KOMİSYON KONUŞMASI

MURAT EMİR (Ankara) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Tabii, burada, sizin yerinizde biraz önceki oturumda İç Tüzük'ü bilerek yanlış yorumlayan, İç Tüzük'ü kastırarak bizim söz hakkımızı gasbetmeye çalışan ve böylelikle de kafasındaki programı, anayasa değişiklik taslağını bir an evvel Genel Kurula indirmeye dönük projeyi yaşama geçirmeye çalışan Sayın Şentop olsaydı çünkü benim Sayın Şentop'a bu söz almakla ilgili olarak bir teşekkür etme durumunda olduğumu düşünmüyorum. Çünkü bir Komisyon üyesi olarak bu değişiklik teklifinin geneli hakkında konuşulmuş olmasına ve sözde bizden kaçırılarak, tartıştırmadan, konuşturmadan, görüş almadan ve hatta neredeyse nasıl oylandığı bile tartışmalı bir biçimde geçilerek 1'inci maddenin sözde görüşmelerine geçildiği konusunda bir karar alınmıştı. Oysa ki ben bir Anayasa Komisyonu üyesiyim ve hem genel görüşmede konuşma fırsatı verilmedi bana ve benim gibi en az 130 milletvekili arkadaşıma da bu hak verilmedi. Tabii, biz bu hakkı İç Tüzük'ten kaynaklanarak almıyoruz. Bu hakkı değerlendirme noktasında olan kişi de Sayın Şentop değildir. Biz bu yetkiyi milletten aldık. Millet iradesi bizi seçti, getirdi. Milleti böylesine ilgilendiren bir konuda her milletvekilinin en azından yeterli sürede konuşma hakkı vardır ve bu hak gasbedilmiştir. Dolayısıyla, şu anda aslında gecikmiş bir konuşmayı yaptığımı ifade etmek isterim.

BAŞKAN - Sayın Emir, şu an ben Başkanlığa, Başkan adına, Sayın Şentop adına vekâlet ediyorum.

MURAT EMİR (Ankara) - Size de geliyor sıra.

BAŞKAN - Sayın Şentop hakkında söylediğiniz sözleri kabul etmediğimizi ifade ediyorum. Şu an size usulen söz hakkı vermiş durumdayız.

Buyurun.

ALİ ŞEKER (İstanbul) - Gerçekleri kabul etmeyebilirsiniz.

MURAT EMİR (Ankara) - Tamam, ben de usulen söz hakkımı...

BAŞKAN - Usule ilişkin söz hakkı vermiş bulunuyorum, usulen değil, usule ilişkin...

MURAT EMİR (Ankara) - Tamam, ben usule ilişkin söz hakkımın nasıl gasbedildiğini anlatmaya çalışıyorum izin verirseniz çünkü gasbedilmiştir.

BAŞKAN - Buyurun.

MURAT EMİR (Ankara) - Usule ilişkin de söz taleplerimiz oldu, esasa ilişkin de söz taleplerimiz oldu ve bunlar görmezlikten, duymazlıktan gelindi. Bunların hepsi tutanaklarda var.

Şimdi, tutanaklarda olan başka bir şey daha var Sayın Başkan. Sizinle biz üç gün önce bir diyalog yaptık burada, tutanaktan aynen okuyorum. Bakın, bana söz sırası geldiği zaman ben şöyle bir konuşma yapıyorum aynen 22/12/2016 saat 16.45: "Şimdi, takdir edersiz ki Sayın Başkan, ben Komisyon üyesiyim ve oldukça da önemli bir komisyonda önemli tartışmalar yürütüyoruz. Geniş vakit ayırarak konuşuyoruz ve çok değerli milletvekillerimiz ve çok geniş oranda bu toplantıya katılma hakkı vermek üzere burada bekliyorlar. Sizin için de uygunsa ve bizim için bir hak düşümü söz konusu olmayacaksa Komisyon üyesi olmayan sayın milletvekillerinin öncelikle konuşmaları bizim için uygundur. Ben bu anlamda bu hakkımı geriye bırakabilirim." Sizin verdiğiniz cevap... Arada tekrar ben uyarıyorum, diyorum ki: "Konuşma hakkımdan feragat etmiyorum, sıra hakkımdan feragat ediyorum." Siz de diyorsunuz ki: "Yani, siz sıranızdan vazgeçerseniz mesela şu an 60'ıncı sıraya yazabiliriz ama zaten değerli arkadaşlar, bu araya girmeleri bir şekilde istisnai durumlara mahsus uyguluyoruz." Araya girmeleri uyguladınız, onu bile yaptınız. Şimdi, bu koşullar altında ben ve Komisyon üyesi olan diğer 5 arkadaşım ve burada bu konuda görüş bildirmek isteyen 130'un üstünde çok değerli milletvekilinin konuşturulmayarak bir İç Tüzük darbesiyle, despotik bir anlayışla ve hukuksuzlukla bu kararın alınması usulsüzdür.

Sayın Şentop keşke burada olsaydı. Bize sordu, "Makul süre nedir?" dedi. Makul süre, arkadaşlar, toplam -söylediniz süresini- 20 milletvekilinin konuşturulup ondan sonra geri kalan 130 milletvekilinin konuşturulmadığı süre midir?

Bakın, İç Tüzük'ümüz açık, 37'nci madde diyor ki: "Kırk beş güne kadar tamamlanmayan taslaklar, teklifler sahiplerine geri iade edilir." Yani, demek ki bizim burada kırk beş gün görüşülmesi bir yerde üst sınır olarak belirlenmiş.

Şimdi, Sayın Şentop gene bizim buradaki çabalarımızı, konuşmalarımızı, görüşlerimizi ifade etmemizi bir engelleme, obstrüksiyon... Seviyor o, İngilizce kelimelere atıf yapmayı; herhâlde, belki de bu kadar kötü bir teklife imza attıktan sonra anayasa hocası olduğundan şüphe edilir diye yapıyor bunu. "Obstrüksiyonu anlayabiliriz." diyor. Arkadaşlar, obstrüksiyon bunun neresinde? Ben Anayasa Komisyonu üyesiyim, daha yeni konuşuyorum, üstelik de usul hakkında konuşabiliyorum daha yeni. Şimdi, burada obstrüksiyon falan yok. Biz sizin burada nasıl karar verdiğinizi, kime bakarak karar verdiğinizi, kulaklarınızı nasıl tıkadığınızı, vicdanlarınızı nasıl tıkadığınızı zaten biliyoruz ama bizim görevimiz hem size anlatmak hem tutanaklara geçirmek hem tarihe karşı görevimizi yapmak hem de tüm Türkiye halkına, yani böylesine önemli bir konuda Türkiye halkına buradan doğru mesajı vermek. Ne benim ne hiçbir arkadaşımın burayı germe, kavga etme ve buradaki tartışmaları bloke etme, obstrükte etme eğilimi olmadığını bilmenizi isterim.

Bir diğer nokta; Sayın Şentop burada dedi ki: "Kanun, hakkın suistimaline izin vermez." Bu da son derece yanlış bir kavram, yaklaşım. Bir defa, Sayın Şentop kanun değil. Yani, kanunun, bir hakkın suistimaline karar verip vermemesi gereken yer mahkemelerdir, yargıdır. Dolayısıyla, burada, bir defa yersiz bu. Bir an için bunun yersiz olmadığını kabul edelim, aynı zamanda da yanlış. Çünkü biz burada ne yapınca suistimal etmiş oluyoruz arkadaşlar? Ya, ben mesela şimdi şu kanun hakkında, teklif hakkında konuşunca suistimal etmiş mi olacağım? Veya siz çoğunluk gücüyle bunu oylayınca, "Yeter, Murat Emir susuversin, bu konuda konuşmayıversin." diyebilir misiniz? Bakın, "kanun" diyorsunuz; İç Tüzük, hangi hak size, hangi kanun maddesi size bunu veriyor?

Şimdi, biz burada anlatacağız: Suistimalci anayasacılık. Nedir suistimalci anayasacılık? Anayasa yapma olanağını bir şekilde eline alanların, çoğunluğu bir şekilde eline geçirenlerin Anayasa'daki temel hak ve özgürlükleri görünür veya görünmez bir biçimde işlevsizleştirip kendi iktidarlarını sonsuza kadar pekiştirmeleridir.

Ve biz burada şunu da gördük artık: Suistimalci anayasacılıktan sonra suistimalci başkanlığı da Sayın Şentop'la gördük. Sayın Şentop şuradaki bir maddeyi -nedir o? "Komisyon, gündemine hâkimdir.", bunu- bütün milletvekillerinin sesini, sözünü kısmak adına kullanıyor. Neymiş efendim? "Komisyon, gündemine hâkim."miş. Elbette hâkimdir ama, değerli arkadaşlar, el insaf, yani kanuna bakmıyorsunuz, vicdanınıza bakın. Yani, 20 milletvekili konuşunca bu konu konuşulmuş olabilir mi? Elbette ki olamaz. Dolayısıyla, burada büyük bir usul yanlışlığı yapılıyor.

Değerli arkadaşlar, bu Anayasa değişikliği konuşulurken ben Sayın Şentop'u dinledim, hem de keyifle dinledim, not aldım, bir sürü eleştirim var. Sayın Parsak'ı da dinledim. Hatta Sayın Parsak ve Sayın Şentop her defasında dediler ki: "Ya, biz sizi dinliyoruz, siz de bizi dinleyin, sözümüzü kesmeyin." O da güzel, tamam, kesmedik. E, şimdi, siz bizi dinlemeyecek misiniz?

ALİ İHSAN YAVUZ (Sakarya) - Konuşturmadınız.

MURAT EMİR (Ankara) - Bizi dinlemeyecek misiniz? Sayın Akbaşoğlu...

YUSUF BAŞER (Yozgat) - Burada konuşturmadınız.

BAŞKAN - Arkadaşlar, müdahale etmeyelim lütfen.

MURAT EMİR (Ankara) - Ya, bakın, Sayın Akbaşoğlu...

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Usul hakkında konuşalım diyoruz biz.

BAŞKAN - Arkadaşlar, müdahale etmeyelim.

Sayın Emir, siz lütfen devam edin.

MURAT EMİR (Ankara) - Sayın Akbaşoğlu iki saat on beş dakika konuştu ve ben gittim, kendisine görüşlerinin birçoğuna katılmadığımı ama bu konuşmasından dolayı kendisine teşekkür ettiğimi ifade ettim.

Ya, burada tüm Türkiye'ye bir mesaj vermek zorundayız arkadaşlar. Biz bu konuyu milletvekilleri olarak, Meclisin mehabetine, seviyesine uygun olarak tartışabiliriz, konuşabiliriz, gerekçelendirebiliriz, ayrıntılandırabiliriz, anlaşabiliriz, anlaşamayabiliriz ama biz Türkiye'ye, özellikle bu kadar şehit verdiğimiz, iç ve dış politikada böylesine darboğazlara girdiğimiz bir süreçte doğru mesajları vermek zorundayız.

