KOMİSYON KONUŞMASI

MURAT EMİR (Ankara) - Sayın Başkan, öncelikle son sözünüzü eleştirerek başlayacağım. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir. Biz burada İç Tüzük'ten kaynaklanan, millî iradeyi temsil etmekten kaynaklanan anayasal ve siyasal haklarımızı kullanıyoruz. Dolayısıyla, sizin, bizim burada konuşmamızı bir lütuf gibi görmeniz ve bana söz vermiş olmayı bir iyi niyet gibi görmeniz ve göstermeye çalışmanız baştan sona bir saptırmaca.

Ayrıca, bana şu anda söz verdiğiniz için ayrıca teşekkür ederim çünkü birkaç saat sonra verseydiniz muhtemelen konuşamayacak hâle gelmiş olacaktım. Öncelikle, dinleyici sayın milletvekillerinden ve salondakilerden sesim için özür dilerim.

Değerli arkadaşlar, öncelikle, ben burada en azından belirli bir seviyede entelektüel bir tartışma yürütmeye gayret ediyorum. Dün de çoğunlukçuluk ve çoğulculuk üzerine bir tartışmaya kısa da olsa girme fırsatı buldum ama bunu anlamamakta direndiğinizi görüyorum maalesef bir kısmınızın. Değerli arkadaşlar, çoğunlukçuluk iki yüz yıl önce terk edildi, haberiniz olsun. Elbette ki millî irade başımızın üstündedir, elbette ki milletimizin vereceği oylar biz Parlamentoda siyaset yapıyorsak yani demokratik kanalları siyaset aracı olarak görüyorsak elbette ki bunlarla bağlıyız ancak demokrasinin, hukuk devletinin belirli kurum ve kurallarla sınırlandığını da görmek, bilmek ve anlamak zorundasınız; ifade edilmeye çalışılan sadece budur.

Değerli arkadaşlar, ben geneli hakkında söz istedim "Sonra konuşursun." dediler. Sonra 1'inci maddede söz istedim "Sonra konuşursun." dediler. Usul hakkında bir söz alabildim, usul hakkında konuştum. 2'nci maddede konuşacak fırsat olmadı, Sayın Başkan alelacele yeterlilik önergesi verdi. 3'üncü maddenin nasıl geçtiğini Mithat Hoca anlattı. 4'üncü maddede söz alabildim. Şimdi neyi konuşacağımı düşünüyorum. İzin verirseniz ben 2, 3 ve 4'le ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşayım, aslında 3'ü de birbiriyle örtüşüyor. Birinde "550 milletvekili 600 olacak." diyorsunuz, ben de diyorum ki: Siz Meclisi boşalttıktan sonra, içini boşalttıktan sonra 550 olsa ne olacak, 600 olsa ne olacak? "18 yaşındakiler milletvekili olacak." diyorsunuz, bütün yetkilerini aldıktan sonra 18 yaşındakiler milletvekili olsa ne olacak? Üstelik, siz 18 yaşındaki çocuklara ne veriyorsunuz? Bakın, çocuklarını koruyamayan, çocuklarının eğitimini tarikatlara bırakmış, yurtlara bırakmış, çağdaş eğitim seviyesinin çok uzağında eğitim veren, PISA skorlamasında çuvallamış, mesleki eğitimi, yüksek eğitimi, akademiyi bir kenara bırakmış ve dünyada okuduğunu anlamada maalesef 50'nci sıralara gelmiş bir Türkiye'yi konuşuyoruz ve bu arada "18 yaşındakiler milletvekili olsun mu olmasın mı?" Bu tartışmayı bile ben zül sayıyorum arkadaşlar. Bu tartışma, bu taslaktaki bize göre kabul edilemeyecek, cumhuriyetimizi yok eden, demokrasimizi yok eden maddelerin, uygulamaların üstünü örtmeye dönük bir çabadır. Dolayısıyla, bu madde üzerinde daha fazla konuşmanın gerekli olduğunu düşünmüyorum.

