın değiştirilmeyecek, cumhuriyetin değiştirilmeyecek bu niteliklerinin bütün güçlerin tek bir kişide toplanması suretiyle kuvvetler ayrılığının yok edilmesinin; yargının özellikle yasamayı denetleyecek, yürütmeyi denetlemesi gereken Anayasa Mahkemesinin tamamıyla tek bir kişi tarafından belirlenmesi suretiyle yargı bağımsızlığının yok edilmesinin, denetim mekanizmasının yok edilmesinin hukuk devletini yok ettiği aşikârdır. Demokratik devlet ilkesinin yok edildiği aşikârdır çünkü idareyi bağlayan hiçbir şey yok. İşte, Danıştayı belirliyorsunuz, hâkimleri belirliyorsunuz, idarenin yaptığı bir işleme karşı kime güvenerek bu millet hakkını arayacak? Diyelim ki işte, kamulaştırıldı malı mülkü, mülkiyet hakkını korumaya çalışacak ama Cumhurbaşkanı kararnamesiyle mülkiyet hakkıyla ilgili sınırlama hakkı veriyorsunuz. Veya zaten gitmesi gereken idari yargıyı, Danıştayı Cumhurbaşkanı belirliyor. Bu vatandaş nasıl kendini hukuki anlamda güvende hissedecek böyle bir ortamda, böyle bir düzende? Nasıl huzur içinde yaşayacak? Yarınını nasıl görebilecek? Maalesef göremeyecek. O yüzden yargı bağımsızlığının gerçekten sağlanacağı, hukuk devleti ilkelerinin, o hukuk fakültesi 1'inci sınıfta anayasa hukukunda öğrendiğimiz hukuk devleti ilkelerinin tam anlamıyla hayata geçirileceği, insan hakları ve özgürlüklerinin tam anlamıyla korunmasının sağlanacağı bir sistem kurmak yani bunu sadece anayasaya yazmak değil. Şimdi anayasaya yazıyorsunuz; işte, "Basın hürdür, sansür edilemez." falan filan ama bakıyorsunuz uygulamada maalesef böyle bir şey yok, denetleyen bir mekanizma yok. Yani sırf iktidara muhalif diye yazı yazan bir gazeteci yargı önüne çıktığında yargı "Ya, bunu serbest bırakırsam acaba başıma ne gelir? Acaba beni terör örgütüyle nitelendirirler mi? Acaba işte beni şuraya sürerler mi?" -çünkü HSYK da bağımsız değil- kaygısıyla karar veriyorsa o zaman her yönüyle bu özgürlüklerin güvence altında olmadığı maalesef anlaşılıyor. Ve eğer gerçekten istikrarlı bir ülke istiyorsanız da bunun ilk koşulu "Koalisyonları engelleyelim, şöyle yapalım, böyle yapalım, tek bir kişide olsun bütün karar alma yetkisi, uygulama yetkisi, yürütme yetkisi falan. İstikrar olsun."la olmaz. İstikrar istiyorsanız öncelikle toplumu kutuplaştırmayacak, öncelikle toplum arasına ayrılık tohumları ekmeyecek, öncelikle bizi bu ülkenin menfaatleri açısından birleştirecek, demokrasi ve özgürlük ortamını sağlayacak mevzuatları ele almamız ve onları tartışmamız gerekir. Yani şimdi örnek verdim, olmayacak bir şey de değil, 7 Haziran, diyelim ki o dönemde hani bu sistem olsaydı, bir de Cumhurbaşkanı seçiliyor olsaydı yüzde 40 AKP'ye oy verseydi, AKP yine 317 vekille Meclise gelseydi ve yüzde 60 da çok beğendiği, işte başka yani daha ortada, tarafsız, insanların güvendiği, bütün toplumun benimsediği, onayladığı bir Cumhurbaşkanı seçseydi ne olacaktı? Böyle bir durumda istikrar olabilir mi? Böyle bir durumda yasama ile yürütme arasında çatışma yaşanmaz mı? Yaşanır. Olmayacak bir şey mi peki bu? Değil, olabilir, yaşanabilir. O yüzden bu getirdiğiniz teklif, istikrar getirecek, efendim, çatışmayı önleyecek vesaire bir teklif değil. Bunu bu şekilde değerlendirmeniz gerektiğini tekrar vurgulamak istiyorum.
Şimdi, bir de, aslında usul üzerinde de çok konuşmak lazım. Şimdi 1961 Anayasası, 1982 Anayasası... 1921, 1924 Anayasası'nı biraz daha farklı düşünmek gerekir. Yani savaş dönemi, topyekûn mücadele veriliyor, Osmanlı yıkılmış, onun kalıntıları üzerinden yeni bir devlet kuruluyor falan, daha farklı koşullar tabii ama sonraki anayasalarla ilgili anayasaların hazırlanma sürecine bakıyoruz; evet, darbe olmuş, darbe sonrasında anayasa hazırlanırken örneğin 1960 darbesinden sonra bir Meclis kuruluyor ve o Meclisin üçte 1'i seçimle belirleniyor, kooptasyon usulü yani meslek odaları, STK'lar temsilciler gönderiyorlar, atamalar oluyor, siyasi partilerden bazılarının temsilcileri var. Böyle, yine en azından toplumun bir kesimini temsil eden ve değişik alanlardan gelen akademisyenlerin olduğu bir kurul Anayasa değişikliğini hazırlıyor. 1980 darbesinden sonra aynı şekilde yine bir Danışma Meclisi kuruluyor. Orada seçim hiç yok. Sadece Millî Güvenlik Konseyi atamayla belirliyor ve daha çok siyasetin olmadığı, siyaset dışı bir kuruluş oluşturuluyor ve bir anayasa hazırlanıyor. Bugüne bakıyoruz; 1 kişi istiyor, 2 kişi oturuyor, anayasa hazırlıyor. Yani bunlardan ne üniversitelerin haberi var ne sivil toplum kuruluşlarının ne derneklerin ne anayasayla ilgilenen kuruluşların ne akademisyenlerin, baroların, meslek örgütlerinin, diğer kuruluşların yani kamu tüzel kişilerinin çünkü herkesi ilgilendiren bir şey ama bakıyorsunuz, hiç kimsenin haberi yok yani bizim haberimiz yok, bir anda işte, 10 Aralıkta akşamüstü Meclise geliyor, indiriyoruz siteden, ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Hiç tartışmadığımız ve ilk defa Komisyonda tartıştığımız bir metin önümüze geliyor. Bu usul açısından da kesinlikle doğru değil. Ki belirttiğimiz gibi Anayasa'nın çok önemli maddelerini değiştiriyor ve yapıldığı tarihten bu yana da ilk defa bu kadar kapsamlı bir değişiklik yapılıyor; Anayasa'nın 75 tane maddesi değişiyor, toplam 175, neredeyse yarısı değişiyor ve en önemlisi de çok temel ilkeler, rejim değişiyor ve tartıştırılmadan değiştiriliyor.
Şimdi, dediğim gibi, Türkiye'de kendi geçmiş örneklerimize baktığımızda, bunun bir nebze olsun darbe dönemlerinde dahi tartışıldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Birçok ülkede de bu böyle yapılıyor. Örneğin İtalya'da da benzer tartışmalar oluyor. 2001 yılında barolar birliğinin düzenlediği bir konferansta anayasa komisyonu başkanı, anayasa hukuku profesörü bir İtalyan cumhuriyet senatosu üyesi Profesör Massimo şöyle anlatıyor, Türkiye'ye geldiğinde, Ocak 2001'de -o zaman henüz iktidarda değildiniz- diyor ki: "Komisyon bir sene boyunca çalıştı. Taslağı temsilciler meclisine, kamaraya, milletvekillerine ve işçi sendikasına gönderdi." Şimdi, biz ne yaptık? Komisyon bir hafta mı... Komisyon hiç tartışmadı da, 2 kişi bir hafta bir araya geldi, ondan sonra direkt Meclise sunuldu, Komisyonumuza geldi. Yani burada bir toplumsal sözleşme yapmış olmuyoruz, burada sadece 2 parti arasında yapılan görüşmelerle 2 kişinin getirdiği teklifi konuşuyoruz ve bu bir tartışma değildir, bu, olsa olsa bir dayatmadır.
Şimdi, aslında ben şöyle tersinden de düşünüyorum: Diyorum ki mesela bu teklif referanduma gitse ve yüzde 49,9 "evet" dese, geri kalanı da yüzde 51,1 de "hayır" dese ne oluyor? Şimdi, ben, "hayır" diyen bir insan olarak ben kazanmış oluyorum değil mi? Ama yani şunu da düşünün: Yani yüzde 49,9'unun da hakkını düşünmek isterim, onu da tartışmak isterim, konuşmak isterim. Eğer böyle bir şey istiyorlarsa gerçekten... Ama işte, bu teklif toplumu kutuplaştırıyor. Bizim konuşmamız gereken bu olmamalı. Bizim toplumun tamamını, yüzde yüzünü ilgilendiren konularda oturup aslında başka şeyleri konuşuyor olmamız gerekir. Yani bugün keşke otursak, hep beraber desek ki nasıl daha güçlü bir ülke oluruz? Nasıl daha güçlü bir ülke oluruz? Mesela nasıl işte burada herkesin makam aracının aslında kendi ülkemizde üretilen bir marka, bir dünya markası olmasını sağlayacak araçlar üretebiliriz, değil mi? Hepinizin aracı eminim ki hemen hemen ya da... Yani, trafiğe çıktığımızda, sağımıza solumuza baktığımızda hep Alman arabası görüyoruz yani, yazık değil mi? Hepimiz bu araçlara biniyoruz, yazık günah değil mi bizim millî servetimize, millî gelirimize? Niye biz dünya markası olacak bir araç üretemiyoruz? Niye teknolojiye niye bilime yatırım yapacak, niye bunu öne çıkaracak eğitimden tutun da diğer devlet politikalarına kadar bunu tartışacak, bunun önlemlerini alacak şeyler, anayasalar, mevzuatlar, eğitim politikası, millî eğitim politikası hayata geçirmiyoruz? Niye çocuklarımıza daha güzel günler bırakacak değişiklikleri planlamıyoruz da tek bir kişinin istediği değişiklikleri tartışıyoruz burada? Maalesef, aslında hep deniyor ya, bunu zaten yıllardan beri tartışıyoruz, işte, Özal döneminde de, Demirel döneminde de, öncesinde de konuşuldu bu konular hani, "İlk değil başkanlık." Ki bu Başkanlık da değil. Evet, o dönemde de tartışıldı. O dönemde de yani Özal da bunu gündeme getirildiğinde, Demirel de gündeme getirdiğinde hep bu talebin kişisel bir talep olduğu, bunun ülke menfaatleriyle ilgili bir talep olmadığı biliniyordu ve hiçbir zaman da kamuoyu bunu desteklemedi çünkü o dönem de kişiseldi, bugün de kişisel. Bugün de aslında, 7 Hazirana baktığımızda, hani "Verin 400 vekili, istikrar gelsin, başkanlık gelsin." yaklaşımı açısından baktığımızda ve oylama sonucuna baktığımızda milletin yine böyle bir sistemi istemediğini çok iyi biliyoruz. Sizler de biliyorsunuz, bunu gördünüz. Peki, bugün ne oldu? İşte, o günden sonra yaşanan kaos, tırmanan terör, şiddet, verilen canlar, akan kanlar toplumun maalesef psikolojisini değiştirdi, bozdu ve bunun üzerinden on dört yıldır iktidarda olan sizler bunun nedenlerini sorgulamak yerine, kendi iktidarınızdan kaynaklanan eksiklikleri, sorumlulukları sorgulamak, bunun hesabını vermek yerine, maalesef daha fazla güç, daha fazla yetkiyle bu süreçten çıkmaya çalışıyorsunuz.
Ama Kurtuluş Savaşı örneğine baktığımızda... Hani dün akşam Sayın Bakan mı söylemişti, birisi söylemişti ama... "Böyle bir ortamda anayasa görüşülür mü? Yani daha dün işte Rus Büyükelçisi öldürüldü, Kayseri'de patlama, Beşiktaş'ta patlama yaşanıyor; daha onların acılarını yaşıyoruz. OHAL var, ifade özgürlüğü yok, toplantılar yasak, basın açıklaması yapmak yasak, gösteri yürüyüşü yapmak yasak. Böyle bir ortamda anayasa mı konuşulur?" dediğimizde "Ya, işte, Kurtuluş Savaşı döneminde bile Anayasa yapıldı." deniyor ama o dönemdeki Anayasa toplumu kutuplaştıran bir anayasa değildi; o dönemdeki Anayasa birilerini yok sayan, tek başına birine bütün yetkileri vermeye çalışan bir anayasa değildi. Tam tersine, daha fazla demokrasiyle, daha fazla katılımla, hatta Meclis hükûmeti sistemiyle öyle süreçten, öyle bir savaş koşullarından çıkıldı ve o birliktelikle, o ruhla millî mücadele başarıya ulaştı ve o koşullarda bu Anayasa yapıldı.
O yüzden, bugünkü koşullarda anayasa yapılmayacağını, böyle bir usulle anayasa yapılmayacağını bir kez daha söylemek istiyorum. İşte daha geçen gün, örneğin, anayasayla ilgili, anayasa teklifi verildikten sonra bu konuda toplantı yapmak isteyen ve kendi tabanını bilgilendirmek isteyen örneğin Meral Akşener'in...
Sayın Başkan, bir uğultu var ama ben...