Ben buradan şu mesajı da vermemiz gerektiğini düşünüyorum: Türkiye bir darboğazdan geçiyor. O kadar ağır sorun altındayız ki başkanlık rejimi de bu sorunların çaresi gibi gösteriliyor. Eğer öyleyse -ki o durumdayız, Türkiye gerçekten zor bir dönemden geçiyor- Türk halkına şu mesajı da vermeyi öneriyorum size: Bakın, yılbaşı geliyor. Yılbaşları -kutlanırdı, kutlanmazdı, geleneğimizde vardı, yoktu, bilmem ama- her zaman bir yeniliğin adıdır, bir değişimin adıdır, yeni bir yıl başlar, insanlarımızda yeni umutlar yeşerir. Bu umutları yeşertmek adına en azından, gelin, yılbaşında da çalışalım burada. Acelemiz ne? Yani, çocuklarımızla, ailemizle olmak elbette istiyoruz ama yılbaşında dahi çalışalım ve diyelim ki tüm Türkiye'ye: "Bakın, biz uygarca, seviyeli bir şekilde tartışabiliriz." mesajını verelim.

Değerli arkadaşlar, bu taslak... Bir defa, anayasallık görüntüsü altında bir rejim değişikliği yapılıyor. Bu bir "Başkanlık mı olsun, parlamenter rejim mi olsun?" tartışması değil çünkü biz başkanlığı da birazdan maddelere geçerken ayrıntılı bir şekilde tartışırız ama burada getirilen Anayasa değişiklik teklifinin başkanlıkla uzak-yakın ilgisi yok. Burada bir anayasallık görüntüsü veriliyor. Yani, Anayasa'nın 21 maddesi ve bize göre büyük bir Anayasa ihlaliyle birçok maddesine tek bir maddeyle atıf yaparak birçok maddesi orasından burasından değiştiriliyor. Ama aslında değiştirilen cumhuriyettir, rejimimizdir, yani egemenliğin millette olduğu gerçeğidir. Egemenliğin tecelli ettiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi işlevsizleştiriliyor, neredeyse bir tabela Meclis hâline getiriliyor ve bütün yetkiler Saray'da tekleştiriliyor, merkezîleştiriliyor. Neydi cumhuriyet? Cumhuriyet, krala karşı, padişaha karşı millet egemenliğinin hâkim olmasıydı ama bu yapılan değişiklikle millî egemenlik Saray'a devrediliyor, bir kişiye devrediliyor.

Değerli arkadaşlar, tabii, burada cumhuriyet yok edilirken aynı zamanda demokrasimize karşı da bir müdahale var. Demokratik devlet niteliğimiz de yok ediliyor çünkü demokrasinin yıllar içerisinde olmazsa olmaz koşulları var. Sizler birazdan atıf yapacağım Jean-Jacques Rousseau'dan etkileniyorsunuz. Onun "çoğulculuk" düşüncesi, "millî egemenlik" düşüncesi, yani "Oy verilir, sayılır, yüzde 51'i bulan her şeyi yapar." düşüncesi aşılmıştır arkadaşlar. Üç yüz yıllık insanlık birikimi var. Üç yüz yıllık insanlık birikimi bize şunu göstermiştir: Demokrasi, çok oy alanın dilediğini yapabildiği rejim değildir; demokrasi, çok oy alanın çeşitli mekanizmalarla ve özellikle de anayasal mekanizmalarla frenlendiği, sınırlandığı bir rejimin adıdır. Dolayısıyla, demokratik devlet niteliğimiz de yok ediliyor.

Hukuk devleti niteliğimiz yok ediliyor. Nedir hukuk devleti? Anayasa'da yazmakla hukuk devleti olunmuyor. Hukuk devleti, bir defa, hukuka bağlı devlettir; bütün işlem ve eylemleri yargıya açık devlettir ve yargının bağımsız olduğu devlettir; devletin, vatandaşına karşı ve vatandaşının iradesinin vücut bulduğu Meclisine karşı yürütmenin hesap verebildiği rejimin adıdır hukuk devleti. Dolayısıyla, hukuk devleti özelliğimiz de tamamen tahrip ediliyor. Bunun literatürdeki adı, değerli arkadaşlar, monokrasidir: Bir kişi her şeye hâkim olacak, her şeyi bilecek, her konuda söz söyleyecek, hiç kimseye bağlı olmayacak, hiç kimse onu denetleyemeyecek, o herkese dokunacak, her şeye dokunacak ama ona kimse dokunamayacak; aslında getirilmeye çalışılan budur. Ve bize düşen de bu getirilen teklifi burada bütün ayrıntılarıyla ve bütün görüşlerle ince ince konuşmaktır. Değerli arkadaşlar, bunun tarihi yazılacak. Bakın, şunu bilin: "Biz buradan bunu kaptıkaçtı şeklinde geçiririz, ondan sonra Genel Kurulda da şöyle bir açık oylamayı fiilen yaşama geçiririz." Ahmet İyimaya üzülmesin, Anayasa'da her ne kadar "kapalı" diyorsa da zaten fiilî durum açık oylamadır Meclis Başkanının tutarsız ve Tüzük ihlali yapan uygulamaları sayesinde. "Geçiririz ve sonrasında da bir şekilde tek adam rejimini kurarız." diye düşünüyorsunuz. Oysaki bakın, bunların hepsini tarih yazacak ve şunu da bilin: Tarih direnenleri yazar, direnenler de tarihi yazacak. Tarih burada, bizim burada söylediklerimizi ve sizin söyleyemediklerinizi de yazacak; bunu da kayıtlara geçmiş olalım.

İBRAHİM HALİL YILDIZ (Şanlıurfa) - Tarih kazananları yazar.

MURAT EMİR (Ankara) - Şimdi, Cumhurbaşkanının yetkilerini konuşurken şöyle bir karmaşa yaratılıyor arkadaşlar, deniyor ki: "Cumhurbaşkanının ya, zaten yetkileri var, fiilî durum var." deniyor.

ALİ ŞEKER (İstanbul) - Kazandığını zannedenleri de yazar.

MURAT EMİR (Ankara) - Kanunen 2008'den sonra, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden sonra -ve 1982 Anayasası'nın da Cumhurbaşkanına geniş yetkiler verdiğini biliyoruz- dolayısıyla bir meşruiyet oluştuğunu, bir tarafgirlik oluştuğunu ve bugünkü Sayın Cumhurbaşkanının da bir siyasi parti lideri olarak geldiği için aynı zamanda birçok yetkiyi zaten elinde bulundurduğunu söylüyorsunuz. İşte, bunun da veciz ifadesi Sayın Bahçeli'nin "Fiilî durum var, gelin bu fiilî duruma bir hukuki durum yaratalım." ifadesidir. Oysaki, bu, böylesine demokrasimizi, hukuk devletimizi, millî egemenliğimizi, cumhuriyetimizi yok edecek bir anayasa değişiklik teklifinin gerekçesi olamaz. "Zaten böyle, ee, gelin, ona uygun bir Anayasa değişikliği yapalım."ı reddediyoruz arkadaşlar. Bize düşen, bu fiilî durumu anayasal sınırlar içerisine çekmektir; doğrusu budur. Anayasa'mızda Cumhurbaşkanının zaten hâlihazırda yetkileri geniştir ve bunların daraltılması gerekir. İki yüz yıllık anayasa geleneğimiz, doksan yılın üstünde cumhuriyet geleneğimiz, demokrasi geleneğimiz, yüz kırk yıllık anayasa geçmişimiz dolayısıyla aslında, bizim genetik kodlarımızda olan parlamenter sistemdir.

Şimdi, antropolojik olarak Türk milletinin başkanlı sisteme daha yakın olduğu söyleniyor. Şimdi, arkadaşlar, antropoloji biliyorsunuz, insanlık bilimidir ama insanlığın çok geçmişini araştırır. Yani, siz bugün 2017 yılında yapacağınız bir değişiklikte bin yıl, iki bin yıl önceki Türk hakanlarının yetkisini arıyorsanız, geçmiş olsun, bunu Türkiye'ye getiremezsiniz, Türkiye'ye bu deli gömleğini giydiremezsiniz.

Değerli arkadaşlar, Cumhurbaşkanına bütün yetkileri veriyorsunuz ve zaman zaman yetkilerini eleştirdiğimiz zaman da "E canım, bu şurada da var, burada da var." diyorsunuz. Yani, âdeta her çiçekten bal alıyor Cumhurbaşkanı.

Şimdi, yürütmeyi bağlıyorsunuz, e diyoruz: "Nasıl bağlanır?" "E başkanlıkta böyle zaten." "E peki. Ya, o zaman yani yürütmenin başı olan yargıya karışmasın" "E zaten o var." diyorsunuz. Yetmiyor, Anayasa Mahkemesindeki ağırlığını görüyorsunuz, o da yetmiyor Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 6'sını kendisini atayacak, e, kalan 6'sını da kendi atadığı Meclis atayacak. E şimdi, o zaman bu, hem yürütmeden hem de yargıdan bütün güçleri topladığı anlamına gelmiyor mu?

Tabii, yasamanın düştüğü durum ayrı bir fecaat. Yasamaya bakarsanız yasama işlevsiz, yasama kanun yapıyor, veto yetkisi var, "Beğenmedim senin kanununu." diyor, salt çoğunlukla getirmesi lazım. Ondan sonra, diyor ki: "Ben Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarırım." Şimdi, bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi millî egemenliğin gasbıdır. Egemenliğin devredilemezliği ilkesi vardır, kanun yapmanın tekeli vardır Parlamentoda.

Şimdi, buradan hareketle, kararname yapma yetkisi veto yetkisiyle birleştiği zaman Meclisin işlevsizliği anlamına gelir; "tabela Meclis" derken bunu kastediyoruz. Beğenmediği konuda kararnamesini çıkarır, gelen yasayı iptal eder, veto eder, ondan sonra "Bul 301'i getir." Sonra, diyelim ki bulundu, getirildi, olur ya yani olabildiğini düşünelim bir an için. Ama, orada yine, kararnameyle kanunun ne kadar örtüştüğüne kim karar verecek? Yani kararnamenin geçerliliğinin olmayacağı söyleniyor, yazılıyor ama kim karar verecek? Anayasa Mahkemesi. Anayasa Mahkemesi kim? Yine, söz konusu Cumhurbaşkanının bire bir atadığı Anayasa Mahkemesi.

Şimdi, buralardan baktığınız zaman, bu Anayasa değişiklik teklifi bütün güçleri yasama, yürütme ve yargıyı bir kişide toplayan dolayısıyla da Türkiye'deki rejimi başından sonuna kadar sarsan, yok eden bir rejimdir arkadaşlar.