"Beş yılda bir aynı günde yapacağız." diyorsunuz, bu konu önemli arkadaşlar. Niye? Başkanlık sistemi getirdiğinizi iddia ediyorsunuz. Başkanlık sistemini, başkanlık sistemi yapan şey neydi? Kuvvetler ayrılığıydı yani yasama, yürütme ve yargı onun dışında olacaktı. Şimdi, yargıya hiç girmiyorum -inşallah ileride konuşma fırsatım olur- çünkü yargı zaten bağımsız değil, zaten bu teklifle tamamen Cumhurbaşkanına bağlanıyor ve dolayısıyla da yargı zaten bağlı. Onun ötesinde, seçimlerin aynı anda yapılmasının iki temel sakıncası var.

Birincisi: Aynı anda yapıldığı zaman, her zamanki gibi tehditle, şantajla ve korkutmayla insanlarımıza "istikrar" diyeceksiniz, "İstikrar olsun istiyorsan Cumhurbaşkanlığına kimi seçiyorsan onun partisine de oy ver." diyeceksiniz; bunu siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Dolayısıyla, asıl yapılmak istenenin Cumhurbaşkanı rahat etsin, yasama Cumhurbaşkanının ayağına bağ olmasın anlayışıyla getirilen bir düzenleme olduğunu görüyoruz.

İkinci sakıncası: Demokrasi dışı bir uygulamadır arkadaşlar. Siyasal denetim araçlarını yok etmiş oluyorsunuz. Bakın, Cumhurbaşkanlığı... Daha fırsat bulursak konuşacağız. Şimdi, Sayın Başkan "Yirmi dakika var, aranızda paylaşın. Ben mümkün olduğu kadar milletvekilleri konuşsun istiyorum." diyordu. Ben onun iyi niyetli olduğunu düşünüyorum.

BAŞKAN - Sayın Emir, yediye kadar -saat de söylemeyeyim- yemek arasına kadar vakit sizin.

Buyurun.

MURAT EMİR (Ankara) - Tamam, devam ederim, sağ olun, teşekkür ederim.

Şimdi, ben sizin iyi niyetli olduğunuzu düşünüyorum, biliyorum ama siz de takdir edersiniz ki eğer biz milletvekillerinin hepsi bir ölçüde konuşsun istiyorsak... Özellikle suistimal edilmediğini siz de görüyorsunuz; biz burada iyi niyetle konuşuyoruz, konunun dışına çıkmıyoruz ve anlaşılsın diye konuşuyoruz. Böyle bir durumda sizin zamanı uzatmak yerine yani perşembe bitirmeyelim, cuma bitirmeyelim, gerekiyorsa yılbaşı gecesi çalışalım; bu ülkenin insanlarına, enflasyon altında, ekonomik kriz altında, terör altında, şiddet altında inim inim inleyen insanlara Türkiye Büyük Millet Meclisinden bir mesaj verelim, "Meclisiniz sizin sorunlarınızla ilgileniyor, sizin sorunlarınızı tartışıyor, siz ailelerinizle beraberken Meclisiniz sizin için çalışmayı tercih etti." mesajını verelim diyoruz ama siz süreyi sınırlamışsınız, aklınıza gelen ilk çözüm "Milletvekilleri yirmi dakikayı aralarında paylaşsınlar." Siz babanızın bağından bostan mı bize bağışlıyorsunuz Sayın Başkan? Biz burada haklarımızı kullanıyoruz.

Şimdi, niye önemli bu milletvekillerinin konuşamaması? Burada milletvekilleri konuşamadığı zaman, Genel Kurulda, komisyonlarda aslında siyasal denetim olmamış oluyor. Sizin siyasal denetimden hazzetmediğinizi bu getirdiğiniz düzenlemeden de anlıyoruz. Millet oy verecek -hani millî iradeye saygılısınız ya- beş yıl bekleyecek, ondan sonra bir beş yıl sonra bir daha gelip bir daha oy verecek. Tabii, burada milletin algısının nasıl yönlendirileceğini medya aygıtıyla, Goebbels'den öğrendiğiniz propaganda yöntemleriyle nasıl yönlendirileceğini birazdan konuşuruz.

BAŞKAN - Arkadaşlar, salonda bir uğultu var. Lütfen uğultuyu keselim.