(Oturum Başkanlığına Başkan Mustafa Şentop geçti)
BAŞKAN - Arkadaşlar, lütfen sessiz olalım.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - ...mesela, Yalova'da yapmak istediği bir toplantı OHAL gerekçesiyle iptal ediliyor. Şimdi, halkı bilinçlendirecek, anayasa konusunda bilgi verecek, tartışacak bir toplantı yapamayacak insanlar ama demokrasi getiren, istikrar getiren bir anayasa değişikliği yapıyor olacağız. Bu hakikaten çok büyük bir çelişki, inanılması zor bir gerekçe yani. Sizin açınızdan haklı olabilir ama bu kabul edilemez bir gerekçedir.
Şimdi, dünya örneklerine baktığımızda şunu görüyoruz. Aslında dün akşam Sayın Erkek de söyledi. Hani parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçen bir ülke yok. Biraz önce benim anlattığım o İtalya örneği bir denenmiş. İşte diyor ki anayasa komisyonu başkanı İtalya'nın: "Biz bunu yapmaya çalıştık, bir yıl oturduk, hazırladık, işçi sendikalarına gönderdik, meclislere gönderdik, vekillere gönderdik falan. Sonra da hani ülkenin ortamı da uygun değildi, o yüzden geri çektik. Böyle bir şey olmadı."
Şimdi, başkanlık sistemiyle ilgili... Hani bu başkanlık değil diktatörlük aslında tanım olarak baktığımızda, tanımı bu. Uygulanan örnekler söylendi. Yani demokratik anlamda başkanlık bir tek Amerika'da var, onun dışında uygulanan ülkelerin hiçbirinde demokrasi yok ve diktatörlük var. Rica ediyorum, bütün milletvekili arkadaşlarımız, yani Google'da zaten bütün bilgiler var, devletlerin ekonomik yapısı, nüfus yapısı, insani gelişmişlik endeksi, demokrasi konusundaki konumları, sıralamaları; hepsi var, girince görebiliyorsunuz. Başkanlık adıyla yönetilen, aslında bazı anayasa hukukçularının da...
Örneğin Fish 1997'de yazdığı kitapta diyor ki: "Kararname çıkarma yetkisi, feshetme yetkisi verirseniz bu bir süper başkanlıktır diyor, öyle nitelendiriyor, "süper başkanlık" diyor. Burada da fesih yetkisi var, kararname yetkisi var ve onun dışında, daha fazla yetkileri var. Yani süper başkanlığın da üstünde bir yetki oluyor.
Bu yetkileri içeren modeller daha çok Latin Amerika ülkelerinde var ve zannediyorum o ülkelere gezi amaçlı da olsa gitmiş olan bir sürü arkadaşlarımız vardır. O ülkenin ekonomik koşullarını, o ülkenin sosyal koşullarını, orada yaşayan insanların durumunu mutlaka biliyorsunuzdur, görmüşsünüzdür. Yani gelir dağılımındaki adaletsizliğin, uçurumun inanılmaz olduğu... Çünkü onu getiriyor bu sistem. Yani zengini daha zengin, fakiri daha çok fakirleştiren bir sistem getiriyor. Böyle olunca ne oluyor? Suç işleme oranı artıyor, uyuşturucu kullanımı çok yoğun, çok yüksek artıyor ve demokrasi, özgürlük adına hiçbir kırıntı yaşayamıyor. Bu yüzden de birçok devlet bu sistemden geri dönüyor, bunun da çok örnekleri var. Örneğin Portekiz, örneğin İsrail yani bir değişiklik yapıyor, devlet başkanına daha fazla yetki veriyor. Daha sonra istikrarsız olduğu için o sistemden geri dönüyorlar. O yetkileri alıyorlar. Yani hep dedik ya yasamayla yürütme arasına illaki sürekli bir çatışma yaşanır diye. O çatışmada yasama her zaman kendi yetkilerini korumaya çalışır, her zaman yetkilerini kaptırmamaya çalışır ama bizde...
Yani ben hakikaten anlayamıyorum, bu mantığı, yani özellikle o teklifin verildiği gün imzalar atılırken yapılan paylaşımları. Yani nasıl olur da bir insan yetkilerini böyle, bu kadar güle oynaya, sevine sevine ya da böyle çok güzel bir şey geliyormuş gibi ülkeye duyurur; hakikaten benim mantığım anlamadı. Yani söylediğiniz gerekçelerin de hiçbir somut karşılığı yok.
Yani istikrar gelecekmiş de koalisyonlar son bulacakmış falan filan. İstikrar gelseydi on dört yıldır gelirdi. On dört yıldır AKP tek başına iktidarda. İstikrarın bununla ilintili olmadığını biliyoruz. İstikrar gelmesini istiyorsanız toplumu kutuplaştırmazsınız. İstikrar gelmesini istiyorsanız farklı görüşlerdeki insanlara saygı duyarsınız, gazetecileri hapse atmazsınız. İstikrar gelsin istiyorsanız eğitimi gerçekten bilimsel anlamda, her anlamda, yani çağdaş, laik bir bilimsel eğitimi hayata geçirerek bizi dünyada yarıştıracak, bilimsel buluşlar yapmamızı sağlayacak, teknolojik anlamda ilerlememizi sağlayacak bir konuma getirirsiniz. İstikrar istiyorsanız insanları sırf Twitter'dan bir şey yazdı diye cezaevlerine atmazsınız. İstikrar gelsin istiyorsanız işçilerin beklentisi olan, söz verdiğiniz taşeron yasasıyla ilgili, kadroya geçirme yasasını hayata geçirirsiniz. İstikrar gelsin istiyorsanız çiftçinin, emeklinin, emekçinin, öğrencinin hayatını kolaylaştıracak projeleri hayata geçirirsiniz, gelir dağılımını daha adaletli bir hâle getirirsiniz. O zaman zaten istikrarın geleceğini göreceksiniz. Yani siyasi kriz yaratarak, sürekli toplumu kutuplaştırarak...
Ki bu teklifle daha fazla kutuplaşıyor, istikrar gelmez. Nasıl kutuplaşıyor? İşte biraz önce verdiğimiz yüzde 49,9 ile yüzde 51,1'i karşı karşıya getirip derseniz ki yüzde 51,1 her şeye sahip olacak, Mecliste çoğunluğa sahip olacak, yürütme onun olacak, yargıyı atayacak, geri kalan yüzde 49,9 hiçbir şey yapamayacak. Sadece bu ülkede kendisini öteki hissedecek, söylediği hiçbir şey dikkate alınmayacak, hayata geçirilmeyecek, hatta çoğu zaman baskı uygulanacak; böyle bir ortamda istikrar gelmez çünkü bizde uzlaşma kültürü yok, çünkü bizde demokrasi kültürü yok, çünkü bizde başkalarına, bizden olmayana, görüşü bizim gibi olmayana, bizimle aynı şehirde doğmayana karşı genellikle, maalesef önyargı var.
Biz bir insanla konuşurken önce "Nerelisin sen?" diyoruz ya da tipine bakıyoruz, nereli olduğunu tahmin ediyoruz, ona göre siyasi görüşünü hemen yapıştırıyoruz kendi kafamızdan, onun üzerinden konuşuyoruz. Maalesef böyle bir kültürümüz var. Biz önce karşımızdakine insan olarak bakmıyoruz ki. Biz aynı zamanda başkalarına kendi düşüncelerimizi, kendi görüşlerimizi, kendi inancımızı empoze etmeye çalışan bir kültürden geliyoruz. On dört yıldır bu iktidar değerli arkadaşlar... Evet, yani hiçbir zaman bu ülkede demokrasi olmadı ama gelin birlikte ileriye taşıyalım, on dört yıldır bu iktidar da aynı şeyi yapıyor.
Bakın, okullarda inanılmaz baskı var. Yani Bursa'da her gün bir eğitim skandalı yaşanıyor okullarda, özellikle öğretmenlerden. Bir gün bir okulda öğretmen kız çocuğuna diyor ki: "Sen önce başını ört, ondan sonra konuş." Öbür gün bir okulda sırf velilere zorla imam hatibe kaydettirsinler diye çocuklarını baskılar yapılıyor. O okula giderse sınıflar daha az, fiziki koşullar daha iyi. Öbür türlü okula giderse, normal, düz okula giderse veya teknik bir okula giderse daha kalabalık sınıflar, daha kötü eğitim koşulları, tuvaleti akan, çatısı akan okullarda eğitim görmek zorunda kalıyor. Oradan para isteniyor, bilmem ne isteniyor. Kaç kalemde velilerden para isteniyor bu ülkede. Yani şimdi baktığımızda sisteme, bir yandan özel okullara, FETÖ'nün okullarına yani şu 15 Temmuza kadar çocuklarını gönderen velilere 1,2 milyar lira para ödedi bu devlet, bizim cebimizden çıktı. Ama öbür taraftan, normal devlet okuluna giden garibanın çocuğunun eğitim giderleriyle ilgili de ailesinden 20-30 kalem para isteniyor. Bu mu bize istikrarı getirecek? Zengini daha zengin edecek, fakirin cahil kalmasını, eğitim görmemesini sağlayacak bir şey.
Şimdi, yıllardan beri bu ülkede özelleştirme uygulanırken biraz da... Hani hep söylüyorduk biz bunu solcular olarak. Yani sistem ne istiyor? Neoliberalleşiyor, işte, birtakım hani sizin o üst akıl dediğiniz şey devletçiliği çok istemiyor, her şey özelleşsin falan. Hep şunu söylerdik: Sistem şunu yapıyor: Önce o kurumu, aslında çok iyi kâr eden, hani TÜRK TELEKOM'a vesaire bunu yaptınız-, zarar ediyormuş gibi gösteriyor, yıpratıyor, vatandaşın canından bezdiriyor. Ondan sonra vatandaş diyor ki: "Lanet olsun, bu devletin olduğu için böyle. Özelleşse daha iyi hizmet alırız, daha iyi koşullarda çalışırız, daha çok kâr eder." Ondan sonra o kurumları özelleştiriyorlar, değerinin altında satıyorlar, alan şirket alıyor başını gidiyor.
Aynı şey yani bugün rejimle ilgili yapılan şey de aynı, aynı mantıkla yürüyor. Yani istikrarsızlaştırma, kutuplaştırma, bir kaos, ekonomik kriz falan; sonra şimdi deniyor ki: "Ya, bu işlemiyor, çok kötü -aynı özelleştirmelerde yapıldığı gibi- bunu değiştirelim. Ne yapalım? Diktatörlük getirelim. O zaman böyle bir rejimde istikrar bozulmaz, koalisyon olmaz." Almanya yıllardır koalisyonla yönetiliyor, dünyanın en güçlü ülkelerinden bir tanesi, dünyanın en yüksek teknolojilerini üreten bir ülke. Yani demek ki koalisyonla da istikrar olabiliyor, koalisyonla da güçlü devlet olabiliyor. Değil mi arkadaşlar? Yani bunun tek parti, tek iktidar ya da koalisyonla falan istikrarın bir ilgisi yok.
Aynı şekilde, seçim var, o zaman demokrasi var mantığı da doğru değil. Yani işte seçilmişse tamam, bitmiştir, orada demokrasi vardır. Dünya örneklerine baktığınızda bunu görüyoruz. Yani Hitler de seçildi, Kenan Evren'in Anayasası'nın aldığı oy oranı yüzde 91,7. Demek ki tek başına seçim, tek başına sandığa gidilmiş olması da o rejimin, o yönetimin demokratik olduğu anlamına gelmiyor. Hani seçimi kaldırmıyoruz, o yüzden demokrasi var mantığı da yanlış. Böyle bir ortamda demokrasi olmaz.
Yani şimdi, zaten bugünkü koşullarda, bakıyoruz, hani daha sistem değişmeden basın tamamen yürütmenin hâkimiyeti altında çünkü bütün medyaya bakıyorsunuz, öyle bir baskı altında ki aynı... Yani nasıl olur? Hakikaten bir WhatsApp grupları mı var bunların? Ben merak ediyorum. Yani aynı anda bütün medyanın aynı manşeti atması çok ilginç. Aynı binadalar mı, bir WhatsApp grubu mu var hani bu şeylerin? "Yarın şu manşeti atacağız, öyle emir geldi." deyip öyle mi aynı manşeti atıyorlar? Yani bu mu demokrasi?