Şimdi, Sayın Şentop dedi ki: "Ya, partili cumhurbaşkanı olmasında bir sakınca yok. Niye? Çünkü Federal Alman Cumhurbaşkanı da partili." Tamam ama Federal Alman Cumhurbaşkanı sembolik birisi. Federal Alman Cumhurbaşkanının adını söyleyebilecek kaç kişi var şurada? Orada şansölyedir etkili olan. Yani, partili olmayı da Federal Almanya'dan almışsınız. Her çiçekten bal almışsınız, bir canavar yaratıyorsunuz. Bakın, şu andaki Sayın Cumhurbaşkanının şahsiyetiyle ilgili konuşmuyorum, hiç yanlış anlaşılacak bir şey yok, açık söylüyorum. Biz, kimin başkan, kimin Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili değiliz, onu zaman gösterecek. Burada, Komisyonda dahi bunun takılma olasılığını ben görüyorum, birazdan ayrıntılandıracağım. Ama, bu deli gömleğini Türkiye giymeyecek arkadaşlar. Bir an için giydiğini düşünelim, kimin Cumhurbaşkanı olacağının burada bir önemi yok çünkü bu kadar gücü kime verseniz bu güç onu zehirleyecektir.

Bakın, Lord Acton diyor ki: "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır." O zaman siz bu ülkeyi seviyorsanız, bu cumhuriyeti seviyorsanız, çocuklarınıza borcunuz varsa yapmanız gereken bu Cumhurbaşkanını sınırlamaktır, yetkilerini belirlemektedir ve onu özellikle şu andaki anayasal sınırlarının bile belki daha gerisine çekmek en doğru yoldur arkadaşlar.

Şimdi, matematiğine baktığınız zaman işin... Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı birçok yetkiyi alıyor, bütün uhdesinde topluyor, yürütme onda, yargı zaten ona bağlı dilediğince atıyor, Danıştayı da biliyorsunuz, dörtte 3'ünü atayacak ve sonuçta yasama da ona bağlı ve bütün kuvvetler Sayın Cumhurbaşkanına bağlanmış oluyor.

Değerli arkadaşlar, burada benden önce Sayın Akbaşoğlu uzun uzun Abdülhamit güzellemesi yaptı. Abdülhamit'le ilgili çok tartışma yapılabilir. Tarihi nereden okuyorsunuz bilmiyorum ama bizim okuduğumuz tarih sizinkiyle örtüşmüyor. Tabii, tarihin nesnel bir bilim olmadığını biliyoruz. Objektif bir tarih yazımı elbette söz konusu değildir; tarihi egemenler yazar. Ancak, tarih bu kadar da bağlamından koparılamaz. Bakın, anayasa üzerinden tartışalım Abdülhamit dönemini. Kanun-i Esasi iki sene sonra rafa kaldırılmıştır ve aslında Kanun-i Esasi, Osmanlı tebaasını vatandaş yapan, bugün bile Anayasa'mızda yazan birçok temel hak ve özgürlüğün ilk defa kayda geçtiği ve bize o iki yüz yıllık batılılaşma, muasırlaşma, modernleşme, çağdaşlaşma mücadelesinde büyük bir ivme kazandıran bir aşamadır. Dolayısıyla, Kanun-i Esasi'yi burada küçümseyerek, görmezden gelerek, yok sayarak bir Abdülhamit abartısıyla bu konuyu geçiştirmemiz mümkün değil arkadaşlar. Mithat Paşa hazırlıyor ama sürgüne gönderiliyor. Sonrasında, 1908 İkinci Meşrutiyet, arada İstibdat Dönemi var, arada Osmanlı İmparatorluğu çok büyük oranda gücünü kaybediyor, topraklarını kaybediyor. Tabii, sizin o atılımcılık, gelişme, büyüme, birliği bütünlüğü koruma dönemi dediğinizi biz aslında bir parçalanma küçülme, içe dönme ve dünyaya boyun eğme olarak okuyoruz. Ve sonuçta, 1909 değişikliklerine geliyoruz. 1909'da ne olmuştur? 1909'da parlamenter sistemin temel nüveleri atılmıştır. Her ne kadar Osmanlı devletinin monarşik, teokratik yapısı görülmekle beraber Meclise bazı yetkiler verilmiştir. Meclise verilen yetkilerden en önemlisi arkadaşlar, Abdülhamit'in Meclisi fesih yetkisinin alınmasıdır. Abdülhamit Meclisi feshetmeye kalktığında, Âyan Meclisinin onayına bağlıdır ve üç ay içerisinde de seçime gitme koşulu vardır. Yani, bugün, getirmeye çalıştığınız bu değişiklikle bizi o beğenmediğiniz, küçümsediğiniz 1909 İkinci Meşrutiyet Anayasası'nın gerisine götürüyorsunuz. O Anayasa'da bile millî egemenlik yani millî irade yani Millet Meclisi hakan tarafından, ulu hakan tarafından feshedilemezdi. Ama, bugün geldiğimiz nokta, Türkiye'yi getirdiğiniz nokta bir kişinin bu kadar seçilmişi dilediğince hiçbir anayasaya gerek duymaksızın, gerekçe dahi göstermeksizin feshetmesinin yolunu açıyor ve siz de bunu hazindir ki, millî iradeden aldığınız çoğunlukçu güçle yapmaya çalışıyorsunuz.

Değerli arkadaşlar, bunun ötesinde "millî egemenlik" kavramı konusunda birkaç hatırlatma yapmama izin verin. Şimdi, millî egemenlik halk hükûmeti anlamına gelir. Egemenliği krala, padişaha karşı insanlık, Fransız Devrimi'ni hazırlayan koşullar içesinde ve Fransız Devrimi'yle beraber burjuvanın feodal düzene karşı yaptığı devrimle beraber yaşama geçirmiştir. Bu dönemde daha önce atıf yapmış olduğum Jean Jacques Rousseau karşımıza çıkıyor. Jean-Jacques Rousseau millî egemenliği her şeyin başı sayar çünkü o krala karşı, XIV. Louis'ye karşı mücadele vermiştir. XIV. Louis millî egemenliği tanımaz. O "Devlet benim demiştir." Bakın, burası önemli Sayın Başkan. XIV. Louis "Yasayı ben yaparım, hükûmeti ben kurarım, ben yönetirim. Dolayısıyla, devlet benim." demiştir. Bu size "Ben olmazsam devlet yıkılır." diyen birini hatırlatıyor mu? Bunun ötesinde Jean-Jacques Rousseau'ya göre çoğunluğun iradesi önemlidir. Peki azınlıklar ne olacak? Yani yüzde 51'i alamayanlar ne olacak? Mesela, bu Komisyonda usul hakkında söz aldım, burada Murat Emir'in İç Tüzük'ten kaynaklanan hakkı var, Anayasa'dan kaynaklanan hakkı var, milletten aldığı irade dolayısıyla yetkisi var ama siz burada el kaldır, indir "Murat Emir konuşmasın." diyebiliyorsunuz. Oysaki bu yasalar, anayasalar biz de konuşabilelim diye. Niye böyle? Çünkü, Jean Jacques Rousseau çoktan aşıldı arkadaşlar. (Gürültüler)

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, lütfen, konuşmacıyı dinleyelim.

Sayın Emir, buyurun, devam edin lütfen.

MURAT EMİR (Ankara) - Sizin grup başkan vekilleriniz kürsüye sık sık çıkarlar ve derler ki: "Biz haklıyız." Neden? "Çünkü, biz her defasında millete gidiyoruz ve çoğunluğun reyini alıyoruz. Siz haklı olsaydınız, siz alırdınız." Değerli arkadaşlar, bu çok ilkel bir düşünce. İnsanlık bu düşünceyi üç yüz yıl önce geçti. Yani, milletin her zaman doğruyu seçeceği diye bir kural yok. Elbette ki milletin seçimi değerlidir, elbette ki çoğunluğun iradesine razıyız, elbette ki Sayın Parsak'ın her defasında söyleyebildiği gibi -hatta bence başka şansı da olmadığı için- milletimiz ne derse başımızın üstünedir elbette. Burada sorun yok ama sorun şudur: Millet... (Gürültüler)

HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Türk milleti her zaman doğruyu söyler. Millet size bunun için iktidarı vermeyecek zaten, bu düşüncenizden dolayı.

NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - 1982 Anayasası da mı doğruydu?

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, Sayın Emir konuşmasına devam ediyor.

Sayın Emir, lütfen devam edin.

Buyurun.

MURAT EMİR (Ankara) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Biz milletin seçimine, çoğunluğun seçimine sonuna kadar saygılıyız ama burada eleştirdiğim şudur: Millet çoğunluğunun biricik olmadığını, tek olmadığını ve her şeyin en doğrusunu göstermediğini ve daha az rey alanların da haklarının olduğunu, bunun demokrasi içerisinde olduğunu, Anayasa'yla, yasalarla, demokratik kurumlarla bunun beslendiğini ve bunlar olduğu sürece demokrasinin demokrasi olacağını bilin. Çoğunlukçuluk her yerde var arkadaşlar. Saddam da çoğunlukçuydu, çoğunluğun oylarını alıyordu; Esad da çoğunluğun oylarını alıyor; gidin, Orta Afrika'daki bütün ilkel kabilelerde bile çoğunluğun oyunu alan diktatörler var. Dolayısıyla, çoğunluğun oyunu almak tek başına yeterli değildir.

YUSUF BAŞER (Yozgat) - Burada seçim var.

ALİ ŞEKER (İstanbul) - Suriye'de de seçim vardı.

MURAT EMİR (Ankara) - Şimdi, burada bu millî egemenlik anlayışı, tabii, Fransız Devrimi'yle çok değişti. İnsan Hakları Bildirgesi yayınlandı. Amerika'da yepyeni bir federal devlet kuruldu. Bütün dünya özgürlükten, milliyetçilikten, vatandaş olmaktan, vatandaş olmanın, insan olmanın ve insan olmaktan kaynaklanan hakların tartışmasını yaşadı ve insanoğlu ilerledi. Osmanlı da bu ilerlemelerden ve değişimlerden etkilendiği içindir ki işte, Islahat Fermanı, Tanzimat, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyetle bir yere geldi. Ancak, "millî egemenlik" dediğiniz zaman Mustafa Kemal'i hatırlamak zorundasınız. Mustafa Kemal daha Samsun'dan İstanbul Hükûmetine, Sadarete yazdığı ilk raporunda millî egemenlikten bahsetmiştir. Bunun ötesinde değerli arkadaşlar, Amasya Tamimi'nde yine "Milleti, milletin azim ve kararlığı kurtaracak." denmiştir. Bakın, orada bile daha ne padişaha ne de halifeye bir atıf yoktur. "Milletin azim ve kararlılığı, milletin istiklalini kurtaracak." denmiştir. İşte, o millî iradenin Türk siyasi yaşamında ilk resmî metne bağlandığı yerdir. Amasya Tamimi, diğer kongreler, geliyoruz 23 Nisan 1920. Sayın Akbaşoğlu 23 Nisan 1920'deki ilk kararı söyledi ama yanlış söyledi. İlk karar, kendi kuruluş kararı. Nasıl kurulacağını söylüyor. Sonra, tabii, o sırada Meclis-i Mebusan kurulmuş ama dağıtılmış, yine bir seçim yapılmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Meclis-i Mebusandan gelenler hem de seçilmiş milletvekilleriyle 23 Nisan 1920'de toplanmıştır ve o ilk kararlardan biri de bu seçilenlerin orada görev yapabileceğine dönük karardır. Peki, aynı zamanda ne denmiştir orada? "Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerinde bir güç yoktur." denmiştir. Tekrar dikkatinizi çekiyorum, Meclisin ilk açıldığı gün "Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerinde herhangi bir güç yoktur." karara bağlanmıştır. (Gürültüler)

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, Sayın Akbaşoğlu'nun ifadesiyle uhuletle ve suhuletle dinlemeye davet ediyorum.