MURAT EMİR (Ankara) - Dolayısıyla, millete gidip "Sen beş yıl yerinde bekle, bizim sana soracak fazla bir şeyimiz yok." dedikten sonra millî iradeye saygıdan bahsedilmesi mümkün değil. Bu nedenle değerli arkadaşlar, bu 4'üncü madde de son derece tehlikeli hükümler içeriyor.

Şimdi "Meclis ne yapacak?" sorusunu sormamız lazım arkadaşlar. Eğer sizin bu yasa teklifiniz bu Komisyondan geçerse veya yaşama geçme olanağı bulursa -ki hiç ummuyorum ama bu olanak olursa- bu yüce Meclisin ne yapacağını sormak gerekir. Bana göre yüce Meclis hiçbir şey yapamayacak ondan sonra. Peki, soruyu tersten sorsak: "Neler yapamayacak?" Yani, burada biz, siz darbe yapıyorsunuz derken neyi kastediyoruz, Meclisin hangi yetkilerini kısıyorsunuz, bunları kısaca sizlere arz etmek isterim.

Bir defa, fesih yetkisi altında bir meclis. Bakın, kuvvetler ayrılığının en temel göstergesi, kuvvetlerin birbiriyle ilişkisizliğidir yani çalışırlar, ülkeyi yönetirler, görev alanları anayasal düzende belirlenmiştir ama birbirlerine bağlı değildirler. Dolayısıyla, başkanlık sistemini, başkanlık sistemi yapan en temel şey, başkanın Meclise hiçbir şekilde müdahale edememesidir. Birazdan kararnameler konusuna da geleceğim. Şimdi, Meclise müdahalenin en belirgin biçimi fesih yetkisidir. Değerli arkadaşlar, demokratik hiçbir başkanlık sisteminde fesih yetkisi yoktur. Fesih tehdidi altında çalışan bir meclisin yüce bir meclis olacağı ve o meclisin o ülkenin yasama görevini yerine getireceğinden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, bu anlamda, fesih yetkisi ancak diktatörlere verilmiş bir yetkidir ve mutlaka ve mutlaka bu anlamdaki bu değişikliğin yaşama geçirilmemesi gerekiyor ve biz de bu cephede, bu mücadeleyi, bu anlamda veriyoruz ve vermeye devam edeceğiz. Peki, nasıl bir meclis? Lider sultası altında bir meclis. Bakın, "millî irade" diyorsunuz, "Bizi millet seçti." diyorsunuz ama siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz, millet de biliyor ki sizi millî irade seçmedi. Ciddi bir şey söylüyorum arkadaşlar, hiç uğultu bile çıkmıyor. Millî irade seçmedi, lider idaresi seçti.

Bakın, bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak Siyasi Partiler Kanunu'ndan kaynaklanan hakları ve yetkileri liderlerimiz olabilecek en demokratik bir şekilde kullanıyor yasal sınırlar içerisinde. Ancak ne MHP'de ne AKP'de bunun olmadığını hepimiz biliyoruz. Lider sultası şu açıdan önemli: Sizin partinizde parti içi demokrasi olmuş mu, olmamış mı, ben bu konuyla çok da fazla ilgili değilim ancak böyle bir değişiklik geçerse yani sizi seçen irade veya çoğunluk gücünü seçen irade aynı zamanda böylesine yetkilere haiz olursa, işte o zaman yasama, yasama olmaktan çıkar arkadaşlar. Dolayısıyla, siyasi partilerin yasası değişmeden yapılacak böylesine bir değişme ancak ve ancak diktatörlüğün önünü açar.

Bunun ötesinde, değerli arkadaşlar, yedek vekillik meselesi var. Bu yedek vekillik meselesi de yine Meclis üzerindeki vesayetin açık bir göstergesidir. Milletvekilleri bir yandan siyasi ikballerini borçlu oldukları, bir yandan eğer siyasete devam etmek istiyorlarsa siyasi ikballerini de borçlu olacakları o Meclis çoğunluğunu seçen o seçilmiş Cumhurbaşkanına bakarken bir taraftan da yedek kulübesine bakacaklar. Yedek kulübesinde neler oluyor, kimler var, kimler yok? O zaman milletvekilleri iyice iradelerini teslim etmiş olacaklar.