Ya da yargıyı belirleyecek, yürütmeyi belirleyecek, bütün bürokratları atayacak, istediği gibi kamu tüzel kişiliği kuracak, hatta işte belli illeri içine alacak bölgesel tüzel kişilikler kuracak, istediğini kapatacak... Kalktı, yarın canı sıkıldı, diyelim ki... Başka, hani akli dengesi yerinde olmayan birini başkan olarak seçtik ve ondan sonra adamın canı sıkıldı, kalktı sabah, "Ben Adalet Bakanlığını kapatıyorum." dedi. Var yani bu yetki var şeyde, bu teklifin içinde var. Ya da diyelim ki yarın... Bu şey de olabilir, solcu bir Cumhurbaşkanı da olabilir. Değişti beş on yıl sonra, bir solcu Cumhurbaşkanı geldi. Kalktı dedi ki ertesi gün: "Kapatıyorum bütün şeyleri, Adalet Bakanlığını falan. Bütün okulları kapatıyorum falan." Yani böyle bir şey... İşte, adı önemli değil yani adının "A" olması, "B" olması, adına "Sağcıyım." demesi, "Solcuyum. demesi, merkezden olması falan önemli değil; şu yetkilerden bahsediyorum: Hani, dün de dedim ya, bu teklifi benim Genel Başkanım da getirse kabul etmem, direnirim dedim ya, onu kastediyorum. Yani, bu yetkiler, her halükârda diktatörlük getirir. Bunun adı önemli değil, şahsın adı önemli değil, partinin adı önemli değil, kişinin görüşü, kendini nasıl nitelendirdiği önemli değil. Tıpkı sizin nitelendirdiğiniz gibi yani buna "cumhuriyet" diyorsunuz ama bu teklif cumhuriyet değil yani nitelikleriyle beraber nitelendirildiğinde bu teklif cumhuriyet değil, bu teklif demokrasi değil, bu teklif hukuk devleti değil. Önemli olan, içeriğine bakarak bunu değerlendirmektir, tıpkı bu OHAL sürecinden sonra çıkarılan KHK'larda olduğu gibi. Siz diyorsunuz ki, mesela Bakanlar Kurulu toplanıyor Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında: "OHAL KHK'sı çıkarıyorum bir tane." diyor. İçine her şeyi koyuyor; işte, rektör atamasından tutun, Maarif Vakfının şeylerinin maaşına kadar her şeyi içine koyuyor, işte ÖYP üyelerinin kadrolarına kadar. Öğretmenlerin... Sözleşmeli öğretmenlik getiriyor, bütün personel rejimini değiştiriyor OHAL KHK'sıyla ama biz buna "OHAL KHK'sı" diyoruz. Neymiş, adı öyle. Gerçekten öyle mi? Değil; amaç bakımından bakıyorsunuz, değil; konu bakımından bakıyorsunuz, değil; süre bakımından bakıyorsunuz, değil; aynı şey. Yani, getirilen... Adı neymiş? Cumhurbaşkanlığıymış yani biz adına öyle dedik. Cumhurbaşkanlığı falan değil bu, bu diktatörlük. Yani, bunu anayasa hukuku derslerinde biz de öğrendik, siz de öğrendiniz. Bütün yetkiler tek bir kişide toplanırsa bunun adı diktatörlüktür, başka bir şey değil, cumhurbaşkanlığı falan değildir. Yani, cumhurbaşkanlığı, bizim ilk Anayasa'mız oluşturulurken tarif ettiğimiz, temsili bir makam olan, tarafsız olan, o Anayasa 104'teki, devlet organları arasındaki uyumu sağlayan, bir hakem niteliği taşıyan kişidir. Ama, bugünkü getirilen teklif bu değil.
Şimdi, bakın, Almanya böyle bir geleneği zaten Hitler döneminde yapıyor, sonra vazgeçiyor, parlamenter sisteme dönüyor. Japonya yine aynı şekilde, başkanlığa geçiyor, sonra parlamenter sisteme dönüyor. İsrail, yetkilerini artırıyor devlet başkanının, daha sonra istikrarsız bir dönem yaşıyor, 2001 yılında parlamenter sisteme geçiyor. Moldova, Portekiz, aynı şekilde, cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlıyor, parlamenter sisteme geçiyor. Portekiz, aynı şekilde, yarı başkanlık sistemine geçiyor, tekrar 1982'de parlamenter sisteme geçiyor. Yunanistan 1986'da yine yetkilerini kısıtlıyor cumhurbaşkanının ve bu şekilde parlamenter sistemi güçlendiriyor. Finlandiya aynı şekilde...
Ve son olarak... Aslında, burada gördüm galiba arkadaşımı. Kocaeli milletvekilimiz Fatma Hanım... Geçenlerde KEFEK'le Latin Amerika ülkelerine gidiliyor. Orada şöyle bir şey yaşanıyor: Yani, sizin üyelerinizden bir milletvekili arkadaş başkanlık propagandası yapıyor Kolombiya Devlet Başkanının Yardımcısına ve Kolombiya Devlet Başkan Yardımcısı şöyle diyor: "Yani, bizde de var başkanlık ama biz bundan vazgeçeceğiz, bu başkanlık sistemini değiştirmeyi düşünüyoruz." Yani, hâlen mevcut olan bu başkanlık sistemiyle, daha doğrusu süper başkanlıkla -çünkü, Latin Amerika'da kararname çıkarma yetkisi var- yönetilen ülkeler bugün bu sistemden vazgeçmeyi tartışırken, konuşurken, daha demokratik olan, milleti temsil anlamında, egemenliği kullanmak anlamında daha demokratik olan, daha hukuki olan bir sisteme geçmeyi düşünürken biz neden böyle bir şeyi tartışıyoruz, hakikaten aklım almıyor. Ve bunu bir kişi için yapıyoruz. Bunu, ülkenin sorunlarını çözmek için, ne bileyim, dış politikadaki sorununu çözmek için, eğitimdeki sorunları çözmek için, sağlık alanındaki sorunları çözmek için, emeklinin sorununu çözmek için, askerin, öğrencinin, işçinin, çiftçinin sorunlarını çözmek için tartışmıyoruz ki biz bu teklifi maalesef.
Şimdi, bakın, 2007 yılında Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili tartışmalar gündeme geldiğinde, o dönem yine bu tartışmalardan, kişilerden, partilerden bağımsız olarak aslında yine yazarların, anayasa hukukçularının kendi kitaplarında değindiği bir şey vardı, diyorlardı ki: "Cumhurbaşkanını halk seçerse iki başlılık doğar, çatışma doğar." Yani, işte, ne var? Cumhurbaşkanı 'Halk beni seçti kardeşim. Ben vaatlerde bulundum.' falan... 'Dolayısıyla da ne yapmak lazım? Benim yetkilerimi artırmanız lazım.' der." diyorlardı. Şimdi o başımıza geldi.
Şimdi, bundan sonra başımıza gelecek olanı da söyleyeyim, bundan sonra başımıza gelecek olan şey şu: Tek kişiye verilen kişiselleşmiş bu otoriterlik, bir süre sonra denilecek ki: "Ya, tek kişiye verildi bütün yetkiler. Bu, hakikaten bir otoriter rejim doğurdu." falan. Artık o zaman "Kandırıldık." diye kimi suçlarsınız, bilmiyorum. Sayın Parsak, size atılabilir top, ihale size kalabilir. Derler ki: "MHP bizi kandırdı. 'Fiilî durum, hukuki durum' dediler, biz de girdik topun altına." falan. Hani, o zaman da şöyle denilebilir: "Kişiselleştirilmiş bir otoriter rejim doğdu. Ondan sonra, ne yapalım? Biraz daha demokratikleştirelim. Peki, nasıl demokratikleştirelim? Formül belli: Eyaletlere dağıtalım yetkileri." olacak. Yani, şimdiden söylüyorum, tutanaklara geçsin. Çünkü, daha önce 2007'de "Halk seçsin." derken de benzer şeyler söylendi, başımıza geldi. Şimdi de aynı şekilde ben burada tutanağa bunu geçiriyorum. Birkaç yıl sonra -belki o kadar bulur, bulmaz- aynen bu cümleler söylenecek, denecek ki: "Ya, tek kişiye verilmesi doğru değil. Yani, otoriterleşti, bir kişinin şahsında bütün otorite toplanınca diktatörleşti. Ne yapalım? Demokratikleştirelim. Demokrasi getiriyoruz, ileri demokrasi getiriyoruz. Ne yapacağız? Güçleri dağıtacağız, yetkileri dağıtacağız, eyaletleri işin içine sokacağız, oralara da yetkiler vereceğiz. Böylelikle daha demokratik olacak sistem." Sonraki adım budur, buraya not olarak düştüm.
Umarım, bu Anayasa, şu Komisyondan geçse bile Genel Kuruldan geçmez ve bu halkın, bu milletin parası, vergileri 2010'daki gibi çarçur edilmez. Neden? O dönemde, o referandumda harcanan bütün paralar, yazık günah, boşa gitti, bize bomba olarak geri döndü. Aynı şekilde, hani, böyle bir ihtimal olur da Genel Kurulda vicdanlarınızı bir kenara bırakıp oy kullanırsanız, yine bu milletin parası boşa gidecek ve o harcanan paralar maalesef bize baskı olarak, zulüm olarak, diktatörlük olarak geri dönecek. O yüzden, umarım, böyle kötü bir deneyim yaşamayız.
Şimdi, biraz metinle ilgili olarak birtakım şeyler de söyleyeyim genel olarak; getirilen şeyler nedir, ne değildir.
Ha, bu arada, bu yükseköğretim şartı falan, ben oraya çok takılmıyorum, çok önemli değil. Ama, hakikaten, bu yükseköğrenimle ilgili şeye baktığımızda, şimdi, Cumhurbaşkanının yetkileri artırılıyor. Yani, milletvekili seçilmek için böyle bir şey yok ya da Başbakan olmak için falan böyle koşullar yok. Cumhurbaşkanının yetkilerini artırıyorsunuz ama yükseköğrenim koşulu arıyorsunuz. Şimdi, eğitim sistemimiz maalesef öyle bir durumda ki bu ülkenin nüfusunun sadece yüzde 12'si yükseköğrenim görmüş yani yüzde 87'ye, bir kere, Cumhurbaşkanı olma yolunu kapatıyorsunuz, diyorsunuz ki yüzde 87'e:" Sen cumhurbaşkanı olamazsın." Diğer kapattığınız nokta ne? İşte, Sayın Çavuşoğlu -benim hem meslektaşım hem hemşehrim- mesela, hiçbir zaman bu teklifle Cumhurbaşkanı adayı olamayacak. Gülmeyin.
HİLMİ BİLGİN (Sivas) - Yardımcısı yaparız. Demokraside çözüm var.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Yardımcısı yaparsınız, bilemeyeceğim tabii, olabilir.
Yani, ama, şimdi yani Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı değil mi? İnsanların -böyle bir- adaylığının önünü kapatıyorsunuz? Tekrar düşünün yani bunun üzerine, ne getiriyor bu, Anayasa açısından, söylemek istedim.
Şimdi, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasıyla ilgili... Şimdi, deniyor ki mesela... Cumhurbaşkanına kararname çıkarma yetkisi veriyorsunuz, süper başkanlık ya da diktatörlük. Efendim, neymiş? Temel hak ve hürriyetlerle ilgili çıkaramayacakmış, bir. İkincisi, sadece yürütmeyle ilgili konularda çıkartacakmış. Yani, biz de inandık. Özellikle bugünkü, hani, OHAL sürecinden sonraki tecrübelere baktığımızda hiç inandırıcı değil. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki Cumhurbaşkanı istediği her konuda, temel hak ve hürriyetlerle ilgili de olmak üzere... Sosyal hakları zaten kapsıyor ya, hani, asgari ücrettir, mülkiyet hakkıdır, konut hakkıdır, sendikal haklardır falan, orada zaten bir sınırlama yok, Cumhurbaşkanı kararname çıkarabiliyor o konularda. Onun dışında da "Yürütmeyi ilgilendiriyor." deyip... Yani bu ayrımı kim yapacak; yapan bir şey var mı, sınırlayan, denetleyen bir kurum var mı? Yok. "Yürütmeyi ilgilendiriyor." deyip her konuda kararname çıkarabilecek. Aslında Meclise de gerek yok böyle bir sistemde. Çünkü, Meclisin hiçbir yetkisi yok. Yani, yasama çıkarıyor, o da... Zaten Cumhurbaşkanı çıkarabiliyor yani ne gerek var şimdi? 600 kişi boşuna gelecek, burada milletin parası boşa gidecek yani yazık günah değil mi? Onu da yok edelim, tek başına bir kişi bütün... Zaten yasa çıkarabiliyor ya da zaten beğenmezse salt çoğunlukla yeniden kabul edilmek üzere yasayı veto edebiliyor, ondan sonra, partinin başına geçebileceği için, partili olabileceği için bütün yasama üyelerini belirleyebiliyor. Bütün derken, en azından çoğunluğunu seçim sonucuna göre belirleyebiliyor. Dolayısıyla, bugünkü gibi, hani, bugün yaşadığımız örnekler gibi sadece parmağını kaldıran, indiren, denetim mekanizmalarını hiçbir şekilde kullanamayan... Fiilen de kaldırılıyor; gensoru kaldırılıyor, güvenoylaması diye bir şey yok, sözlü soru yok. Genel görüşme yapacaksanız devletin faaliyetleriyle ilgili, yapamıyorsunuz. Bugünkü Anayasa'da var yani hem toplumu ilgilendiren konularda hem devletin faaliyetleriyle ilgili genel görüşme yapılabilirken maalesef bu teklifle birlikte, devletin faaliyetleriyle ilgili genel görüşme yapılamıyor. Yani, millet bu vekilleri Meclise niçin gönderiyor Allah aşkına? Hani, devlet faaliyetlerini konuşmayacaksa bu vekiller, neyi konuşacaklar Mecliste; futbol yorumu mu yapacaklar, ne yapacaklar? O yüzden yani milletin vekillerini bu kadar etkisizleştiren, bu kadar itibarsızlaştıran bir teklife milletin vekillerinin "evet" diyeceğini düşünemiyorum, gerçekten düşünemiyorum.