Buyurun, devam edin.

MURAT EMİR (Ankara) - Teşekkür ederim.

Şimdi, bunlar önemli metinler arkadaşlar, bugün bunlar çok önemli çünkü o koşullardayız, birazdan anlatacağım. Biz 1920 koşullarındayız, AKP iktidarının MHP ortaklığıyla beraber Türkiye'yi getirdiği nokta 1920'dir. Dolayısıyla, 1920'yi anlamadan, ilk Meclisi anlamadan bu işlerin içerisinden çıkmamız mümkün değildir.

Değerli arkadaşlar, bakın, 1921 Anayasası yapıldı dokuz ay içerisinde. Şimdi, gerekçeye geleceğim, gerekçede Türk anayasacılık tarihi çöpe atılıyor, görmezden geliniyor, yok sayılıyor. Anayasa hocaları görseler 1'inci sınıftan bile geçirmezler bu gerekçeyi yazanları ama o gerekçeyi yazanlar keşke 1921 Anayasası'nın nasıl yapıldığını ve nasıl yazıldığını bilselerdi. Bakın, ne diyor 1921 Anayasası: "Kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir." Tamam, çok güzel. "Milli iradeyi temsil eden tek organ TBMM'dir." Birazdan açacağız tartışmayı. Bir başkan adayı düşünün, yüzde 50'den 1 oy fazla alsın. Millî iradeyi temsil edebilir mi? "Evet." diyen arkadaşıma soruyorum. Eder mi? Edemez, edemez.

ALİM TUNÇ (Uşak) - Eder.

MURAT EMİR (Ankara) - Bakın ne diyor? "Millî iradeyi temsil edecek tek organ TBMM'dir." Sen TBMM'den aldığın her yetkide millî iradeye saldırıyorsun, yok ediyorsun. Bunu teşhir etmek zorundayız. O "evet" diyenlere söylüyorum: "Hakimiyet bilakayduşart milletindir." diyor.

BAŞKAN - Sayın Emir, siz soruları yürütmeye dönerek soruyorsunuz ama yasama bu tarafta. Lütfen bu tarafa dönüp sorun. Yürütme organının burada cevap verme yetkisi yok.

MURAT EMİR (Ankara) - Tamam, peki.

"Hakimiyet bilakayduşart milletindir." diyor ve "Bunu kimseye devredemezsin" diyor 1921 Anayasası.

Değerli arkadaşlar, şunu da tartışabiliriz: Bakın, siz benim nereden geldiğime dikkat edin. Dikkatli dinlerseniz arkadaşlar, duyacaksınız ve hissedeceksiniz, anlayacaksınız. (Gürültüler)

YUSUF BAŞER (Yozgat) - Sen beni hiç dinlemedin, şimdi "Dinle." diyorsun.

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, lütfen konuşmacının sözünü kesmeyelim.

Sayın Emir, lütfen devam edin.

MURAT EMİR (Ankara) - Şimdi, burada şu tartışmayı da yapmamız lazım: Bakın, çoğunlukçuluktan getirdim, Jean-Jacques Rousseau'yu anlattım size. Bunu anlatma sebebim şuydu: Çoğunluk demek, her şey demek değildir. O gün buraya, bu Meclise "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir." ve "Egemenliği Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder." diyenlerin bir bildikleri var çünkü arkadaşlar, egemenliği bir kişi temsil edemez. Bütün oyların hepsini dahi alsa temsil edemez. Milleti temsil etmek, sayılarla, oylarla ilgili bir şey değildir. İşte, sayın grup başkan vekilimizin bir hafta önce söylediği "Orada oyları saymazlar, tartarlar." dediği de budur. Bakın, bu 1921 Anayasası kanla yazılmıştır, gözyaşıyla yazılmıştır, inançla yazılmıştır, şehitlerle yazılmıştır, kararlılıkla yazılmıştır ve bu metinleri böyle el kaldır, indirle yapamazsınız. Tekrar şu soruya herkes cevap versin kendi içerisinde: Bir Cumhurbaşkanı adayı bütün oyları alsa ama sadece Murat Emir'in oyunu alamamış olsa millî iradeyi temsil edebilir mi?

YUSUF BAŞER (Yozgat) - Eder.

MURAT EMİR (Ankara) - Edemez, edemez.

Bakın, Sayın Başkan, sayın arkadaşlar; ben millî iradeyim... (AK PARTİ ve CHP milletvekilleri arasında karşılıklı laf atmalar)

ALİM TUNÇ (Uşak) - Temsil eder.

CEYHUN İRGİL (Bursa) - Demokrasi azınlıkların da hakkının korunmasıdır.

MURAT EMİR (Ankara) - Ben, söylüyorum, anlatıyorum. Millî iradeyi, bakın...(Gürültüler>)

MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT (Konya) - Mecliste yüzde 100 vardır, yüzde 100 vardır Mecliste.

CEYHUN İRGİL (Bursa) - Mecliste yüzde 1 dahi temsil edilir, yüzde 1'in bile söz hakkı vardır ama bir kişi edemez.

MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT (Konya) - Kibirli değil, bilgili bilgili... Senin gibi cahil değil, bilgili.

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, kıymetli arkadaşlar....

MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT (Konya) - Biat etmemiş, parmakçı değil!

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, karşılıklı konuşmalar bitmeden konuşmacımız devam etmek istemiyor. Lütfen...

MURAT EMİR (Ankara) - Değerli arkadaşlar, ben burada seviyeli ve entelektüel bir tartışma yürütmeye çalışıyorum, sizden de buna katkı verecek arkadaşlarım olduğunu biliyorum ve sizinle bu konuyu keyifle tartışmaktan da Türkiye'nin yararlanacağını düşünüyorum. İzin verirseniz ben düşüncelerimi anlatayım:

Kim temsil eder? Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder. Niye, niye Meclise bunu veriyoruz? Çünkü arkadaşlar Meclis 550'mizden oluşuyor ama bir büyük düşünür daha var arkadaşlar; o da Robespierre, parlamentoculuğun babası. Diyor ki: "Millî irade, bütün o millî iradeyi teşkil edenlerin toplamıdır ama toplamından daha fazlasıdır." Yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin biz her birimiz 550'de 1'ini temsil etmiyoruz. Biz, her ne kadar arkamızdaki yaklaşık 100 bin oyla millî iradeyi temsil ediyoruz ve Anayasa'mız gereğince tüm Türkiye'nin temsilcisi, milletvekiliyiz ama aslında biz burada Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurumsal ve manevi şahsiyetinin bir parçasıyız ama bizim toplamımız Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyetinin ve kurumsal varlığının tamamı değil. Türkiye Büyük Millet Meclisi bütün bunların daha üstünde, daha geniş bir kavramdır ve millî iradenin tecelligâhı bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi herkesin oyunu aldığı için her renk burada, her ne kadar yüzde 10 barajı dolayısıyla her rengin buraya gelememesine rağmen her görüşün temsilinin burada demokrasi gereği olabildiğince burada olduğunu kabul ettiğimiz için burası egemenliğin kaynağı. O yüzden buranın yasa yapma tekeli var, o yüzden buranın yasa yapma yetkisini devretmeme yükümlülüğü var değerli arkadaşlar.

Şimdi, 1924 Anayasası'na geliyoruz; Mustafa Kemal, muzaffer komutan. İstiklalimizi sağlamışız, Lozan'ı imzalamışız ve bize artık yepyeni bir anayasa gerekiyor çünkü bir Meclis Hükûmeti kurmuşuz, acil dönemde ülkeyi düşmandan kurtarmanın ve emperyalistlere cevap vermenin gereğini yapmışız.

Peki, 1924 Anayasası'nda ne olmuş arkadaşlar? Sizlerle daha sonra paylaşırım çok vaktinizi almak istemiyorum çünkü burada tartışmanın dolu gitmesinden yanayım. O zaman değerli arkadaşlar, Mustafa Kemal'e Meclisi fesih yetkisi verilmesi düşünülmüş, geniş tartışmalar yapılmış -tutanaklara daha sonra geçireceğiz ben bütün o tutanakları da çıkarttım, tek tek okuyacağım arkadaşlar- ve Mustafa Kemal'e dahi millî egemenliği ve millî egemenliğin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisini feshetme yetkisi verilmemiştir hem de ezici bir çoğunlukla verilmemiştir ve oradakiler şunu söylemiştir, söz alanlar: "Paşa hazretleri, sizinle bir sorunumuz yok. Sizin varlığınıza ve bu ülke için yaptıklarınıza kaniyiz ama bu millî egemenlik yetkisini hiç kimseye veremeyiz." demişlerdir ve biz sizden açıkça olmasa bile yapamayabilirsiniz zamanı gelince bunu istiyoruz arkadaşlar. Hiç kimseye bunu vermek zorunda değilsiniz, vermeyin; egemenliğinize, yetkinize sahip çıkın, görevinizi yapın.

Değerli arkadaşlar, kuvvetler ayrılığı diyoruz sürekli. Kuvvetler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargının ayrılığıdır. Tarihsel sürece çok girmek istemem ama şunu bilmenizi isterim, Aristo da bile kuvvetler ayrılığı var. Aristo, diyor ki: "Bu kuvvetleri ayıramazsanız despot olur." Yani oradan bir demokratik yöntem... Yani Antik Yunanda bile demokrasi vardı biliyorsunuz, orada bile demokrasi olmayacağını söylüyor. Locke var büyük düşünür; o da yine "Yasama, yürütme ama konfederasyon" diyor. O, yargının çok farkında değil ama bir şeylerin ayrılması gerektiğini düşünüyor.

Ama bir şeye dikkatinizi çekmek isterim. Kuvvetler ayrılığı düşüncesi nereden kaynaklanıyor, bu ihtiyaç nereden? Şimdi bunu tartışmamız lazım arkadaşlar. "Çok zor koşullar içerisindeyiz; ekonomik krizdeyiz, tüm dünya bize düşman. Tüm dünya biz perişan olalım diye uğraşıyor; bize finansal saldırılarda bulunuyor, dış politikada bütün işi gücü bırakmışlar Türkiye'yi mahvetmeye çalışıyorlar, bütün gizli servisler yerli iş birlikçilikleriyle Türkiye'de bombalar patlatıyor vesaire ve bunların hepsinin tek çözümü olarak bütün kuvvetleri bir kişide toplayalım, o kişi de bizi çeksin çıkartsın." diyoruz.

Değerli arkadaşlar, tarihsel süreç aslında yetkilerin bir kişide toplandığı durumda asıl kaosun asıl ülkelerin dağılmasının olduğunu gösteriyor. Bizi bu karanlıktan kurtaracak aslında ortak akıldır ve kuvvetlerin ayrıştırılmasıdır. Bunu ben söylemiyorum, üç yüz yıl önce söylüyor insanlar. Padişahtan, kraldan, Fransız Devrimi'yle ve öncesindeki düşünürlerle bu yetkiler alınırken, millete devredilirken diyorlar ki. "Bu yetkileri paylaştıralım çünkü bu yetkiler bir varlıkta olursa o zaman bu yetkiler kötüye kullanılabilir." O hâlde ne yapmak lazım? Yasamayı, yürütmeyi ve yargıyı birbirinden ayırmak lazım.