Değerli arkadaşlar, Sayın Elitaş dün bize göre gülünç açıklamalar yaptı. Dedi ki: "Serbest bırakılırsa CHP'lilerden de bu teklife 'evet' diyecekler olacağını biliyorum." Eğer samimiyse, eğer ciddiyse, eğer bu Meclisin ciddiyetine uygun konuşma yapıyorsa Genel Kurulda göreceğiz, kendisini kapalı oy vermek konusunda göreve davet ediyoruz. Kendisi Grup Başkan Vekilidir, orada açık oylama olmaması için Anayasa'nın gerektirdiği, İç Tüzük'ün gerektirdiği, kapalı oy olması için ne gerekiyorsa yapılması önce Elitaş'a düşer, biz yapacağız ama Elitaş'a da düşer çünkü biz biliyoruz ki, görüyoruz ki irade artık serbest değildir, irade Saray'a bağlıdır. Saray istediği için acele ediyorsunuz, Saray istediği için sözümüzü kısıyorsunuz, Saray istediği için bizi konuşturmuyorsunuz ve Saray istediği için de kafanızdaki tarih ne ise o tarihe bu değişikliği yetiştirmeye çalışıyorsunuz.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin nasıl küçültüldüğünü, nasıl işlevsizleştirildiğini ve yasama Meclisimizin nasıl değersizleştirildiğini anlatıyordum, bunlardan birisi de Cumhurbaşkanlığı kararnameleri. Bakın, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri aslında işlevsel olarak baktığınız zaman, Meclisin yasama tekelinin yani Anayasa'nın 7'nci maddesinden kaynaklanan yasama tekelinin Cumhurbaşkanına devredilmesidir. Cumhurbaşkanı istemediği konudaki yasayı veto edecektir ve onun ötesinde de kararnameyle istediği alanı düzenleyecektir. Peki, orada salt çoğunlukla, veto edilmiş kanunu Meclis gönderebilir mi? Elbette gönderemez, elbette gerçekçi değil çünkü biraz önce anlattığım, Meclisin oluşumunun liderler sultası dolayısıyla seçilmiş Cumhurbaşkanına çoğunluğu vereceği, aynı anda seçim yapılması dolayısıyla da çok açık, seçik ortada. Yani, sistemi her yönünden tıkıyorsunuz, bir yerde küçücük bir sızıntı olsa orayı bile tıkayıp Cumhurbaşkanının yetkilerini artırıyorsunuz, artırıyorsunuz, artırıyorsunuz. Hiçbir denge, denetleme mekanizması yok ama sadece Cumhurbaşkanının güçlendirilmesi var ve bu gücün de büyük bir bölümünü yasama Meclisine karşı yani bize karşı alıyor. Biz burada hassas bir Stockholm sendromu içerisindeyiz yani bizi yok edecek, bizi işlevsizleştirecek, bizi değersizleştirecek, bizi tamamen anayasal düzenin dışında sembolik bir noktaya itecek bir Anayasa değişikliğini yapıyoruz ve bütün yetkilerimizi bir kişiye devrediyoruz. Dün ısrarla anlattım; biz millî iradeyiz, biz millî iradeyi temsil ediyoruz, millî iradenin temsil edildiği yer Türkiye Büyük Millet Meclisidir, bu devredilemez ancak biz bunu bir seçilmişe devrediyoruz. Seçilmişin yetkilerini nasıl kullanacağını ise Sayın Başkan lütfederse önümüzdeki günlerde ayrıca konuşacağız.

Şimdi, bütçe hakkı alınmış bir Mecliste 18 yaşında milletvekili olsa ne olacak, olmasa ne olacak veya bütçe hakkı alınmış bir Mecliste 550 değil de 600 milletvekili olsa ne olacak, olmasa ne olacak? Değerli arkadaşlar, bütçe Parlamentonun özüdür. Bakın, ta 17'nci yüzyıldan gelir, "bütçe" kelimesinin özü "budget"tan gelir İngilizce, Maliye Bakanının çantası anlamındadır. Bizim "westminster modeli" dediğimiz, "parlamenter düzen" dediğimiz konunun özü aslında bütçe yapma hakkıdır. Parlamentoyu parlamento yapan bütçe yapma hakkıdır. Ne yapıyorsunuz? "Bütçe yapılmayıversin..." Geçmezse ne olacak? E, tabii, bu kadar güçlü, kudretli Cumhurbaşkanı bekleyecek değil ya, yeniden değerleme oranında artırılır, yoluna devam eder tabii Meclis onaylamazsa ama Meclisin de Cumhurbaşkanına büyük oranda bağlı olacağını biraz önce ifade etmiştim.