Ha, soruşturmayla ilgili... Yani, bakıyorsunuz, deniyor ki işte, mesela: Cumhurbaşkanının veya işte bakanların, Cumhurbaşkanı yardımcılarının sorumluluğuyla ilgili cezai sorumluluk var. Bir kere, siyasi sorumluluk yok bahsettiğiniz anlamda çünkü denetim mekanizması yok, zaten işlemiyor. Cezai sorumlulukta şey bile yok yani adam öldürürse de yargılanmıyor, hani, kişisel suç, görev suçu ayrımı da yok getirilen teklifte. Yani, bu, şey mi demek? Mesela, Cumhurbaşkanı adam öldürebilir mi demek? Öyle anlıyoruz bu tekliften. Yok ki "kişisel suçlar" falan demiyor yani veya işte "adi suç" falan demiyor, öyle bir ayrım yok. Hani, tamam, biz şey tahayyül ediyoruz yani Cumhurbaşkanı oraya gelmişse mutlaka böyle bir suç işlemez zaten diye düşünmek gerekiyor, zaten öyle olması gerekiyor ama maalesef öyle olmadığını, en azından... Hani, adam öldürmek biraz uç bir örnek ama, ne bileyim, başka suçlar açısından suç işlemesi mümkün. Yani, hâlâ bu toplumun kafasında 17-25 Aralık kuşkusu var mesela. Yani, kişisel suç, görev suçu tanımı, ayrımı falan hiçbir şey yok. Sınırsız bir şekilde, görevinin bitmesinden sonra da devam eden bir dokunulmazlık zırhı var; bakanlarla ilgili de, aynı şekilde Cumhurbaşkanı yardımcılarıyla ilgili de ve o Cumhurbaşkanı yardımcılarıyla ilgili, Sayın Bozkurt biraz önce söyledi, hiçbir sınırlama yok yani güzel bir örnek verdi. 1 milyon tane de Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabiliyor. Yani, hani, Reza gelirse Amerika'dan, mesela onu da yargılanmasın diye bu dokunulmazlık zırhı içine almak için Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atamak mümkün. Çünkü orada şey yok, hani, işte doğuştan Türk vatandaşı olmak vesaire gibi bir şey yok ve bu dokunulmazlık zırhını da bu şekilde değerlendirmemek lazım. En azından, milletvekilleriyle birlikte daha dengeli, daha doğru, daha adil bir sistem kurmak gerekir yani kişisel suçları falan bir tarafa bırakmak gerekir ki zaten fiilen de baktığımızda, -hani bu bir yana- diğer yanıyla da baktığımızda oy nisapları göz önünde bulundurulduğunda hiçbir şekilde zaten kolay kolay soruşturma açılması da mümkün değil. Ne olacak? İşte, önce 301 kişi soruşturma açılmasını isteyecek, ondan sonra 360 kişi bulunacak, onlar da soruşturma açılmasına karar verecek, efendim, 600 kişiden 400 kişi de soruşturma yapıldıktan sonra Yüce Divana gönderilmesine karar verecek. Fiilen böyle bir şey mümkün mü Allah aşkına? Böyle bir şey mümkün değil, mümkün olsa da bir süre sonra tek tip yaratılmış bir toplumdan ancak böyle bir şey çıkar. Hani, ancak toplumu böyle tek tipleştirirsiniz yani bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi herkes aynı şeyi düşünür, herkes aynı şeye inanır, herkes aynı bakış açısına sahip olur, o zaman, işte, aynı görüşten 400 vekil Meclise girer, o zaman da zaten öyle bir şey olmaz, yine de hukuken bu koşullarda dahi herhangi bir şekilde soruşturma açılmaz tabii ki.
Şimdi, getirdiğiniz hükümlerle, işte, bütçeyle ilgili Meclisin en önemli yetkilerinden bir tanesini -yani millet adına harcama yapma konusunda yetkili, onu belirleme konusunda yetkili- bütçeyi yapma hakkını da Cumhurbaşkanına veriyorsunuz. Bu konuda Obama ile Senatonun bir çatışması olmuştu, herhâlde o deneyimden yola çıkarak böyle bir şey getirdiniz diye düşünüyorum yani olur da bizim başımıza gelirse ne yaparız diye. Obama'nın kötü tecrübesinden faydalandınız herhâlde. Biliyorsunuz, orada bütçeyi onaylamamıştı Senato, işte, memurların maaşları ödenememişti falan filan, tıkanmıştı. Siz de bunu düşünerek muhtemelen dediniz ki: Ya, eğer Meclis onaylamazsa ne yapalım? Ne yapalım, Cumhurbaşkanı devam etsin aynı şekilde, bütçeyi güncellesin, bu hâliyle devam etsin. E, yine Meclise ihtiyaç yok. Yani, Meclisin orada olmasına... Bütçe yetkisini alıyorsunuz, yasama yetkisini neredeyse alıyorsunuz, denetim yetkisini alıyorsunuz; geriye ne kaldı? Bir tek, bu vekiller maaş alacaklar. Yazık günah değil mi bu milletin vergilerine, paralarına? Yazık gerçekten.
Milletvekili seçilme yaşını 18'e düşürüyorsunuz. Yani, hakikaten bulduğunuz bu sos güzel, etkileyici. Paketin üzerini böyle sosla, şekerle sarıp sarmalıyorsunuz, diyorsunuz ki: Ey gençler, size bu hakkı veriyorum ne güzel, mis gibi... Ama, ben inanıyorum ki bu gençler bir seçilme hakkı için bu cumhuriyeti satmazlar, ben buna inanıyorum, eğer öyle bir şey olursa. Bu gençler Mustafa Kemal Atatürk'ün kendilerine yüklemiş olduğu görevi en iyi şekilde yerine getirirler. Onlara, işte, seçilme hakkı veriyorum falan gerekçesiyle onların bu dışı şekerli zehirli pakete "evet" demesini sağlayamayacaksınız eğer öyle bir şey olursa, o sürece giderse. Çünkü, onlar cumhuriyeti koruma...
SELİNA DOĞAN (İstanbul) - Şeker kanser yapar.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Evet, şeker bu arada kanser yapıyor, onu da arkadaşım söyledi arkadan.
Cumhuriyeti koruma görevini onlar Mustafa Kemal Atatürk'ten...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - ...aldılar ve o görevlerini de en iyi şekilde yapacaklarına eminim ki onlara Bursa Nutku'yla daha fazla yetkiler verilmişken bir sandıktaki daha hafif olan bu görevi yerine getirme sürecinde en doğru kararı verecekleri konusunda hiçbir kuşkum yok. Çünkü benim için, mesela bana sorsanız hani "Koltuğun mu yoksa böyle bir teklif mi?" deseniz tereddüt etmeden bu koltuğu bırakırım, kafamda hiçbir şekilde, en ufak bir şekilde, zerre kadar bir kuşku bile oluşmaz, ben aynı şekilde bizim gençlerimizin de bu duyguları taşıdığına yürekten inanıyorum.
Şimdi, bir şey daha getiriyorsunuz; Cumhurbaşkanı seçimi ile Meclisin seçiminin aynı gün yapılmasını. Amaç belli. Amaç, aynı şekilde hem yasama çoğunluğunu elde etmek hem yürütmeyi elde etmek. Peki, bu gerçekten demokratik bir şey mi? Yani, demokratik başkanlık sistemlerine baktığımızda böyle bir şeyin olmadığını görüyoruz, hiçbir yerde yok. Farklı farklı tarihlerde seçimler yapılıyor. Örneğin, işte, Fransa'ya baktığımızda bir Chirac seçiliyor; bir sağcı bir solcu, işte, Meclis sağcı, Başkan solcu; Meclis solcu, Başkan sağcı falan ama bir uzlaşma kültürü olduğu için tabii bir şekilde demokrasilerini koruyorlar, iktidarın uygulanması konusunda bir sıkıntı yaşanmıyor. Ama, Allah muhafaza bizde böyle bir şey olsa, işte, o zaman o sizin bahsettiğiniz istikrarsızlık devreye girmiş olur çünkü bizde uzlaşma kültürü yok; bizde hep başkasını kendine benzetme çabası var, hep başkasına kendi görüşlerini dayatma çabası var. O nedenle, bunu yok etmek için, ortadan kaldırmak için böyle bir şey getirmişsiniz ama bu aynı zamanda -dediğimiz gibi- demokratik değil. Yüzde 50,5 demokrasi değildir, yüzde 50,5 istikrar getirmez, özgürlük getirmez, huzur getirmez, barış getirmez. Bizim önemsememiz gereken, hayata geçirmemiz gereken şey yüzde 100'ün Mecliste yansımasını sağlamak ve onların gerek yönetimde, yönetimde olmasa bile -yürütmede vesaire olmasa dahi- en azından denetim anlamında yetki sahibi olmasını sağlamaktır. Demokrasi tam da budur yani temsilî demokrasi budur. Yoksa, tabii, tam anlamıyla doğrudan demokrasiyi istesek yani 79 milyon, 80 milyon -kaç oldu nüfusumuz, tam bilemiyorum ama- bir araya gelip bir şekilde oylama yapılmayacağına göre, ne yapıyorlar? Bizi seçiyorlar, bizim orada kendilerini temsil etmemizi istiyorlar. Ama, şimdi, bu sistemle temsil tam anlamıyla Meclise yansımıyor çünkü zaten bir kere baraj var Seçim Kanunu'na göre, oradan zaten milletin bir kısmının iradesi Meclise yansımıyor. Diğer anlamda da, yine bu sistemle çoğunluk her şeyi alacağı için diğer kısmın, muhalefetin hiçbir yetkisi, hiçbir etkisi olmayacağı için bu anlamda da o temsilî demokrasi maalesef hayata geçemeyecek.
İnsanlar demokrasi için yıllarca mücadele verdiler. Bizim böyle bunları, bütün bu birikimleri bir anda, işte, birkaç günde, birkaç saatte ya da ayda oturup masa başında bitirip tüketmeye, yok etmeye hakkımız yok arkadaşlar. Bu demokrasi hepimize lazım olacak. Bakın, daha önce de aynı şeyleri söylüyorduk. 2008-2010 yıllarını hatırlıyorum. O dönemde, bir sabah kalkıyorduk Türkan Saylan'ın kapısı çalınmış, bir sabah kalkıyorduk İlhan Cihaner alınmış, bir sabah kalkıyorduk... İşte, dalga dalga, bilmem kaçıncı dalga falan, artık şey yapıyorduk yani acaba hangi dalgada bize sıra gelecek anlayışının içerisine girmiştik ve o dönemde de bunları savunan arkadaşlara hep söylüyorduk, diyorduk ki: Siz de hukukçusunuz, biz de hukukçuyuz. İşte, mesela, İsmail arkadaşım, meslektaşım Bursa'dan; Zekeriya Bey, falan, tanışıyoruz. Biz bunları hep baro odalarında falan o dönemlerde konuşurduk. Derdik ki: Ya arkadaşlar, hukuk herkese lazım, bir gün gelecek size de lazım olacak. Ve hakikaten öyle oldu, bir gün geldi, hukuk herkese lazım oldu. Şimdi, hani şey anlamında bakmıyorum, görüş vesaire, işte 17-25 oldu, ondan sonra 15 Temmuz oldu falan, gördük ki hukuku birilerine göre, kişilere göre, günün koşullarına göre uygulamaya çalışır, yorumlamaya çalışırsanız oradan adalet çıkmaz. Oradan adalet çıkmadığı için o adaletsizlik büyüyerek daha çok kaos yaratıyor ve hukuk, bir gün geliyor, herkese lazım oluyor. O yüzden, bunları hayata geçirirken, uygularken, koyarken evrensel bir bakış açısıyla, objektif bir bakış açısıyla hayata geçirmeniz gerekir.
Şimdi, bir yasa çıkarılıyor, hatırlıyorum, o dönemde de ben yine işte baroda yönetimdeydim falan. Bizim Bursa'dan milletvekili arkadaşlar hiç tereddüt etmeden, sorgulamadan -fotoğrafları vardı gazetelerde- kabul ediyorlardı. Neydi? TİB Yasası. Şimdi, anlatıyorduk: Ya arkadaşlar, insanların iletişim haklarıyla ilgili, haberleşme özgürlüğüyle ilgili kısıtlama getiren, bütün yetkileri yine bir kişiye veren, böyle bir kurum yaratan bu yasaya "evet" demek, böyle bir yasayı hayata geçirmek özgürlüklerden geri adım atmaktır, kazanılmış hakların yok edilmesidir dediğimizde, yine benzer yani bugün söylenen gerekçelerle önümüze geliniyordu, işte, ne bileyim, suç varmış, bilmem neymiş falan, işte, belli koşulları varmış, sınırlamaları varmış ama öyle olmadığını gördük, değil mi? 15 Temmuzdan sonra itiraf ettiniz siz de, dediniz ki "Ya, bunu da FETÖ çıkarmış, yine kandırmış bizi. Bununla bizi dinlemişler." falan. Hemen apar topar kapattınız o kurumu, feshettiniz. Ya, bir kere de dinleyin bizi ya. Allah aşkına bir kere de bizi dinleyin de kandırılmayın. Aynı şeyi bak bugün de söylüyoruz, o günlerde de söyledik, dinlemediniz. O zaman da bir sürü böyle çok inandırıcı, çok haklı, inanarak gerekçeler sunuyordunuz bize, diyordunuz ki "Ya, darbeciler yargılanıyor, işte, militarizm temizleniyor, vesayet kalkıyor, demokrasi geliyor." Hepsinin böyle inanarak çok haklı gerekçeleri vardı sizin açınızdan ama hepsi yerle bir oldu. Bugün de söylediğiniz bütün bu gerekçelerin hepsi -yani biz şimdiden buradan biliyoruz, söylüyoruz- bir gün -yani çok uzun bir süre de değil bu- yerle bir olacak bütün bu gerekçeleriniz. O zaman vicdanınıza nasıl hesap vereceksiniz? Yani, varsın bugün partinizden atılın, varsın koltuğunuzdan olun, kariyeriniz bitsin falan önemli değil ama tarihe geçersiniz, buna "hayır" demekle, buna direnmekle, doğruları savunmakla, hukuku savunmakla, cumhuriyeti savunmakla, demokrasiyi savunmakla tarihe geçmenin bedeli hakikaten hiçbir şeyle bence ölçülemez.