Daha önce Jean-Jacques Rousseau'dan bahsettim, çoğulculuktan bahsettim size, çoğunlukçuluktan bahsettim. Bakın, yine "Sizin Rousseau'da kaldığınızı." söyledim; gerçekten de kalmışsınız. Rousseau da öyle diyor, diyor ki "Millî egemenlik bölünemez." Çünkü onun için tek şey millî egemenlik. Yani bir şekilde krala karşı konumlandırılmış bir dünya görüşü ve dolayısıyla da kraldan halka indirilen bir iktidar anlayışı ve dolayısıyla da iktidarın bölünemezliği var; oysa ki Fransız Devrimi'ne gelirken Montesquieu diyor ki "Kanunların Ruhu"nda "Yasama, yürütme ve yargıyı ayıracaksın; birine verirsen diktatörlük olur." diyor. Dolayısıyla bunun tarihsel geçmişi değerli arkadaşlar, Fransız Devrimi'ni hazırlayan yani millî egemenliği hazırlayan ve millî egemenliğin nasıl kullanılacağına dönük olan tartışmaların bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

1787 Amerikan Anayasası'nda kuvvetler ayrılığı var, 1789 Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi'nde kuvvetler ayrılığı var, daha sonra olabilecek birçok demokratik anayasada kuvvetler ayrılığı var. Kuvvetler ayrılığı nerede yok? Nerede yok arkadaşlar? Tarihe bakın, kuvvetler ayrılığının olmadığı ilk anayasa Napolyon Anayasası, sonra Hitler, sonra Mussolini, sonra Putin, sonra Esad. Şimdi bir başkasını mı hazırlıyoruz arkadaşlar?

Bakın, Frankenstein'ı hepiniz bilirsiniz. Frankenstein, bir canavar yaratır -doktordur o da benim gibi- bir canavar yaratır. Canavarı yaratırken her insandan bir parça alır, aslında o aldığı parçalar normaldir, bir canavar olmaya müsait değildir o her bir parça ama her bir parçayı birleştirdiğinde artık bir canavar yaratmıştır ve o canavar döner doktoru da yer. Dolayısıyla biz burada aslında bunu yapıyoruz arkadaşlar, bir canavar yaratıyoruz ve kesinlikle şunu bilin ki bu, bundan sonra seçilecek sayın cumhurbaşkanlarının şahsına dönük bir eleştiri değildir, kime bu yetkileri verirseniz bununla karşılaşırsınız.

Anayasalar, biliyorsunuz toplumsal uzlaşmadır; anayasalar, devletin organizasyonunu yapar; anayasalar, insanı devlete karşı korur, ana yapılma amacı budur yani bir anayasa yapıyorsak biz cumhurbaşkanına yani yürütmenin başına karşı nasıl korunacağımızı bugünden tasarlamak ve kanunun içine koymak zorundayız, başka türlü o canavar gelir ve bizi de, hepimizi de yok eder.

Değerli arkadaşlar, hukuk devletinden bahsetmiştim ama burada hukuk devletinin ayaklar altına alındığını görüyoruz. Bir defa, bu hukuk devletini Anayasa'ya aykırılık üzerinden değerlendirmek isterim. Şimdi, bazı sorulara cevap vermemiz gerekiyor her şekilde. Bu Anayasa'ya bağlı mıyız? Bir defa buna karar verelim çünkü bir teknik, hukuki tartışma yürüteceğim ama bu, buna göre olacak. "E, canım, boş ver; sırası değil şimdi. Biz zaten onu zaman zaman görmezden geliyoruz. Bu eskidi, bunu zaten 12 Eylülcüler yaptı." diyecekseniz olmaz, hâlâ bu geçerlidir. Buna göre bir Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunuyoruz arkadaşlar.

Şimdi, bunun bir 4'üncü maddesi var, diyor ki "Sen benim koyduğum, 1'inci, 2'nci, 3'üncü ve başlangıç ilkelerini değiştiremezsin." E, şimdi, değiştiren adam saf değil ya! O, ben 1'inci maddeyi... Sayın Parsak, bu sizin için.

MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Dinliyorum, dinliyorum.

MURAT EMİR (Ankara) - Evet, "1'inci maddeyi değiştirdim." diyecek hâli yok MHP'nin. "İlk 4 değiştirilemez." diyor ya, "1'inci maddeyi değiştirdim." diyecek hâli yok ki, 1'inci maddeyi 20'nci maddede değiştiriyor zaten. Şimdi, dolayısıyla "Biz zaten 1, 2, 3 ve 4'ü tutuyoruz. O hâlde Anayasa Mahkemesi bize şekil denetimi yapabilir, o hâlde içerik denetimi yapamaz, o hâlde bu, Anayasa'ya uygundur." diyemeyiz. Bir defa, şuna karar vermemiz gerekiyor: Biz 1'inci, 2'nci, 3'üncü, 4'üncü ve Anayasa'nın başlangıç ilkeleriyle bağlı mıyız? Bazıları içinizden söylediler -ben biliyorum, tutanaklarda da var- "Hayır, bağlı değiliz." dediler, "Biz, bu Anayasa'yla bağlı değiliz. İstersek 4'üncü maddeyi kaldırırız." E kaldırın o zaman; yüreğiniz yetiyorsa anlaşın ortağınızla, kaldırın ama kaldıramıyorsanız 4'üncü maddeye uyacaksınız. 4'üncü madde ne diyor: "Bu ilkeleri değiştiremezsin." Hangi ilkeler bunlar? Cumhuriyet, "Değiştiremezsin." diyor. "Ben cumhuriyeti değiştirmedim." Ama içini boşalttın, Meclisi kapattın, cumhuriyeti değiştirdin dolayısıyla. Hukuk devleti, hukuka karşı saygılı idare... "Danıştayı ben atarım, Anayasa Mahkemesini ben atarım, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu ben atarım. Hukuka saygılı idare olacağım ondan sonra." Nasıl olacak bu? Bu hukuk devletinin ilga edilmiş olması anlamına gelmiyor mu? Anayasa Mahkemesinin şekil üzerinden içeriğe girmesi gerekmiyor mu? 2008'de böyle bir kararı var, daha önceki içtihatları da var. Anayasa Mahkemesinin -biliyorsunuz- yerleşik içtihat kararı vardır. Bu Venedik Komisyonunda da var, bütün evrensel hukuklarda da vardır. Anayasa mahkemeleri duruma göre karar değiştirmezler. Anayasa Mahkemesi diyor ki: "Evet, ben, teklifin geçerliliğine bakarım ve teklif edilebilirliğine bakarım. Benim görevim bu." Anayasa 148. Peki, buna bakarken teklifin sadece çoğunluk yani 316'yla imzalanmış olması yeter mi? Yetmez; bu teklifin teklif edilebilir olması gerekir. Yani Anayasa'nın başlangıç ilkelerini, yani Anayasa'nın ilk 4 maddesini, yani demokratik, hukuk devleti ve millî egemenlik ilkelerini ihlal edemiyor olması gerekir.

Bakın, bir an için bunu doğru sayalım; yani Anayasa Mahkemesinin sadece sizin o görmeden imzaladığınız imzaları saydığını ve 316 olduğu için de görmediğini düşünelim. Peki, hadi, şunu da bir an için düşünelim: "Siz çok iyi niyetlisiniz, hukuka da çok uygunsunuz ve Türkiye'ye demokratik bir yasa getirmeye çalışıyorsunuz." Bir an için... Peki yarın bir başka çoğunluk gelip de cumhuriyetin niteliklerini yok etmeye çalışırsa Anayasa Mahkemesi ne yapacak o zaman? Gene mi imzaları sayacak? Bakın, gene ilk konuya geliyoruz; çoğunlukçuluk, çoğulculuk ve demokratik meşruiyet başka bir şeydir. Demokratik meşruiyet olması için çoğunluğunuz olacak, Anayasa'ya ve yasalara bağlı olacaksınız, demokrasinin kurum ve kurallarına da sonuna kadar bağlı olacaksınız arkadaşlar. Şimdi, bu nedenle de bu teklifin Anayasa'ya aykırılığını da zapta geçirmekte büyük yarar görüyorum Sayın Başkan.

Değerli arkadaşlar, teklif hazırlanırken evrensel standartların hiçbirine uyulmadı, zaten uyulmadığı da o kadar biliniyor ki sayın iktidar sözcüleri her defasında 24'üncü Dönem çalışmalarını değersizleştirmeye, küçümsemeye gayret ettiler. Yani dediler ki: "Biz toplandık hatta yetmedi, öz verili davrandık, çoğunluğumuz olmasına rağmen üçer kişi topladık ama anlaşamadınız, anlaşamadık, biz de mecbur kaldık." Arkadaşlar, bu size böylesine faşist bir değişikliği getirmek için, toplumun gözünün önünden kaçırdığınız bir değişikliği getirmek için haklılık sağlar mı?

Bakın, kiminle konuştunuz? Geldiğimiz günden beri söylüyoruz; şuraya uzman çağırın diyoruz, 2 anayasa hocası çağırın diyoruz, Barolar Birliğinden 2 uzman getirin diyoruz, onu bile yapmıyorsunuz. Bunu yapmayan bir anlayış kapalı kapılar ardında pazarlık yapmıştır Sayın Parsak'la, Sayın MHP'li dostlarımızla, hiç alınmasınlar ama bunu tespit etmek zorundayız. Kapalı kapılar ardında ve pazarlıklarla olmuştur bu. Bu, bir pazarlık sonucudur, hatta bana sorarsanız kirli pazarlıktır bu, birazdan onlara da gireriz.

(AK PARTİ milletvekillerinden "Ya, Allah Allah! sesleri)

HALİL ETYEMEZ (Konya) - Aklınız hep ona çalışıyor.

MURAT EMİR (Ankara) - Buna hakkınız yok, anayasalar böyle yapılmaz. Venedik Komisyonu diyor ki: "Anayasa'yı yapacaksanız..." Venedik Komisyonunu çok seviyorsunuz. AKP'nin kapatılması söz konusu olduğu zaman Venedik Komisyonunu dilinizden düşürmezdiniz. Venedik Komisyonunun siyasi partilerin kapatılmasına dönük ilkesel kararları vardı, biz de onlardan yanayız, onu da söyleyeyim, hiç rahatsız değiliz onlardan ama Venedik Komisyonu diyor ki: "Siz bir Anayasa yapacaksanız tartıştıracaksınız, şeffaf olacaksınız, özgürlükçü olacaksınız. Herkes konuşacak, herkes bir şey söyleyecek, toplumsal uzlaşma olacak." "E, biz gerekeni yaptık." Olmaz, bununla işte, ancak antidemokratik bir teklif sunmuş olursunuz.