O yüzden, lütfen, değerli arkadaşlar, yani biz hani buralarda söylemenizi, itiraflarda bulunmanızı falan beklemiyoruz ama hepiniz hukuk okumuşsunuz, belli bir bilinç seviyeniz, yaşam tecrübeleriniz, siyasi deneyimleriniz var yani okuyorsunuz, biliyorsunuz, başımıza neler geleceğini sizler de görüyorsunuz. O yüzden en azından kendi kendinize kaldığınızda -hani bize söylemeyin, önemli değil, burada tersini de savunun ama- baş başa kaldığınızda bu doğruları en azından kendinize söyleyin, en azından doğru kararı kendinizle baş başa kaldığınızda verin çünkü bunun bedelini sadece siz ödemeyeceksiniz, bunun bedelini bütün ülke, hepimiz, hepimizin çocukları ödeyecek. O bedel de ne? İşte, bu ülke içerisinde kaosun tırmanması, baskının artması, bölünme, ayrışma, kutuplaşma, huzursuzluk, gelir dağılımındaki derinleşen adaletsizlik, kaos, gerekirse belki...
Bakın, diktatörlere bakıyoruz, mesela Paraguay'da bir diktatör var -adını hatırlamıyorum şimdi- savaş çıkıyor -genellikle de böyle oluyor- seçim falan askıya alınıyor. Çoğunlukla, diktatörlükle yönetilen ülkelerde seçim falan olmuyor, neredeyse ömür boyu sürüyor o yönetimler. Anayasa'da da var zaten. Bir kişiye bütün bu yetkileri vererek dünya örneklerinde yaşanmış olan o kötü tecrübeleri yaşamak istemiyoruz. Bunu kendi adımıza değil, sizlerin çocukları adına da istemiyoruz. Biz bu ülkenin ortak değerleri, hepimizin menfaatleri açısından yaklaşıyoruz. Ben burada muhalefet olsun diye ya da muhalefet partisindenim, o yüzden böyle söylüyorum falan değil. Parti kimliğimden, siyasi görüşümden, kendi bütün, hani, siyasi olarak ve ön yargıyla baktığımız bütün bu kimliklerimden arınarak söylüyorum. Bunu sadece sizin bugün, hani, "Reis" olarak nitelendirdiğiniz kişiyle ilgili de söylemiyorum. O olmaz başkası gelir yapar bunları ama yapar çünkü bu o olanakları veriyor.
Yedek milletvekilliği: Ben anlamadım zaten niye geldi? 15 Temmuzdan sonra böyle bir ihtiyaç doğdu herhâlde. Dediler ki: "Nasıl temizlik yapalım siyasiler içinde?" Yapılamadı. Bu da böyle bir deneyimden mi çıktı? Ben anlayamadım gerçekten. Doksan üç yıldır yedek milletvekilliğine bir ihtiyaç duyulmamıştı şimdiye kadar. Hani, gerekirse, zaten boşalma olursa ara seçim yapılabiliyor, bunun telafisi var Anayasa'mızda ama bir yedek milletvekilliği getiriliyor, onu da "Liste usulü mü?" falan diye söyledi bir arkadaş dün. Riskleri de var gerçekten. O yüzden, biz de biliyoruz ki, böyle bir durumda seçilen vekilin hayati anlamda, ne bileyim, her anlamda bir şekilde risklerle karşı karşıya kalacağını şimdiden öngörebiliyoruz maalesef.
Şimdi, Cumhurbaşkanı kanunları beğenirse yayınlıyor, beğenmezse geri gönderiyor, ondan sonra "301'i bulun." diyor. 301'i bulmazsa ki bulamayabilir çünkü yasamanın çoğunluğu belirliyor, bulursa zaten Meclisi feshetme yetkisi var. Yani diyebilir ki: "Arkadaş, ya, sen benim istemediğim..." Yasama dedi ki: "Bir temiz eller ya da beyaz sayfa, bir yasa çıkaralım, herkes hesap versin, ne bileyim, mal varlığıyla ilgili, bilmem neyle ilgili, açıklasın, kaynağını belirtsin, nereden gelmiş, nereye gitmiş." Hani, dedik ki: "Topyekûn ülkeyi bir temizleyelim, ahlaki açıdan, işte, etik açıdan falan temizleyelim." Böyle bir şey geldi, vicdanlar ön plana çıktı, ne yapacak mesela diyelim ki Cumhurbaşkanı, diyecek ki: "Ben bu yasayı atıyorum, geri gönderdiğimde de..." 301'in çıkacağını öngörüyorsa yasamayı feshedecek. Böyle bir yetki veriliyor çünkü yasamanın feshiyle ilgili bir sınırlandırma yok, yani gerekçe yok. Hani, diyorsunuz ya: "Bugün de var kardeşim zaten işte, zaten yasamayı feshedebiliyor." E, edebiliyor da hükûmet kurulamazsa edebiliyor, onun dışında edebiliyor mu? Edemiyor. Ama şu teklifte hiçbir sınırlama yok, gerekçe yok, istediği zaman, istediği şekilde feshedebiliyor. Kafası o gün öyle esti, ne bileyim, işte, bir şey oldu. Zemin olarak da müsait bir ülkeyiz. Her gün ne yaşayacağımız, başımıza ne geleceğini bilemiyoruz, bir gün kalkıyoruz kalkışma oluyor, ertesi gün bir büyükelçi öldürülüyor, başka bir gün başka bir şey oluyor, patlamalar oluyor falan. Her an her şeyin yaşanabileceği... Hakikaten uzaylılar gelse şaşırmayacak durumdayız, o kadar tuhaf şeyler yaşıyoruz. Kalkar, ertesi gün fesheder, ondan sonra kimse de soramaz. "Niye seçime gidiyoruz, niye milletin parasını yine bir seçim için harcıyoruz?" falan diyemiyorsun. Ama deniyor ki "Mecliste giyotin sistemi var, Meclisi de feshedebiliyor." Edebiliyor da, nasıl edebiliyor? 360 milletvekiliyle edebiliyor. Onu bulmak çok mümkün mü ya da onları belirleyen kişi zaten partinin de başkanı olacak olan Cumhurbaşkanı, sizin metindeki tanımıyla ama aslında fiilen diktatör. Aslında yine yetki de kendisinde olmuş oluyor. Dolayısıyla, burada "giyotin miyotin" diye bir sistem yok arkadaşlar, burada yine tek kişide bütün yetkiler toplanmış... Ha, keser var, evet, bir giyotin yok, keser var. Keseri eline alıyor bir kişi. Ama, işte, "Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner." diye de bir atasözümüz var yani. İstemeyiz, yani haklı çıkmak istemeyiz gerçekten, hesap dönsün istemeyiz, o günlere hiç gelmek istemeyiz. O yüzden, hiç o günleri getirmeyecek kararı alalım hep birlikte, bu konudaki sağduyunuza güveniyoruz çünkü hepinizin çoluğu çocuğu var, biliyoruz.
Şimdi, ne diyor: "Türkiye Büyük Millet Meclisi belli bir konuda Meclis araştırması, genel görüşme yapabilir, yazılı soru sorabilir." Sözlü soru soramıyoruz. Ya, bana Bursa'da, ön seçimde binlerce kişi oy vermiş, ondan sonra da işte, bütün Bursa seçmeni belli bir oranda oy vermiş, geleyim burada onun hakkını arayayım, işte, onun işsizliğine çözüm bulayım, onun taşeronla ilgili beklentisini gündeme getireyim, onun sorunlarını, ulaşım sorununu, sağlık sorununu falan dile getireyim. Ben gelip burada bir tane sözlü soru soramayacağım bakana, Cumhurbaşkanına, Cumhurbaşkanı tamamen devre dışı zaten, ben bakana soru soramayacağım. E, niye gönderiyor bu millet beni buraya? Yani sadece böyle bakanların gül cemaline bakıp işte, yazılı gönderip onun da cevabını gönderdi, göndermedi ya da işte, gerçekten cevabını verdi, vermedi, onu mu bekleyeceğim? Böyle bir şey olmaz. Bu milletin iradesine saygısızlıktır. Hani, hep o söylediğiniz milletin iradesi var ya, "Millet iradesi, millet iradesi, millet iradesi..." Madem millet iradesi, engellemeyin, milletvekilinin soru sorma hakkını yok etmeyin, kaldırmayın bu tekliften. Millet bize bunun için oy veriyor, millet burada soru soralım diye oy veriyor, hesap soralım diye oy veriyor, onun sorunlarıyla ilgili dile getirelim, çözüm üretelim birlikte diye oy veriyor. Yani bunu sadece denetleme olarak algılamayın, bu hep birlikte, çözüm noktasında da birlikte hareket etme aracıdır aynı zamanda, soru sorma veya diğer denetim mekanizmaları, araçları. O yüzden, bunların kaldırılmış olması, işte, o genel görüşmeyle ne yapacağız? Şey mi konuşacağız? Kuşlardan, böceklerden mi bahsedeceğiz yani? Onlar da bizim için çok değerli. Biz doğayı, hayvanları, kuşları, böcekleri, ağaçları severiz, bütün canlıları severiz ama biz buraya sonuçta daha çok milletin hakkını, hukukunu savunmak için geliyoruz, onların sorunlarını, devletin onlar için yaptığı işlemleri, onlar için getirdiği yükümlülükleri, onlara sunduğu yada sunmadığı ya da eksik bıraktığı hizmetleri konuşmak için geliyoruz. Yani "devletin faaliyetlerini konuşmayalım kardeşim, sadece toplumu ilgilendiren şeyleri konuşalım."
Bir de bunu nasıl ayıracaksınız? Diyelim ki, Adana'da yanan çocuklarımız... Şimdi, toplumu ilgilendiren bir faaliyet mi, devletin faaliyeti mi? Nasıl karar vereceğiz? Şimdi biz dediğimizde, "Ya arkadaşlar, Karaman'da tecavüze uğrayan çocuklar var, Aladağ'da yanan çocuklar var, bunu bir görüşelim Mecliste." dediğimizde sizin bize şunu demeyeceğiniz ne malum? "Bu devletin faaliyetleriyle ilgilidir, görüşmeyelim." Der misiniz? Dersiniz. Bu toplumu ilgilendiren bir konu mudur? Konudur. Yani toplumu en derinden, toplumun en derin hücresine kadar hepinizi ilgilendiren bir konu. Evet, devletin faaliyetleriyle ilgili toplumu ilgilendiren her konu aynı zamanda devletin faaliyetleriyle ilgilidir. Neden? Devlet orada görevini yapmamıştır, devlet eğitimle ilgili sorunlarını çözmemiştir, yurt açmamıştır, devlet yasal ise eğer denetim görevini yapmamıştır, devlet sorumluları cezalandırmamıştır, o yüzden, toplumu ilgilendiren bütün konular aynı zamanda devletin faaliyetidir. Böyle bir cümlenin çıkarılması doğru değildir, ben bunu iyi niyetli olarak görmüyorum. O zaman, hiçbir konuyu, yasamadaki genel görüşme teklifleriyle ilgili gelen önerileri hiçbir şekilde kabul etmeyebilirsiniz. Dersiniz ki: "Ya, bu devletin faaliyetleriyle ilgili, biz bunu Anayasa'da hep değiştirdik, işte, 'Devletin faaliyetleriyle ilgili genel görüşme yapılamaz.' dedik, o yüzden görüşemeyiz." dersiniz, biz istediğimiz kadar bağırıp çağıralım, "Ya, bu toplumu ilgilendiriyor, toplumu ilgilendiriyor." Böyle bir bakış açısı olmaz, böyle bir sınırlandırma olmaz. Yani bunun bir gerekçesini Allah aşkına birisi açıklasın, çok merak ediyorum, niye devletin faaliyetleriyle ilgili görüşme yapamıyoruz? Yani, var mı bunun mantıklı bir gerekçesi? Ya da devletin faaliyetinin sınırı nerede başlıyor? "Faaliyet" dediğiniz şey ne? Her şey devletin faaliyeti. Bir yerde trafik kazası oluyorsa orada da devletin sorumluluğu var. Ne bileyim, yolu yanlış yapmıştır, ışığını koymamıştır, ne bileyim, bir yerde, atıyorum, işte, bir kadın cinayeti varsa burada devletin faaliyetiyle ilgili bir sorun vardır. Ne bileyim, mesela, işte, geçen sene, Bolu'da gencecik bir kızımız sonradan, açık liseyi okuyarak üniversiteye girmiş, üniversiteyi okuma hayalleriyle gitmiş ve çıkıyor üniversiteden, ikinci öğretim, ışık yok, servis yok ve bir tane sapık, muhtemelen ceza almayacak akli dengesi olmadığı için, evet, muhtemelen ceza almayacak bir tane takıntılı sapık, üniversiteden çıkmış yurduna gitmeye çalışan genç kızımızı defalarca bıçaklayarak öldürdü. Şimdi "Bunu konuşalım." dediğimizde, "Devletin burada sorumluluğu var. Niye aydınlatma yok, niye servis yok, niye yurt yok?" diye soramayacak mıyız? Ve aynı zamanda, toplumu ilgilendiren, özellikle kadınları ilgilendiren en derin yaralardan, sorunlardan birisi değil mi?