O da yetmiyor, usule ilişkin sözlerimizi bile kısıyorsunuz; o da yetmiyor, bakın, burada milletvekillerini konuşturmuyorsunuz. Şimdi, bana şöyle diyebilirsiniz: "Ya, usul hakkında aldın, çok konuştun." Değerli arkadaşlar, demeyin, hak verin bana çünkü ben bir Komisyon üyesi olarak ilk defa konuşuyorum, bakın, 6'ncı gündeyiz, ilk defa konuşabiliyorum. Bunu da, bu hakkımızı da nasıl aldığımızı bir önceki oturumdan hatırlayacaksınız.

12 Eylül Anayasası'nı hatırlayın. 12 Eylül Anayasası'ndan hangimiz memnunuz? (Gürültüler) Bitirmem lazım, izin verirseniz. Şimdi, 12 Eylül Anayasası'nı hiçbirimiz beğenmiyoruz ama 12 Eylül Anayasası'nın en önemli sorunu çoğulculuğu içermemesiydi, çoğunlukçu olmasaydı. Bakın, hep aynı kavramlar üzerinden gidiyoruz, kolay anlaşılabilir olsun diye, bunlar üzerinde durmakta yarar var. Bir anayasanın yüzde 92,5'la kabul edilmiş olması arkadaşlar, o anayasayı meşru yapmıyor. Niye yapmıyor? Çünkü 12 Eylül Anayasası demokratik süreçlerde yapılmadı. 12 Eylül Anayasası demokrasi içerisinde yapılmadı, tartıştırılmadan oldu.

İLKNUR İNCEÖZ (Aksaray) - Tamam, değiştirelim diyoruz işte.

MURAT EMİR (Ankara) - Peki, sizin bu değişikliğiniz demokratik bir ortamda mı yapılıyor? Birazdan geleceğiz; Türkiye'de OHAL var, OHAL'in Türkiye'ye getirdikleri var: Türkiye'de şu anda sesi kısılmış üniversiteler, sesi kısılmış basın, sesi kısılmış medya ve sesi kısılmış Parlamento var arkadaşlar. Bu koşullarda bize yeni anayasayı tartıştırıyorsunuz. Bir defa, bu anayasanın yapım süreci baştan sona sakattır. Tabii, biliyorsunuz, usul esasa kaimdir hukukta. Yani burada usuli hatalar yapıldıkça -sadece yasal usuli hataları- söylemiyorum bu anayasanın her defasında meşruiyeti de tartışılacaktır. Şimdi, "Anayasa'yı değiştirelim." deniyor. "12 Eylül Anayasası'nı beğenmiyoruz, değiştirelim." değiştirelim, yıllardır söylüyoruz, yüzde 10 barajını niye öyle değiştirmek için hiçbir şey yapılmıyor, yapılmadı? Yüzde 10 Anayasa barajını önce değiştirmek gerekmez miydi?

Değerli arkadaşlar, bakın, şöyle düşünüyorsunuz: "Biz bunu tartıştırmayız, getiririz, bir şekilde geçiririz, ondan sonra gerisi kolay." Zaten ne demiş Cumhurbaşkanı: "Siz geçirin, ben söker alırım milletimle." Aslında bu, bir yönüyle güzel, saygıdeğerdir. Yani Sayın Cumhurbaşkanının milletine güvenmesi, milletine derdini anlatabileceğini düşünmesi bence saygıdeğerdir ama değerli arkadaşlar, bizim de milletimize bir şeyler anlatabilmemiz gerekmiyor mu? Bizim de milletimize sesimizi duyurabilmemiz gerekmiyor mu? Bizim söyleyecek sözümüz yok mu? Bizim tabanımız veya bizden duyup da "Ya, bu Anayasa değişikliği herhâlde doğru şeyler getirmiyor." diyecek insanlar milletimizin bir parçası değil mi? Olağanüstü hâlle getirdiğiniz nokta ortadadır. Yani kapatılan basın-yayın organı sayısını, gözaltına alınan akademisyen sayısını -bakın, FETÖ'cüleri söylemiyorum; FETÖ'cü iddiasıyla zaten aldınız 40 binin üzerinde kişiyi ama- şu anda iddianamesiz cezaevinde yatan gazetecileri düşündüğümüz zaman Türkiye'de basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü olduğunu kim söyleyebilir? Dolayısıyla bugün burada bu konuyu tartışma olanağı kalmış mıdır?

Değerli arkadaşlar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 15'inci maddesinden kaynaklanan derogasyonları kullandık. Birleşmiş Milletler Siyasal ve Medeni Haklar Sözleşmesi'nden kaynaklanan 20'ye yakın yükümlülüğümüzü azalttık. Ne dedik? Biz olağanüstü hâl dolayısıyla bu hakları şimdilik, bir süreliğine vatandaşımızdan esirgiyoruz dedik. Peki, bu haklar kullanılamazken, bu haklar yerine getirilemezken bu toplum Anayasa'yı yani kendisini belirleyecek, kendi geleceğini belirleyecek bu kadar temel bir metni nasıl tartışacak? Biz burada konuşuyoruz. Bizim burada konuştuğumuzu kim duyuyor, kim görüyor? Buradan baktığınız zaman arkadaşlar, bu ülkeye iyilik etmiyorsunuz. Bunu geçirebilirsiniz, bunu dilediğinizce belki başarabilirsiniz de ama sonuçta, biraz önce verdiğim o metafordaki gibi, bu canavar dönecek hepimizi yiyecek. Sorun bizim ne olacağımız sorunu değil, sorun aslında Türkiye'nin ne olacağı ve sorun bugünden çocuklarımıza nasıl hesap vereceğimizin sorunudur değerli arkadaşlar. Ben bu konuşmayı biraz da ileride çocuklarım "Babam, o günlerde ne yaptı?" diye, bilsinler diye yapıyorum.

Değerli arkadaşlar, olağanüstü hâl sırasında dokunulamayacak haklar var. Derogasyonlar yaptınız ama çekirdek insan haklarına dokunamazsınız, Anayasa'nın 13'üncü maddesi açık, 15'inci maddesi açık ama buna rağmen uygulamada maalesef olağanüstü hâlin dışına taşan ve toplumun âdeta her bir birimini, her bir demokratik birimini susturan, sindiren, sesini kısan bir anlayışla götürüyorsunuz. Dolayısıyla da bu koşular içerisinde bir Anayasa yapmanın olanağı yok.

Yine buradan teklife baktığımız zaman bize bir müjde görüyoruz: Yaşasın sıkıyönetim kaldırılıyor. İlk anda kulağa iyi geliyor gerçekten, evet, sıkıyönetim kaldırılıyor çünkü niye? Evet, sürekli sıkıyönetim var. Sıkıyönetimin olağanüstü hâlden yani sizin anladığınız olağanüstü hâlden... Yani bu teklif geçerse Cumhurbaşkanı Bakanlar Kuruluna danışmaksızın - yani tek başına yapabileceği bir karar- olağanüstü hâl ilan ettiği zaman sınırlarının, hukuki sınırlarının ne olacağı belli olmayan bir durumda ve Anayasa yargısının da çökmüş olduğu bir durumda, arkadaşlar, bu olağanüstü hâlin aslında sıkıyönetimi bile aratacağı ortada.

Bizim Anayasa'mızda sıkıyönetim nedir? Bazı yetkilerin Silahlı Kuvvetlere devridir. Sizin çıkardığınız burasıdır arkadaşlar yani sizin sıkıyönetimi falan kaldırdığınız yok ama sıkıyönetim dolayısıyla Cumhurbaşkanının yetkilerinin bir kısmını sıkıyönetimle paylaşmaya niyetiniz olmadığı için, askerlerle paylaşmaya niyetiniz olmadığı için böyle bir düzenleme yapıyorsunuz. Bunun demokratlıkmış gibi pazarlanmasını da şiddetle reddediyorum. Ayrıca şunu da söyleyeyim: Bu konuşmayı yaparken biz sıkıyönetimden yana olduğumuz için değil, sizin sözde demokratlığınızı teşhir etmek için yaptığımızı da bilmenizi isterim değerli arkadaşlar.

Şimdi gerekçeye gelelim. Sayın Şentop Hocam anayasa hukuku hocasıdır. Kendisi sayesinde buraya başka anayasa hukuku hocaları çağırma fırsatımız olmadı. Bizim hocalık titrimiz yok ama...

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Mustafa Şentop anayasa hukukçusu değil hukuk tarihçisi.

MURAT EMİR (Ankara) - Olsun, hocadır, kendisini sayarız. Kendisi her ne kadar bizim söz hakkımızı gasbetse de bizim ona saygımız yeterlidir.

Şimdi, bu genel gerekçeye baktığınız zaman, arkadaşlar, şundan bir kişi "Şu gerekçeyi beğendim, bu gerekçe Türkiye'ye yakışıyor." desin; bir kişi diyemez. Bu gerekçe bu kadar kötü bir teklife bile yakışmıyor arkadaşlar.

Gerekçe "Devleti hukukla sınırlamak." diyor. Bakıyorsunuz tekliflere "Cumhurbaşkanını halka karşı sınırlamak." Kuşandırıyorsunuz, bütün yetkileri Cumhurbaşkanında topluyorsunuz, bunun neresinde halk var? Halkın hangi yetkisi artıyor burada arkadaşlar? Devleti hukukla sınırlayacaklarmış vesayetçi zihniyete karşı. Vesayet neydi? Bildiğimiz işte -Sayın Cengiz Bey burada yok, uzun uzun anlattılar Türkiye siyasi tarihini- Türkiye siyasi tarihi, doğrudur, aynı zamanda bir vesayetler tarihidir. Yani Türkiye'de seçilmemişler seçilmişlerin iktidar alanını daraltmışlardır ve bu da bazen hukuk adı altında, bazen de hukuksuzlukla yapılmıştır. Tamam, buraya kadar tamam ama biraz önce -hep anlatıyorum- bakın, demokratik meşruiyet diye bir şey var, demokrasinin koşulları var; herkesin konuşabilmesi, herkesin Anayasa'dan ve yasalardan yetki alması, hiç kimsenin Anayasa'dan veya yasadan almadığı yetkiyi kullanamaması gibi demokratik kavramlar var. Bunlar yokken kullanılacak bir meşruiyet, bir iktidar elbette ki vesayetçidir. Dolayısıyla, burada bu Cumhurbaşkanını zırhlandırıyorsunuz ya, işte aynı vesayetçiliğin ta kendisi burada. Yani Anayasa'dan, sözde Anayasa'dan, olmayan Anayasa'dan alınan yetkilerle Cumhurbaşkanı güçlendiriliyor ve halka karşı güçlendiriliyor. Burada halkı koruyan tek bir madde bulamazsınız, gösteremezsiniz. Şimdi, 1961 Anayasası'yla sorunu var, 1961 Anayasası'yla sorunlu. Anayasacılık tarihimizi 1961'den alıyor yani atıf var ama Türkiye'nin yüz kırk yıllık anayasacılık geçmişini görmezden geliyor ama asıl derdi 1961 Anayasası'yla, o çok belli.

Bir de daha garip bir şey var, bu cümleyi nasıl yerleştirdiniz, kim yerleştirdi? Ne olur, çıksın birisi, bir açıklama yapsın. Bir 15 Temmuz güzellemesi var. Ben şimdi "Suistimal ediyor." dersiniz diye yani cidden teknik konuşmaya çalışıyorum, o yüzden 15 Temmuza hiç girmeyeceğim ama isterseniz girerim saatlerce ama girmeyelim, bence girmeyelim. Ama 15 Temmuza bakın arkadaşlar, diyor ki, ya şu cümleyi takdirinize sunuyorum: "Türkiye'nin hükûmet sistemini millete ve onun iradesine güveni esas alan bir şekilde düzenlemek sadece demokrasi ve hukukun gereği değil, aynı zamanda milletimizin canı pahasına ortaya koyduğu bir talep hâline gelmiştir." Bunu 15 Temmuz paragrafında söylüyor.

Değerli arkadaşlar, ben oradaydım. Jetler uçuşurken biz Sayın Genel Başkanımızla temas kurduk, Meclisin açık tutulması gerektiğini düşündük. Sayın Meclis Başkanının Meclisi açtığını dahi bilmiyorduk. Araçlarımızla gittik, hatta giremeyiz diye haberler geldi, polisler çatışma var diye giremeyiz diye... Üç dört araba olduk milletvekili arkadaşlarımla.

UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Meclis Başkanı açmadan girdik.

MURAT EMİR (Ankara) - Evet, evet. Ayrancı'nın caddesine bıraktık ve biz oraya girdik. İnanın, biz oraya giderken biz oraya millî iradeye, demokrasiye, Meclisimize sahip çıkalım diye gittik. Birileri gitti diye gitmedik. Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Bunu nasıl söylersiniz, bu nasıl bir anlam saptırmadır, bu nereye yaranma çabasıdır? Ya, şu cümleyi en azından çıkarın, böyle bir saçmalık olmaz arkadaşlar. Burada 15 Temmuz başka bir şeydi, başkanlıkla getireceğiniz bambaşka bir şey. İkisi arasında uzak yakın ilgi yok. Hatta Sayın Başbakan defaatle açıkladı "15 Temmuzdan sonra parlamenter sisteme bağlıyız." dedi. Bunu da mı çıkaracaksınız tutanaklardan? Dolayısıyla, bu saçmalığı hepinizin takdirine sunuyorum. Yani şu saçmalığı Türk anayasa tarihine işletmeyin lütfen. Tutanaklara girdi, bari anayasa tarihine girmesin. Siz tarihçisiniz Sayın Başkan, bunu yapmayın, buna hakkınız yok.

Şimdi, burada tabii bir şey de var, deniyor ki: "Parlamenter sistem ve gelen anayasalar milletimizin derdini çözmeye yetmedi." Peki. "İstikrarsızlık kaynağı oldu." Peki. Türkiye'nin ağır sorunları var. Bu soru size çok soruldu, daha çok sorulacak. Hangi yetkiniz yok Türkiye'yi terörden arındırmak için. Türkiye'yi FETÖ'den temizlemek için hangi yetkiniz yok? Veya tersinden soralım: Zaten sizin 2010'da verdiğiniz sınırsız yetkiler -Sayın Bakan bunu siz de yaptınız- sizin yüksek yargıya FETÖ'cüleri yerleştirmenize sebep olmadı mı? Burada sorun, yetkiyi toplamak, yetkiyi tekleştirmek, yetkiyi tartıştırmamak, demokratik süreçleri dışlamak değil midir? "Hayır, bunlar olmasın, biz tekrar tek adama verelim, o bizi kurtaracak." Nereden biliyoruz? Sonra, bugünkü tek adamı yani kafanızdaki tek adamı çok beğeniyorsunuz, olabilir. Ben hiç beğenmiyorum ama siz beğeniyor olabilirsiniz. Ama ondan sonra geleceklerin ne olacağını biliyor musunuz? Birazdan konuşacağız, Cumhurbaşkanı yardımcıları var. Bakın, Türkiye korkunç kaotik bir sürece götürülüyor yani bu öyle bir şey ki, elinizden kaydıktan sonra bir daha alamazsınız; bu cıva gibidir, çıktıktan sonra gider. Yargıyla oynamanın ne hâle getirdiğini en iyi siz biliyorsunuz, siz yaşadınız ve bizi dinlememenin bedelini tüm Türkiye'ye ödettiniz, bize de ödettiniz. Gerçi, şu ara FETÖ'cülük suçlamasında bizden önde gidiyorsunuz ama neyse.

Değerli arkadaşlar, siyasal istikrar tutkusu görüyorum ben bu gerekçede. Varsa yoksa istikrar, tamam, çok güzel, istikrar olsun. İstikrar zaten var, Hükûmet istikrarı. Hükûmet istikrarı zaten var on dört yıldır. Zaten, sizin deyiminizle, millet size veriyor, siz de sen çal sen oyna. Anayasa yok, yargı yok, yasama zaten yürütmeye bağlı, Anayasa'yı ister tanı ister tanıma, kendine göre hâkim, kendine göre savcı ata, basını sustur, üniversiteyi sustur, meslek odalarını sustur, sendikaları sustur, sonra, siyasal istikrar diyorsunuz buna. Değerli arkadaşlar, Hükûmet istikrarıdır bunun adı. Siz istikrarlısınız, Allah var, on dört yıldır iktidarsınız ama Türkiye'de siyasal istikrar yok. siyasal istikrarın koşulları -hep söylüyoruz- çoğunlukçuluk, demokrasi, Anayasa, hukukla bağlılık ve demokrasinin temel olmazsa olmaz kurum ve kurallarının yerleştirilmesidir, çok sesliliktir. E, bu yokken siz hâlâ Hükûmet istikrarı peşindesiniz; o hâlde siz yüzde 50'nizin farkında değilsiniz, 317'nizin farkında değilsiniz siz hâlâ Hükûmet istikrarı arıyorsanız.

Efendim, neymiş? Biz o kadar alicenabız ki, çok güçlüyken yapıyoruz bunu. Hiç de güçlü değilsiniz, güçlü olan Hükûmet bunu yapar mı? Güçlü olan Hükûmet Cumhurbaşkanına bu kadar yetki verir mi? Çok son derece zayıfsınız. Maalesef, bu dönem Parlamento Türkiye'de hiç bu kadar zayıf olmamıştır. Bu anlamda da güçsüzlüğün çok açık bir örneğini veriyorsunuz Sayın Başkan.

ORHAN DELİGÖZ (Erzurum) - Geleceği düşünüyoruz, geleceği.

MURAT EMİR (Ankara) - Değerli arkadaşlar, gerekçeyle ilgili şeyden sonra şimdi bu temel hükümlerle ilgili birkaç şey daha söylemek isterim. Her anayasa kendini korur, bu konu da bence önemli, not almanızda fayda var. Her anayasa kendini korur. Her kurucu iktidar kendini korur. Her devletin kurucu değerleri vardır.

Şimdi, bize deniyor ki: "Ya, bu ilk 4 maddeyi bu 12 Eylülcüler yazdı, dolayısıyla, bu ilk 4 maddeye çok takılmayın." Değerli arkadaşlar, biz, bir defa, asli kurucu iktidar değiliz. Yani asli kurucu iktidar olmanın gerekleri: Siyasal sistem, ülke bir kesintiye uğrayacak ve onun ötesinde bir anayasa yapacaksınız. Dolayısıyla, biz, asli kurucu iktidar değiliz. Şimdi, asli kurucu iktidar nasıl olunur? Asli kurucu iktidar olmak için, arkadaşlar, önce Mustafa Kemal olmanız lazım. Önce Kurtuluş Savaşı vereceksiniz. Öyle, 15 Temmuzda nereden nereye haber verdiğiniz belli olmadan, 15 Temmuzun haberini nereden aldığınız belli olmadan millete "Çıkın sokağa." demekle Mustafa Kemal olunmaz.

Şimdi, kurucu değerler arkadaşlar, 12 Eylülcüler yazmadı. Diyor ya: "Tankla, tüfekle yazılan Anayasa." Kurucu değerleri 1961'i yapanlar da yazmadı. Kurucu değerler 1920'de yazıldı, kanla yazıldı ve kurucu değerler, bu nedenle, sizin değiştiremeyeceğiniz değerler.

Şimdi, Federal Almanya Anayasası'nın 1'inci ve 20'nci maddeleri arasındaki maddeler değiştirilemez. İtalyan Anayasası'nın cumhuriyet niteliği değiştirilemez. Amerika Birleşik Devletleri'nde federasyonlarda anayasa değişikliklerinin nasıl olacağına dönük anayasa maddeleri değiştirilemez. Bunlar, bütün çağdaş anayasalarda vardır, olmak zorundadır. Kurucu değerlere bağlılıktan gelir. Ha, siz dersiniz ki: "Biz, bu kurucu değerlerle bağlı değiliz." Fikirdir, ama onu önce MHP'ye anlatırsınız sonra gelir millete anlatırsınız. Yani "Türkiye'de rejim değişikliği 1923'te kapanmıştır." diyerek bu sorumluluktan kurtulamazsınız. Eğer, 1923'te bu rejim tartışması bittiyse ve siz cumhuriyete bağlıysanız, cumhuriyet ne demek, millî egemenlik ne demek, millî irade nerede tecelli eder, Meclis ne demek, yasamanın tekelliği ne demek, bunu çok iyi bileceksiniz ve bunu da bu teklifin içine kaydedeceksiniz. Başka türlü bu rejim tartışmalarından kurtulma olanağınız yok değerli arkadaşlar.