Böyle, anlamını, gerekçesini anlamadığımız düzenlemelerle, hani, "Genel görüşmeyi koruduk bak, genel görüşme var teklifte." diyerek birtakım aldatmacalarla aslında bütün denetim mekanizmalarından yürütmeyi kaçıran bir teklif var karşımızda. O yüzden değerli arkadaşlar, lütfen bunları, yani her bir kelimeyi muhtemelen düşünüp taşınıp özenle seçtiniz, gerekçeleri vardır ama biz buradan baktığımızda, ülkenin menfaatleri açısından, toplumun menfaatleri açısından, halkın menfaatleri açısından hiçbir haklı gerekçe göremiyoruz.
Şimdi, bir de şey var, "Genel görüşme ve Meclis araştırmasını yürütme adına herhangi bir temsilci katılamaz. Yazılı soru on beş gün içerisinde cevaplanır. Cumhurbaşkanı yardımcıları, bakanlara soru sorulur." Cumhurbaşkanına soru soramıyorsunuz zaten, öyle bir siyasi sorumluluğu da yok. "On beş gün içinde cevaplanır." diyor ama zaten bunun da bir yaptırımı yok. Geçen gün açıklandı yani, binlerce soru sormuşuz bu dönemde, neredeyse hiçbirine cevap verilmemiş. Sistem tıkanıyorsa, bir istikrarsızlık varsa aslında burada var, düzeltmemiz gereken nokta burası, yani asıl istikrarsızlık burada. Yasamanın denetim yetkisinin fiilen yok edilmesi bir istikrarsızlık. Bu sistem bir istikrar getirmiyor. Burası tıkanıyorsa, hani, hükûmet cevap vermiyorsa, hükûmet verilen bu önergelerle ilgili hepsini reddediyorsa ya da işte verdiği cevapların soruyla falan hiçbir ilgisi yoksa tıkanan nokta burasıdır. Hükûmeti buna zorlayacak düzenlemeler yapmak lazım. Yani hükûmete demek lazım ki, "Ey yürütme, millet adına bunlar denetim yapıyor kardeşim, bu denetimle ilgili gereğini yapmalısın." diyecek, onu buna zorlayacak düzenlemeleri aslında buraya getirmemiz lazım.
Şimdi, bu düzenleme, teklif gerçekten, hani, istikrar getirecek mi? En çok bunun üzerinde duruluyor ama biraz önce verdiğim örneklerden de çok açık bir şekilde görülüyor, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak baskıda istikrardır, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak zulümde istikrardır, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak kaosta istikrardır, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak diktatörlükte istikrardır, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak kutuplaşmada istikrardır, bu teklifin getireceği istikrar ancak ve ancak gelir dağılımındaki adaletsizlikte istikrardır; bu teklifin getireceği istikrarsızlık ancak ve ancak kadın cinayetlerinin artmasında, çocuklarımızın yurtlara mahkûm, yani, birtakım cemaatlerin yurtlarına mahkum edilmesinde istikrarsızlıktır, bu teklifin getireceği istikrarsızlık bugünkü istikrarsızlıktan daha yoğun ve derin bir istikrarsızlıktır. O yüzden istikrarı falan sağlamayacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Şimdi Cumhurbaşkanı, evet, işte, adaylık ve seçim, doğuştan Türk olanlar, Sayın Çavuşoğlu biraz önce geldi herhâlde yani, şimdi, hani, onun da hakkını savunmak istiyoruz veya...
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Cumhurbaşkanı adayı olmayacağımı açıkladım.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Açıkladınız mı? Tamam.
Hakan Çavuşoğlu aday olmayacakmış. O yüzden... Ama kişilere göre yapmıyoruz bu düzenlemeleri, değil mi? Kişilere göre yapmıyoruz, ülkeye göre, toplumun menfaatlerine göre, gelecek nesillere göre yapıyoruz, o yüzden öyle bakmamız lazım. Bizim yüz yıl sonra da burada yapacağımız bir anayasa düzenlemesini tartıştırmayacak bir düzenleme getirmemiz lazım. Yani, biz öldüğümüzde, yüz yıl sonra da çocuklarımız, onların çocukları, onların çocukları tartışmamalı, yeniden bunlarla uğraşmamalı, başka şeylerle uğraşmalı artık. Yani, uzaya göndereceğimiz araçlarla uğraşmalı, üretilecek teknolojilerle, yapılacak buluşlarla uğraşmalı, bilimsel çalışmalarla uğraşmalı, ne bileyim, genetik mühendislikle uğraşmalı, böyle kaygıları olmamalı. Bugün bunları konuşuyoruz, evet, konuşmak zorundayız ama yarın bizim çocuklarımız bunları konuşmayacak şekilde, o kadar öngörülü, o kadar ilkesel, o kadar nesnel, o kadar objektif bir düzenleme, o kadar özgürlükçü, o kadar demokratik bir düzenleme yapabilmeliyiz ancak. Ama bu teklif maalesef böyle değil. Bu teklif daha yarın, ondan sonraki gün tekrar tartıştıracak, tekrar antidemokratik uygulamaları derinleştirecek bir teklif. O yüzden bu teklif istikrar falan getirmez arkadaşlar. "İstikrar" diyerek kendinizi kandırmayın, bizi de kandırmaya çalışmayın. Biz kandırılmayız.
Şimdi, tabii, biz bu Anayasa'yı değiştireceksek, bir kere, insanlık dünya tarihinde bugünlere nasıl geldi bilmemiz lazım, demokrasi nasıl gelişti bilmemiz lazım, Millî Mücadele sürecini bilmemiz lazım. Bugünlere nasıl gelindi, bu haklara nasıl sahip olduk, bilmemiz lazım, dünya örneklerini bilmemiz lazım. (Gürültüler)
BAŞKAN - Arkadaşlar, dinleyelim.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - O yüzden, yani konuşacak çok şey var. Bilgilerimizi tazelememiz lazım, hatırlamamız lazım, yeniden yeniden tartmamız lazım, düşünmemiz lazım.
Sesim cızırtılı mı geliyor?
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Çok yakından konuşmayın mikrofona.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Dün de sesin az geliyor diyorlardı da, o yüzden.
HALİL ETYEMEZ (Konya) - Yoruldunuz, ondan oluyor.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Yok, yok, yorulmadım, yorulmam. Kurtuluş Savaşı'nda nasıl hiç kimse yorulmadı, asla. Yani bu cumhuriyet öyle masa başında kurulmadı, yorulmayız, kimse merak etmesin. Günler, geceler, aylar fark etmez, buradayız. Okuruz, hatıralarımızı tazeleriz, ne bileyim, anayasa nedir, nereden çıkmış, ilk çıkış noktası nedir falan, bilmemiz lazım bunları.
Şimdi, işte "Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir." Evet, yani hemen seçim oluyor, "Ertesi gün belli yürütmenin kim olacağı." dendi. Hakikaten yani onu da bilemeyiz tabii seçim gecesi, Allah bilir tabii ne olacağını. O yüzden, tamam, yürütmeyi belirledik.
Şimdi, bu sistem ne getiriyor, biliyor musunuz? Diyor ki seçilen kişi: "Ya, nasıl olsa ben beş yıl garanti. Beni denetleyen yok, siyasi anlamda soran yok, güven oylaması yok, gensoru yok, onaylayan da yok. Garanti." Diyelim ki öyle birisi geldi ki bir sorumluluk hissetmiyor, sırf koltuk merakı yüzünden "Ya, ben bir başkan olayım ya da Cumhurbaşkanı olayım, neyse, diktatör olayım." Ne derseniz deyin, oldu, geldi, hiçbir şey yapmadı diyelim ki. Diyemiyorsunuz ki "Yahu, kardeşim, sen geldin bu ülkenin başına. Mesela şunu niye yapmıyorsun ya da bunu niye yapıyorsun? Ya da ben sana güvenmiyorum bu yaptığından dolayı ya da yaptığın bir şey doğru değil yani toplumun menfaatleri açısından uygun değil." falan hiçbir şey yok. O rahatlığı veriyor, o güvenceyi veriyor. Demokraside bu kadar güvence, bu kadar yetki, bu kadar sorumsuzluk olmaz, olmamalı. Onu, vadettiği şeyleri hayata geçirecek, millete gerçekten hizmet edecek, gerçekten Türkiye'yi büyük bir ülke yapacak şekilde çalıştıracak bir itici güce ihtiyaç var.
Bugün de parlamenter sistemlerde var ki hep dediğim gibi yani zayıf şimdi bizim denetim mekanizmamız, eksik. Yani, soru önergesi veriyoruz, aylarca cevap alamıyoruz; gensoru veriyoruz, reddediliyor falan. Bizim, bunları güçlendirmemiz gerekirken Hükûmeti daha iyi çalıştırmak için, daha hesap verilebilir hâle getirmek için bizim bunları yapmamız gerekirken biz tam tersine istikrar adına bunları kaldırıyoruz ortadan. Bir diktatörlük rejiminde istikrar olsa ne olur, olmasa ne olur? Yani, tek amacımız bizim istikrar mı? Yani, biz bu ülkede huzur istemiyor muyuz? Biz bu ülkede, bizden olsun olmasın, hangi görüşten olursa olsun, hangi bölgede doğmuş olursa olsun, hangi inanca sahip olursa olsun herkesin mutlu olmasını istemiyor muyuz? Yarışan bir ülke olmasını istemiyor muyuz? Herkesten önce uzaya araştırma için araçlar göndermek istemiyor muyuz, yeni teknolojiler bulmak istemiyor muyuz? Hepimizin kullandığı bu telefonları bizim üretmemiz gerektiğini düşünmüyor muyuz? Biz bunu diktatörlükle mi yapacağız? Yani, eğer bir adam... Demokratik bir başkanlık sistemi olacaksa falan zaten bu cümleleri söylemezdik biz ama bu getirilen sistemin hiçbir şekilde demokrasiyle, ülke menfaatleriyle, geleceğimizle falan hiçbir ilgisi yok değerli arkadaşlar.
Şimdi, eklenen yenilikler var Cumhurbaşkanının görev ve yetkileriyle ilgili. Şimdi, "görev ve yetki" diyor, dikkatinizi çekerim, hem görevi var hem yetkisi var ama burada görev adına pek bir şey yok, daha çok yetki var. Hani, "görev" dediğimiz şey biraz daha sorumluluk gerektirir ama "yetki" deyince onun inisiyatifine bıraktığımız falan. Şimdi, bunun maddelerine baktığımızda, devamına, içeriğine baktığımızda tamamen yetki içeriyor. Millet adına verilen bir görev yok. "Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise mesaj verir." diyor. Zaten mesaj veriyor her gün yani bunu buraya yazdık diye şey olmadı, bir şey getirmedi bu ya da istikrar getirmedi. Yani "Bakın, Cumhurbaşkanına şey yetkisi verdik, iç ve dış siyaset hakkında mesaj veriyor bize. İstikrar geldi." Ya, böyle bir şey yok arkadaşlar. İstikrar Cumhurbaşkanının mesaj vermesiyle falan olmuyor, istikrar Cumhurbaşkanının iç ve dış siyaseti belirlerken birilerine danışmasıyla, ülkenin kurumsallaşmış dış politikasını devam ettirmesiyle, ülkenin yerleşmiş iktidara göre değişmeyen millî dış politikasını sürdürmesiyle olur. Değil mi Sayın Başkan? Dinlemiyorlar sanki gibi geldi de.
Evet, diyorum ki arkadaşlar, şimdi buraya bir madde eklenmiş "Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise mesaj verir." diye bir yetki verilmiş Cumhurbaşkanına. Ben gerekçesini anlayamadım yani iç ve dış siyaset mesajı verince istikrar falan gelmiyor bu ülkeye. İç ve dış siyaseti belirlerken birilerine danışırsa... İşte, dün akşam da söyledik, padişahın bile danıştığı kurullar var. Divanı Hümayun var, yetkileri dağıtılmış falan, danışıyor dış politikada emîrimiz, sefere çıkarken falan. Şimdi, böyle bir şey yok. Mesaj veriyor, mesaj verince dış politika düzeliyor sanki ya da iç politika düzeliyor. Öyle bir şey yok, öyle bir gerçeklik yok yani bunu buraya yazdınız, işte görüyoruz...
Yani, özellikle dün Suriye'yle ilgili imzalanan, yayınlanan o mutabakata baktığımızda, bu mesaj verme yetkisinin aslında ne kadar tehlikeli olduğunu da görüyoruz. Yani, bir sabah kalkıyorsunuz, "Kardeşim Esad" "Esed" oluyor ama sonra ertesi gün sabah kalkıyorsunuz, Esad'la birlikte devam kararı alınıyor falan. İşte, bazı silahlı örgütler, bilmem, mücadelenin dışında bırakılıyor, efendim, işte, öfkeli çocuklar terörist ilan ediliyor falan. Bu bize istikrar getirmiyor maalesef. Belki koalisyon olsaydı bunlar farklı görüşlerdeki siyasi partileri temsil eden Hükûmet görevlileriyle konuşulur, tartışılır, gerçek istikrar o zaman gelebilirdi. Doğru, ortak akılla hemen bulunabilirdi, belki bugünkü yaşadığımız bu gelgitleri yaşamazdık. Biz bunları yaşamak istemiyoruz arkadaşlar, biz bu ülkenin onurlu vatandaşları olmak istiyoruz, bu politikada itibarımızın sarsılmasını istemiyoruz. Yani, bir gün başka, ertesi gün başka kararlarla, söylemlerle itibarımızın sarsılmasını istemiyoruz.