Bu bir rejim değişikliğidir, evet, otoriter ve totaliter bir diktatörlüğün taşlarını döşüyorsunuz, bir zemin hazırlıyorsunuz. Bakın, bu bir başkanlık rejimi değil arkadaşlar. Şimdi, Sayın Şentop'un konuşmasından bazı alıntılar da yapacağım. Bu bir başkanlık rejimi değil. Başkanlık rejiminin en temel özelliği kuvvetler ayrılığıdır, yani üç kuvvet birbiriyle ayrı olacak, hiçbir ilişkisi olmayacak. Hâlbuki, burada, bütün kuvvetleri bir kişiye bağlıyoruz. Yani, başkanlık sistemini başkanlık sistemi yapan, başkanın millet tarafından seçilmiş olması değildir, çünkü buna benzer tutanaklarda sözleri var Sayın Başkanın ve diyor ki: "Millet seçtikten sonra biz de mecburen o yola girdik, şimdi de bunun doğal bir sonucunu üretiyoruz." MHP'ye de böyle anlatıyorlar. Oysaki, başkanlık sisteminin temel noktası kuvvetlerin mutlak ayrılığıdır. Burada ise kuvvetler birleştiriliyor ve diktatörlüğün önü açılıyor. Bakın, şöyle söyleyeyim: Başkanlık sistemleri, başkanın dengelendiği ve denetlendiği rejimlerdir. Burada başkanın denetlendiği ve dengelendiği hiçbir düzenleme yoktur, hiçbir düzenleme yoktur, dikkatinize sunuyorum. Başkanı göstermelik, Mecliste, en nihayetinde üçte 2 çoğunluk bulursan eğer soruşturma açıyorsun, Yüce Divana gönderiyorsun, ama zaten başkana aynı zamanda soruşturma açılma olanağına karşı soruşturma açabilecek Meclisi fesih yetkisi vermişsin. Bir defa başkanlık sistemini başkanlık sistemi yapan şey fesih yetkisinin olmamasıdır, kuvvetler ayrılığıdır. Burada fesih yetkisi vererek zaten bunu başkanlık sisteminden kaldırmış, çıkarmış oluyorsunuz. Efendim, bunun karşılığı Meclise de verdik, verdiniz ama Meclise verdiğiniz aynı şey değil ki. Birincisi beşte 3 çoğunluk ihtiyacı var. İkincisi, Meclis iradesi yeknesak bir irade değildir. Meclis iradesi bir toplamın sonucudur. Dolayısıyla, Meclisin beşte 3 çoğunlukla böyle bir karar alabilmesi neredeyse imkânsızdır. Hele hele, siyasi parti lideri olan ve sizin de hiç virgülüne dokunmadığınız ve tepe tepe kullandığınız Siyasi Partiler Yasası dolayısıyla siyasi parti lideri Meclisi istediği gibi döşeyecektir, istediği gibi dizayn edecektir. Bir de üstüne üstlük aynı zamanda yapıyorsunuz. Yani, taraflı, parti lideri Cumhurbaşkanı seçime giriyor, seçime girerken milletvekili listelerini kendisi yazıyor. Bir şekilde eğer Cumhurbaşkanı oluyorsa, muhtemeldir ki zaten siz de diyorsunuz: "İstikrarı amaçlıyoruz." O sırada Meclis çoğunluğu da o milletvekillerinden oluşuyor, sonra dönüyorsunuz, diyorsunuz ki: "Ya, o da feshedebilir. Nasıl? Beşte 3 çoğunluğu alır, fesheder." Ya, buna da inanmamızı bekliyorsunuz. Arkadaşlar, bu gülünçlüğü bu Meclis hak etmiyor, ciddi olalım. Bunun olamayacağı çok ortada. Bunun adı, "Ben başkana fesih yetkisi verdim." Tamam, ver; ver ama biz de bunun adı "faşizm" deriz olur, biter; biz buna "cumhuriyet" demeyiz olur, biter. Bu anlam kargaşalarını, bu örtmeyi, gizlemeyi artık bırakmanız gerekiyor.

Değerli arkadaşlar, bunun ötesinde, hukuk devletini yok ediyorsunuz. Yani, biliyorsunuz bizim Anayasa'mıza göre idare her türlü eylem ve işleminden sorumludur, Anayasa'dan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaz. Oysa, burada, "anayasacılık" görüntüsü altında hiçbir meşruiyeti olmayan ve hem hukuk devletimizi hem cumhuriyetimiz yok edecek yetkileri bir kişiye veriyorsunuz ve o kişiyi de anayasal ve yargısal denetimin dışına taşıyorsunuz.

Şimdi, Danıştay zaten var diyorsunuz, ama Danıştayın da nasıl yapılandığına baktığımız zaman, Danıştay yargısının da birebir yürütmeye bağlı olduğunu, dolayısıyla da burada hukuk devletinin tüketildiğini gözlerinizin önüne sermek isterim değerli arkadaşlar.

Şimdi, biraz hızlanmak adına şöyle bakıyorum notlarıma, biraz hızlanacağım Sayın Başkan, sabrınız için teşekkür ederim, çünkü benim daha sonra da konuşma şansım var.

Şimdi, denetleme yok. Yani her zaman söylediniz, çoğunlukçuluktan kaynaklanan. Ya, millet denetliyor ya, millet bize verdi yüzde 50'yi seçti, e, beş yıl beklesin mi? Beş yıl bir kenarda mı beklesin? Ya, demokrasi, arkadaşlar, bu mudur? Bir oy verilir, beş yıl beklenir, beş yıl sonra bir daha sandığa gidilir. Buna demokrasi diyebilir misiniz? "Ara seçimi kaldırdık." diye övgü diziyorsunuz, oysaki ara seçimin kalkmış olması aslında denetleme mekanizmasının bitirilmiş olması.

Şimdi, yasama güçsüzleştiriliyor, yedek milletvekilliği var mesela. Hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Ben şöyle düşünüyorum: Şimdi, Cumhurbaşkanı seçime girecek, seçime girerken, İngilizler buna "ministrable" derler, böyle bakan yapabileceği bakan namzeti kişileri milletvekili adayı listesinde göstermek ister, ama onları da çekip almak ister hükûmete. Bu oluyorken böyle bir şeye girmeyelim, sıkıntıya girmeyelim. Meclis çoğunluğumuz sıkıntıya girmesin diye düşünülmüş.

Sayın Bakan bize bunu anlatırken dedi ki: "Bakın, eskiden koalisyonlar vardı, transferler vardı. Bunu da kaldırıyoruz." Sayın Bakan, bu yedek milletvekili olunca bu hava paraları, adam kayırmalar, olası bir şekilde adaylığını düşürmeleri gündeme gelmeyecek mi? Gelmeyecek mi? Gelmeyeceğini kim iddia edebilir? Dolayısıyla, bakın, bu bile aslında sorun.

Şimdi, en büyük algı saptırmalarından birisi, "Efendim, biz, şimdi, hükûmet istikrarımız var ama bir koalisyon olursa hafazanallah Türkiye çok sıkıntıya girer, o yüzden başkanlık yapalım." Niye? "Çünkü Başkanlıkta koalisyon yok." Yalanın en büyüğü, yalanın en büyüğü bu arkadaşlar. Başkanlık sistemleri -bir sürü çalışma var- dünyada koalisyonla yönetilme başkanlık sistemlerinde parlamenter sisteme göre 2 kat fazla, 2 kat fazla. Yani sistemin başkanlık olması koalisyonları bitirmiyor, artırıyor. Dolayısıyla, başkanlık olunca bu bitecek diye düşünemeyiz.

Bir önemli noktaya daha değinip sabrınızı zorlamadan kalan süremi daha sonra kullanmak üzere sözü Sayın Başkana devredeceğim.

Önemli bir konu daha var Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; bu konuyu dikkatinize sunmayı bir vatan görevi sayıyorum. Özellikle, MHP'li arkadaşlarımızın bu konuyu ayrıntıyla, dikkatle dinlemelerinde fayda var.

Şimdi, Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcısı atıyor ve bakanlar atıyor. Bu atamaların hiçbir onaya tabi durumu yok. Yani zaten yüksek yargıya atadığı da, yüksek bürokrat atadığı da hiçbir yerden görüş almasına, onaya falan ihtiyacı yok, tamam, büyük bir kadirimutlak bir kişi yaratıyorsunuz. Bununla da bitmiyor arkadaşlar. Şimdi, Cumhurbaşkanı seçilme yeterliliği belli, diyor ki -Amerikan Anayasası'ndan ala ala bir tek bunu alabilmişler- "Doğuştan Türk olma." Amerikan Anayasası'nda var ama o Anayasa 1787'de yazıldı, onu da hatırlatmakta fayda var. Zaten, değiştireceksiniz herhâlde.

Şimdi "Doğuştan Türk olacak, milletvekili seçilme yeterliliğini haiz olacak." diyor, güzel, peki. Cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların dokunulmazlığına, soruşturmasına dönük olarak bakıyoruz, milletvekili dokunulmazlığı veriyoruz, o da iyi. Diyor ki: "Yürütmeye alıyorum ben bunları, o yüzden bunlar aynı milletvekili gibi dokunulmaz olsunlar." Peki, o zaman cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakan olmak için herhangi bir kriter konmamış olmasını bir bilmemezlik, bir boşluk olarak mı değerlendireceğiz? Asla. Yani, cumhurbaşkanında milletvekili seçilme yeterliliğini arıyorsun. "Sen bakansın." dediğin adama "Sen artık milletvekili kadar da dokunulmazsın." diyorsun, demek ki aklına geliyor bunlar. Peki, bakan atayacağın adama niye, sen milletvekili seçilme yeterliliğini haiz ol demiyorsun? Derdin ne, amacın ne, neyi planlıyorsun? Amaç ne burada?

Değerli arkadaşlar, amaç çok açıktır, Kandil'den bakan atanacak burada. Evet, güleceksiniz. Tabii ben gülünç olayım, tamam, burada bu genç milletvekili gülünç olsun arkadaşlar. Siz oraya onu koyun, "Milletvekili seçilme yeterliliği olmayan cumhurbaşkanı yardımcısı, bakan olamaz." deyin, ben gülünç olayım ama bunu yazmadığınız sürece ben size güleceğim çünkü bilinçli boşluk bu. Bakın uyarıyorum sizi, orada bir boşluk var. Cumhurbaşkanı dokunulmazlık dağıtıyor. Ben dokunulmazım. Artık onu da kaldırdınız da ben dokunulmazım. Ben dokunulmazlığı kimden aldım? Milletimden aldım. Niye dokunulmazım? Çünkü millî iradeyi temsil ediyorum. Millî iradeyi temsil ettiğim için, millet adına konuştuğum için dokunulmazım. Dokunulmazlık bana değil, beni seçenlere verilmiş bir imtiyazdır ama şimdi, cumhurbaşkanının seçtiği niye dokunulmaz oluyor arkadaşlar? "Milletvekili seçilme yeterliliği" Anayasa 76, bakın. Öyle okuma yazma önemli değil. Diyor ki: "Taksirli suçlar ayrı olmak üzere bir yıldan fazla hüküm giymemiş olmak, terörle ilişkili suçları işlememiş olmak." Siz eğer Kandil'den bakan atamayacaksanız günün birinde, onu elinizde tutmak istemiyorsanız, o bölgesel yönetimler falan, daha fazla uzatmayayım, bunları kullanmayacaksanız, bu yetkileri kullanmayacaksanız bu yetkiyi bir kişiye niye veriyorsunuz Sayın Bakan? Bunun bir gerekçesi olmalı. MHP tabanı bunu merak ediyor. Bunlar sorulacak. Bölgesel yönetimler, bölgesel yönetimlerin bütçe yapma yetkisini yine Cumhurbaşkanına veriyoruz.

Değerli arkadaşlar, buradan baktığınız zaman, bu taslak daha çok konuşulmaya ihtiyacı olan bir taslaktır. Ben sizlerin de bu ülkeye bu kötülüğü yapmayacağınızı, bu Anayasa'yı yürekten, candan, vicdanınızla, kulağınızla ve aklınızla değerlendireceğinizi ve Sayın Başkanın da burada sağlıklı bir tartışma ortamı yaratacağını umuyorum, istiyorum, talep ediyorum. Bu nedenle de konuşma hakkımı, daha fazla uzatmadan, iyi niyet kuralları içerisinde bitirmek istiyorum. Bundan sonraki konuşmalarda da buna yakın haklar kullanacağımızı ve daha kayda geçireceğimiz çok şeyimiz olduğunu ifade etmek istiyorum.

Teşekkür ederim.