Şimdi, Cumhurbaşkanı yardımcılarıyla ilgili yenilikler var. "Bakanları atar, görevlerine son verir." Hakikaten, yani, bir sınırı yok. Yani, kalktı, dedi ki: "Ben 10 bin tane Cumhurbaşkanı yardımcısı atayacağım." Diyemiyorsunuz "Niye 10 bin tane?" Yok yani, bir sınırı yok, yani akılla mantıkla izah edilebilecek... Mesela dese ki: "İhtiyaca göre yine almayacağım." atıyorum yani. Bir şeyi yok, yani bir ölçütü yok. Neye göre? Yani, yerel yönetimlerdeki ihtiyaca göre mi, bakanlıkların ihtiyacına göre mi, neye göre belirleyecek bu Cumhurbaşkanı yardımcılarını, neye göre son verecek? Yani, kafasına esti... Hani, hiçbir güvencesi olmayacak mı bu arkadaşların da hakikaten. Ne bileyim, bir suç işler, bir şey yapar, hata yapar, Mecliste mesela bir güvensizlik oyu verilir, der ki: "Ya, bu bakanın yaptığı şey yanlıştır." Meclisin çoğunluğu mesela bir oylar, Cumhurbaşkanı da görevine son verir. Ama tamamen tek bir kişinin insafına bırakılıyor. Böyle bir şey olamaz yani birilerine sorulması lazım, birilerinin denetlemesi lazım, birilerinin onayının alınması lazım. Demokratik başkanlık sistemlerinde başkanın aldığı bütün kararlar neredeyse senatonun onayına sunuluyor, yaptığı atamalar senatonun onayına sunuluyor ama burada hiçbir şey yok. Yani ne isterse, sabah başka, akşam başka karar alabilir. Yani "Seni sabah atadım, akşam seni görevden aldım." Niye? "Canım öyle istedi." Yani hiçbir sınırlaması yok. Böyle bir şey olamaz ya. Yani yıllardır verilen demokrasi mücadelesinin sonunda, dünyada verilmiş olan bu demokrasi mücadelelerinin sonucunda böyle bir noktaya gelmiş olamayız.
Üstelik bu yetkileri bizzat yasama üyeleri veremez. Yasama üyeleri dünya tarihinde hep yetkilerini korumak, kollamak için mücadele etmiştir. Yürütmenin, diktatörlerin, kralların, neyse, padişahların yetkilerini kısıtlamak için mücadele etmiştir. İnsanların, o ülkede yaşayan herkesin, toplumun menfaatlerini korumak, kollamak için mücadele etmiştir. Biz ne için mücadele ediyoruz? Bütün yetkileri bir kişiye vermek için. Yani, dünya tarihinde, demokrasi tarihinde, anayasa hukuku tarihinde, insan hakları tarihinde hiçbir zaman böyle bir şey yoktur yani, bir tane örnek yoktur herhâlde. "Buyurun, biz yetkilerimizi çok fazla bulduk."
Ya, o insana da yazık. Hakikaten, ben şimdi bir milletvekili olarak benim sorumluluklarım, yetkilerim falan var. Yani, bu kadar işin altından çıkarken bütün gece, gündüz kafam meşgul, düşünüyorum, yoruluyorum falan. Ya, bir insana bütün yetkileri veriyorsunuz. O insana da yazık, kullanamaz o kadar yetkiyi zaten. Yani, hangi birini düşünecek? Anayasa Mahkemesine kimleri atayacağını düşünecek, HSYK'ya kimleri atayacağını düşünecek, milletvekillerinin kim olması gerektiğini düşünecek, cumhurbaşkanlarının kim olması gerektiğini düşünecek, bakanların kim olması gerektiğini düşünecek, valilerin, rektörlerin. Yani, bu kadar işin altından nasıl çıkacak? Yani mümkün mü? Ne kadar sağlıklı, ne kadar düzgün falan bir insan olursa olsun, hakikaten, yani sağlığı da bozulur, kafası da karışır ve bu kadar yetkiyi kullanmak da mümkün değil zaten yani fiilen de.
Hani, ben her gün bir sürü kişi iş istiyor falan, CV gönderiyor. Karıştırıyorum, yani kim hangi işi istemişti, kimin şeyi neydi diye vallahi billahi. Yani, dolayısıyla bir insanın en tepeden bütün merkezî yönetiminden yerel yönetimine kadar, yargısına kadar falan bu kadar işi düşünmesi, bu kadar yetkinin verilmesi falan -bırakın diktatörlük getirecek, bilmem ne yapacak, kötüye kullanacak- yani fiilen de mümkün değil bu kadar şey.
Şimdi üst düzey kamu yöneticilerini atıyor, görevlerine son veriyor. Hiçbir gerekçesi yok. Hiç kimsenin güvencesi yok böyle bir sistemde. Hiçbir şekilde insanlar yarın sabah kalktıklarında başına ne geleceğini bilemiyorlar ve tahmin edemiyorlar. Hukuk devletinde böyle bir şey olmaz. Değil mi Sayın İyimaya? Hukuk devletinde insanlar sabah kalktığında ne olacağını kestirebilirler ya da mevcut kanunlarda ne olacağını görebiliyorlar yani ne olacağını biliyor. Ama böyle bir sistemde, örneğin bir yatırımcı bir yatırım yapacak, bir şey yapacak ama bilmiyor ki sabah Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ne düzenlenecek, vergi oranı bütçeyle ne belirlenecek? Bir kişiye bağlı. Ya da bir kurum kapatılacak mı, kapatılmayacak mı falan bilemiyor. O yüzden güvenemeyecek, yatırım yapamayacak. Hiçbir güvencesi yok. Ya da memur yarın sabah görevden alınacak mı, alınmayacak mı; mal varlığına el konulacak mı, konulmayacak mı, hiçbir fikri olmayacak. Böyle bir yerde de hukuk devleti olmaz, insanların hukuki güvenliği olmaz, insanların yaşam hevesi kalmaz böyle bir ülkede arkadaşlar.
Şimdi, Cumhurbaşkanlığı kararnamesini söyledim. İşte, çatışırsa güya neymiş? Kanun uygulanıyormuş falan. Öyle bir gerçeklik yok yani. İşte, o kanunu çıkaran Meclisi de feshedebiliyor, işte, gerekirse o kanunu Anayasa Mahkemesine götürüp zaten üyelerini atamış olduğu Anayasa Mahkemesi aracılığıyla o kanunu iptal ettirip kendi kararnamesinin uygulanmasını da sağlayabiliyor veya işte, yönetmelik çıkarır. Bugün birçok yönetmelik yani kanunları güya aşmak için çıkarılıyor, kanunun uygulanmasını göstermek için ama çoğunlukla kanun gibi, Anayasa gibi yönetmelikler düzenleniyor bu ülkede. Yani burada bir kanun vardı, efendim, o uygulanır falan diyemiyoruz ki zaten bu ülkede hukuk devleti olmadığı için. Çıkardığı yönetmeliklerle maalesef hem de kararnamelerle o kanunları baypas etmesi çok mümkün hatta işte, bugün bile oluyor, bu yetkilerle de daha çok olur. O yüzden bütün bu yetkileri içeren, yıllarca verilen bu mücadeleleri yok sayan, hiçbir denetim mekanizması olmayan, freni olmayan ve hesap verilebilir olmayan, böyle bir rejim getiren bu teklifi hepimizin gözü kapalı, kesinlikle reddetmesi gerekiyor arkadaşlar. Bugün böyle bir şeyi reddetmenin belki sizlere olumsuz yansımaları olabilir ama bunlar önemli değil. Yarın böyle bir teklifi reddettiğiniz için, ret vereceğiniz için bundan onur duyacaksınız, gururla çıkıp "Ben onu reddetmiştim, 'hayır' demiştim." diyebileceksiniz, bundan onur duyacaksınız. Çünkü yaşadığımız daha yeni, bu, hafızalarımızdan silinmedi; işte, 15 Temmuz, Ergenekon, Balyoz, TİB yasası, işte, HSYK yapılanması gördük yani. Şimdi, o zamanlar bunları reddetseydiniz, ret verseydiniz ne diyecektiniz? 15 Temmuzdan sonra çıkıp aslanlar gibi "Ya, ben zaten görmüştüm, reddetmiştim." diyecektiniz.
Şimdi, bugün aslında şöyle: Sayın rahmetli Kamer ağabeyimizi de anayım, anmadan geçmeyeyim. Evet, 2013 yılında işte, bu Gezi olayları falan, gidip bazı yaralanmış, gözüne bile bile ateş edilmiş gençleri de ziyaret ediyor ve Mecliste bir konuşması var, 27 Haziran galiba, Youtube'dan falan izleyebilirsiniz. Diyor ki: "Ya, bunlar, bunu yapanlar Türk polisi olamaz. Bunlar olsa olsa Hamas vesaire -o dönemdeki- terör örgütü üyeleri olabilir ancak." Tabii, her zamanki gibi sizin tepkileriniz... Ama bakıyoruz gerçekten polis teşkilatının içinde El Nusracılar, FETÖ'cüler, "o"cular, "bu"cular, bir sürü terör örgütü üyesi çıkıyor değil mi? Yani rahmetli bugünleri göremedi, haklı olduğunu biliyordu nasıl olsa, o açıdan onun vicdanı rahattı. Ama bugün siz gördünüz bu haklılıkları. Bundan sonra da biz haklıydık, biz söylemiştik falan demek istemiyoruz. Sizin de "Ya, yanlış yapmışız, kandırılmışız." demenizi istemiyoruz. O yüzden gelin arkadaşlar, bu süreci insanlarımızı böyle bir maceranın içine hiçbir şekilde sürüklemeden, milletin parasını, vergisini çarçur etmeden, adil bir şekilde, vicdanlı bir şekilde, en önemlisi de vicdanlı bir şekilde bu teklifi değerlendirelim, öyle karar verelim diyorum.
Daha söylenecek çok şey var aslında.
HALİL ETYEMEZ (Konya) - Dinliyoruz, dinliyoruz.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Dinliyor musunuz? Ama çok uğultu var arkadaşlar. Yani ben de dikkat dağıldı diye düşündüm.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - Başkanım, gerçekten biz arkadaşımızı duymakta zorlanıyoruz.
NAMIK HAVUTÇA (Balıkesir) - Devam edin, dikkatle dinliyor herkes. Lütfen, devam edin.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Öyle mi? Sayın Bakan da...
NAMIK HAVUTÇA (Balıkesir) - Çok dikkatle dinliyorlar Sayın İyimaya ve Sayın Başkan. Biz izliyoruz, çok güzel değerlendirmeler yapıyorsunuz.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Tamam, çok yoğun bir istek var devam etmem konusunda.
İSMAİL AYDIN (Bursa) - Özellikle CHP'li arkadaşlar...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Devam ederim, hiç sorun yok yani keyif alırım. Çünkü yani burada sonuçta kendimizi anlatmaya geldik, milletin meramını anlatmaya geldik, onların hakkını savunmaya geldik, en önemlisi de tabii, cumhuriyeti ve onun temel niteliklerini korumak bizim boynumuzun borcudur. Bugün sahip olduğumuz, bugün oturduğumuz bu koltuklar, sahip olduğumuz her şey bu cumhuriyet sayesindedir. O yüzden de ona sahip çıkmak, onu şeklen olmasa da, kelimeyle olmasa da fiilen yok ettirmemek hepimizin görevi. Ya, "Çok dikkatle dinliyoruz, keyif alıyoruz." dediniz ama konuşuyorsunuz. O yüzden...
MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Aradan sonra devam edin.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Devam, devam...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Peki, şimdi, diyor ki -yine yeniliklerden bir tanesi- "Cumhurbaşkanı iki dönem seçilebilir." Kısıtlama getiriliyor güya ama biliyorsunuz, ben bir hukukçuyum, bir avukat olarak şunu çok iyi biliyorum: Yani bizim kanunları dolanmak konusunda üstümüze yok, hakikaten, yeter ki kanun olsun; biz bir şekilde onu dolanmasını, onun dışına çıkmasını becerebiliyoruz, öyle maharetlerimiz var. Şimdi, bunu nasıl dolanabiliyoruz: Cumhurbaşkanı 2 kere seçilebiliyormuş. İşte beş yıl, beş yıl, on yıl üstüne geçemiyormuş ama...
BURCU ÇELİK (Muş) - Sayın Başkan, hem uğultu hem konuşmacı hem sayın vekilin konuşması birbirine karıştı. Gerçekten salonda büyük bir uğultu oldu.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Evet.
BAŞKAN - Arkadaşlar, sessiz olalım, hatibi dinleyelim.
Buyurun.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Dinlemek isteyen arkadaşlar duyamıyorlar uğultudan.
Teşekkür ediyorum.
Şimdi, ne diyor? Beş yıl, beş yıl, iki dönem seçilebiliyor, sonrasında seçilemiyor güya ama dedim ya biz kanunları dolanma konusunda zaten maharetli bir toplumuz, bunu her alanda görüyoruz yani bir hukukçu olarak da meslek yaşamımda da çokça karşılaştım. Şimdi, devamında diyor ki: "Eğer Türkiye Büyük Millet Meclisi feshederse bu şekilde bu ikinci dönemi saymıyoruz, bir daha seçilebiliyor, o dönem olarak sayılmıyor." Yani bu mümkün. Biraz önce verdiğim örneklerde, mesela Paraguay'da, başka ülkelerde ne yapıyor? Diktatörler geliyorlar, bir daha seçim yaptırmamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Hele de kaybedecek çok şeyleri varsa, hele de çok suç işlemişlerse falan, sonuçta seçim yaptırmamak için her türlü olanak var, işte, savaş çıkarmak gibi falan veya -ne bileyim- Meclis seçimlerini yenilemek gibi -feshedip- o dönemi saydırmamak gibi bir olanak da vermiş oluyorsunuz. Yani bunu bugünkü şey olarak algılamayın -yani en başından söylemiştim, dün akşam da- ben kişilerle ilgili konuşmuyorum burada. Konuştuğum her şey herhangi bir partiyi, herhangi bir kişiyi, herhangi bir görüşü falan hedef almak amaçlı değildir, tamamen sistemle ilgili, tamamen geleceğimizle ilgili, tamamen ilkelerle ilgili, tamamen objektif yargılardır bu söylediklerim. O yüzden bu risk de her zaman vardır değerli arkadaşlar yani bu on yılla falan sınırlı değil.
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Konuşma aslında Haydar Ali Bey'indi, sırasını vermişti. Yani bir nezaketsizlik oldu bu. Haydar Bey bence sırasını geri istiyor Sayın Vekilim.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Efendim?
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Sırasını verdi arkadaşımız, bir nezaket, sonra gene konuşursunuz.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Yok, yok, bir dakika... Böyle bir şey yok.
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Yok, hakikaten öyle yani.
Haydar Ali Bey, sırasını verdi size ya.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Sırasını vermedi ya. Ne oldu?
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Verdi, sırasını verdi.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Hayır, şöyle şöyle: Orada bir karışıklık olmuştu, sıra Haydar Ali Bey'deydi, "Nurhayat Hanım konuşsun, sonra konuşacağım." dedi, sırasını vermedi, sıra karmaşasında bir adım, bir konuşma geriye gitti. Burada bir...
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Ara verince Konya Milletvekilinde...
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Öyle bir şey yok, öyle bir şey yok.
BAŞKAN - Bir dakika, bir dakika arkadaşlar...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Hakan Bey, daha buradayız yani.
BAŞKAN - Sözü veren arkadaşımız...
ABDURRAHMAN ÖZ (Aydın) - Efendim, izah edeyim: Normalde sıra Nurhayat Hanım'ındı, Nurhayat Hanım hakkından vazgeçtiği için, Konya Milletvekilimiz lehine vazgeçtiği için Konya Milletvekili konuştu, ondan sonra normal sırada sıra Haydar Ali Bey'indi, Haydar Ali Bey konuşacaktı. Ama bu arada Nurhayat Hanım tekrar konuşmak isteyince Haydar Ali Bey...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ya, bir şey söyleyeceğim; iki saattir nezaketsizlik olmadı, iki saatten sonra mı nezaketsizlik oldu? Sayın Çavuşoğlu, ben burada senin haklarını savunuyorum. Doğuştan Türk vatandaşı olmayanların da Cumhurbaşkanı olabilmesi gerektiğini savunuyorum, sen kalkıp bana ne diyorsun ya?
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Rica ediyorum, benim haklarımı savunmayın.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ya, iki saattir burada konuşuyorum, nezaketsizlik... Bir de, Haydar Ali Bey konuşabilir, koskoca avukat, hukukçu, milletin vekili, kendi haklarını savunabilir, rica ediyorum.
HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Benim haklarımı savunmayın. Ben size o hakkı vermiyorum.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Evet...
AHMET AKIN (Balıkesir) - Konuş, konuş sen arkadaşım.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Bütün arkadaşlar çok keyif alıyor konuşmadan. Ben de kendimi anlatabildiğim için, hakikaten yani sizi bir nebze olsun etkilediğimi düşündüğüm için... Eminim gece kafanızı yastığa koyduğunuzda, vicdanınızla baş başa kaldığınızda bu söylediklerimizin kırıntısı olsun kalacaktır kafanızın bir kenarında, yeniden düşüneceksinizdir, yeniden değerlendireceksinizdir
GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) - Hani vicdan? Nerede o vicdan?
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Çünkü siz de bu ülkede yaşıyorsunuz, aynı gemideyiz, aynı topraklarda yaşıyoruz, aynı geçmişten geliyoruz, ortak kültürümüz var, ortak örfümüz, âdetimiz var. Yani aynı ülkede yaşıyoruz, aynı kanunlara tabiyiz, aynı acıları yaşıyoruz, aynı süreçleri atlattık. O yüzden, eminim ki bu noktada da ortaklaştığımız çok nokta olacaktır. Tabii ki, farklı düşüncelerimiz olur, o normal, demokrasinin bir gereği. Zaten aynı şeyleri düşünseydik aynı partide olurduk. Zaten biz onu istemiyoruz. Bizim istediğimiz şey, herkesin görüşlerine saygı duyulması, farklı görüşlerin çoğalması, demokrasi buradan ilerliyor zaten. Hani düşünsenize İlk Çağ'da eğer bir baskı sistemi falan olsa, demokrasi olmasaydı herhâlde hiçbir ilerleme kaydedemez olurduk, hâlâ böyle mağaralarda falan yaşıyor olurduk. Neden? Demokrasi yok, farklı düşünce yok, bir şey düşünen, bir şey üretmeye çalışan, bir şey yapmaya çalışanın kafasına vuran bir sistem yani "Onu yapma, bunu yapma, her şeyi ben bilirim." Böyle bir sistem olsaydı insanlık bugüne gelmezdi, tahayyül edilemez bir ilerleme kaydetmişiz. Bunlar hep demokrasi sayesindedir. Bunları demokrasiye borçluyuz. O yüzden bazen beğenmediğimiz, çok aykırı bulduğumuz, suç olarak nitelendirdiğimiz şeyler dahi olabilir. Yani bakın, 1600 yılında Bruno diyor ki: "Dünya yuvarlaktır, dönüyor." O günkü koşullarda mümkün değil böyle bir şey söylemek, dine karşı büyük bir suç. Ne demek yani "Dünya yuvarlak, dönüyor." Düşünebiliyor musunuz değerli arkadaşlar yani, bu şey gibi yani bizim zamanımızda "F tipi örgütlenme, terör örgütü" dediğimizde "Olur mu efendim, Hoca Efendi?" falan filan demeniz gibi yani aklınız bile almıyordu böyle bir şeyi. 1600 yılında da İtalya'da böyle bir şey, insanların aklı almıyor "Ya ne demek, dünya yuvarlak, dönüyor. Büyük bir suç işleniyor, dine hakaret..." falan. Yakıyorlar adamı. Bugün böyle bir şey yok. Hepimizin bildiği bir bilimsel gerçek. O yüzden eğer şiddet içermiyorsa, eğer başkalarının canına, malına kastetmiyorsa, her türlü görüşe saygı duyabilmeliyiz. Hatta farklı görüşlerin oluşmasını teşvik etmeliyiz. Onların dile getirilmesini önemsemeliyiz. Eğer beğenmiyorsak da, savunmuyorsak da savunulması için, o fikirlerin savunulması için ortam yaratılmasını savunmalıyız. Demokrasi tam da budur. Bir gün gelir, o beğenmediğimiz fikirleri biz benimseriz, kendi savunduğumuz fikirlerin yanlış olduğunu anlarız.
HİLMİ BİLGİN (Sivas) - Şiddeti tarif edebilir misiniz? "Şiddet" dediniz de.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Şiddet mi? Şiddeti tarif etmeye çok da gerek yok. Yani "devletin faaliyetleri" gibi belirsiz bir kavram değil.
HİLMİ BİLGİN (Sivas) - Hayır, konuşmayla alakalı...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Şimdi, bakın, ben...
HİLMİ BİLGİN (Sivas) - Manevi şiddet...
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ya, manevi cebir falan... Yani, şimdi, bir şey savunuyorsunuz mesela, ben size vurarak, döverek diyorum ki: "Hayır, o öyle değil, böyle." Ya da...
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Şu anda Anayasa dayatması tam manevi cebir halka, yani tam örneği.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Evet, bu iş size döndü, o yüzden isterseniz tartışmayalım.
Şimdi, Anayasa tartışmalarının manevi cebir altında yürütüldüğü söyleniyor. Çok da haklı zaten, günlerdir söylüyoruz. Yani ne deniyor? "Başkanlık gelmezse bölünür, istikrar gelmez, kaos olur." falan. Tabii, mesela bu, bir manevi cebir. Yani bizim fikirlerimizi savunma olanakları ortadan kaldırılıyor, toplum üzerinde böyle bir algı yaratılıyor.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - "Ya başkanlık ya pişmanlık." Tam manevi şiddettir işte.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Yani, evet, "Ya başkanlık ya pişmanlık." Biz de diyoruz ki: Ne darbe ne dikta. Gerçekten demokratik bir Türkiye istiyoruz, bunu samimiyetle istiyoruz arkadaşlar, bunu sizi suçlayarak değil, bunu hepimizin ortak menfaatleri açısından istiyoruz.
O yüzden, bu teklifi de böyle değerlendirelim. Yani bugünkü koşullarda yani bir lider sultası altında buralara gelmiş olabilirsiniz. Tabii biz bu şekilde gelmedik Meclise yani ön seçimle geldik, özgürce düşünebiliyoruz, yanlışsa yanlış diyebiliyoruz. Mutlaka...
NAZIM MAVİŞ (Sinop) - Lider sultasıyla mı geldik buraya?
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ya, bu sistem sorunu. Yani hemen üzerinize alınmayın her şeyden. Lütfen, rica ediyorum, yani bir şey söyleyince... Yani ben objektif bir değerlendirme yapıyorum, sistemle ilgili bir eleştiri yapıyorum. Ben Siyasi Partiler Kanunu'nu eleştiriyorum, hem de darbe ürünü olan, 1980 darbesinden sonra getirilmiş olan Siyasi Partiler Kanunu'nu eleştiriyorum. Arkadaşlar, niye üzerinize alınıyorsunuz? Yani siz de bu kanunun değişmesini istemiyor musunuz? İstiyorsunuz, değil mi? Ama getirmiyorsunuz, o ayrı ya da istediğinizi söylüyorsunuz. Yani bir darbe yasası olan Siyasi Partiler Yasası'nın öncelikle değiştirilmesi kesinlikle bir demokrasi için gerekiyor. Yani bunu değiştirmiş olsaydık, biz bu darbe ürünü yasadan kurtulmuş olsaydık belki de 316 milletvekili o teklife hiç imza atmayacaktı. Değil mi? Yani mesela böyle daha özgür bir irade yansıyabilirdi yasamaya. Dolayısıyla da bugünkü koşullarda bu demokrasiyi sağlayacak başka şeyleri konuşabiliriz yani Seçim Kanunu'nu, Siyasi Partiler Kanunu'nu, OHAL Kanunu'nu yani bunların hepsi 1980 darbesinden sonra çıkmış kanunlar. Bunların şimdi nimetlerinden yararlanıyorsunuz değerli arkadaşlar Hükûmet olarak, OHAL Kanunu'nu uyguluyorsunuz, Seçim Kanunu'ndan faydalanıyorsunuz. Yani İlhan Kesici'nin bütçe konuşmasında verdiği oylama örnekleri vardı yani Cumhuriyet Halk Partisinin daha işte geçmiş dönemlerde aldığı yüksek oy oranına rağmen iktidardan düşmesi ama bugünkü seçim sistemiyle, bugünkü sistemlerle, daha düşük aldığımız oyla Mecliste çoğunluğu ele geçirmeniz gibi adaletsizlikler, antidemokratik durumlar ortaya çıkabiliyor. O yüzden Mecliste çoğunluğu elde etmek demokrasi olduğu anlamına gelmiyor. Milletin iradesini tamamen... Her zaman söylediğiniz gibi yani "Milleti biz temsil ediyoruz, on dört yıldır bizi seçiyorlar." Bunu da hakikaten çok kibirle söylüyorsunuz. 15 Temmuzdan sonra biraz daha böyle naifleşmiştiniz ama sonrasında yine maalesef aynı tavra büründünüz. Bunu da samimiyetle söylüyorum arkadaşlar. Yani o 15 Temmuzdan sonraki hâlinize geri dönün yani daha böyle naiftiniz, daha anlayışlı, daha demokratik yaklaşıyordunuz. Yani bu görüşmeleri de ruh haliyle sürdürmek istiyorum. Bazen Kemalettin Bey'e bakıyorum, o kadar kötü bakıyor ki bize... (Gülüşmeler) Gerçekten, aynaya baksa kendinden korkar. Yani böyle bir nefretle...
BAŞKAN - Müdahale yok, merak etmeyin.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - İstemiyoruz böyle nefret olsun falan, güzellikle konuşalım iyileri bulalım
BAŞKAN - Devam edin siz.
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Ülkemiz için, çocuklarımız için, geleceğimiz için birlikte doğruyu bulalım. Yani biz burada nefretle falan konuşmuyoruz. Biz bu ülkenin kutuplaşmasını istemiyoruz. Ama gerçekten, yani dünden beri öyle bir bakıyor ki. (Gülüşmeler)
(Mikrofon otomatik sistem tarafından kapatıldı)
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Neyse, iki saati doldurmuşum yani bundan sonraki...
Çok keyifle dinlediniz, eminim ki çok keyif aldınız, çok teşekkür ediyorum arkadaşlar dinlediğiniz için, katkı sunduğunuz için. Umarım ki ben de sizlere, bir nebze olsun vicdanlarınıza katkı sunabilmişimdir, eminim sunmuşumdur. Samimiyetimden, iyi niyetimden, ülkemi, geleceğimi, çocuklarımızı düşündüğümüzden hiç kimsenin zerre kadar kuşkusu olmasın. Bundan sonra daha çok söyleyeceğim şey olacaktır çünkü getirilen değişiklik gerçekten çok önemli, hepimiz için, bundan sonraki nesiller için.
Devam edeceğim ama şimdilik arkadaşlarım söz istemişlerdi. Daha sonra devam etmek üzere şimdilik bu kadarını söylüyorum.
Teşekkürler. (Alkışlar)