Değerli arkadaşlar, Anayasa'mızın 87'nci maddesinde Meclisin görevleri yazar, bunlardan biri Bakanlar Kurulunu denetlemektir, siyasi denetim. Bu siyasi denetim olmazsa olmazdır, bizim temel görevlerimizden biri. Şimdi biz bu siyasi denetimi yapamayacağız. Peki, biz bu siyasi denetimi yapamayınca hangi organ yürütmeyi denetleyecek? Hangi organı düşündünüz? Kim denetleyecek yürütmeyi? Yürütme kararnameleri dilediğince çıkardı diyelim, nasıl denetleyeceksiniz? Biz burada milletvekili olarak bir bakana ancak yazılı soru sorabiliyorsak biz burada milletvekilliği görevimizi nasıl yapmış sayacağız kendimizi? Bu maaşları gidip nasıl çekeceğiz arkadaşlar? Bakın, bu şekliyle yasalaşırsa bu Meclis anlamsızlaşıyor, bu Meclis hiçleşiyor arkadaşlar ve Meclisin yetkileri fiilen bitiriliyor. Görüntüde, görüntü Anayasa'da her ne kadar yasama Meclisinin bazı yetkileri varmış gibi olsa da gerçekte Meclisin yetkisi bitiyor. Bana sorarsanız Meclisi kapatın, bu kadar maaşa, bu kadar yolluğa, bu kadar resmî arabaya hiç ihtiyaç yok çünkü ondan sonra siz ne yapacaksınız artık? Cumhurbaşkanı ve onun atadığı Saray sekreterleriyle -onlara bakan demek de doğru değil- devam edersiniz.

Meclisin yetkilerinin nasıl daraltıldığını konuşuyoruz. Mesela, Cumhurbaşkanının yaptığı atamalar dolayısıyla, yaptığı iş ve işlemler dolayısıyla herhangi bir onaya tabi mi? Herhangi bir ataması, herhangi bir işlemi herhangi bir onaya tabi mi arkadaşlar? Bu sorunun cevabını siz sormuyor musunuz kendinize? Biz Meclis olarak hiçbir yerinde yokuz bu işlemlerin; ne yargıç atamasında varız ne üst düzey bürokrat atamasında varız ne kararname çıkartırken varız ne başka bir işleminde varız. Şimdi, diyeceksiniz ki: "Ya, işte yargısal denetim var, hatta genişlettik." Nasıl? "Eskiden bu sadece vatana ihanet suçuyla yapılıyordu, şimdi artırdık bunun şeyini." Ama, Meclis soruşturmasını öyle bir şeye bağlamışsınız ki, öyle bir noktaya getirmişsiniz ki fiilen imkânsız, söz konusu bile değil. Bir defa Cumhurbaşkanı şunu yapabilir: Ola ki ben bu dediklerimde yanıldım veya tarihsel süreç öyle bir yere getirdi ki Meclis çoğunluğu dik durdu ve Cumhurbaşkanının bir eylemini beğenmedi, bir işlemini beğenmedi ve Cumhurbaşkanı hakkında bir yolsuzluk olduğu konusunda kani oldu. Ne yapacak? Salt çoğunlukla "Meclis araştırması yapılsın." diyecek. Peki, Cumhurbaşkanı tam o sırada yani o yasal süre, otuz gün beklenmeden Meclisi feshederse ne olacak? Hadi seçime. Bakın, daha başından bitiriyorsunuz.

Değerli arkadaşlar, güvenoyu yok, gensoru yok, Meclis soruşturması imkânsıza bağlanmış, ondan sonra diyorsunuz ki: "Yüce Meclis", "Biz millî iradeyiz, biz görev yapacağız." Bu maaşları boşuna alacağız, haberiniz olsun.

Daha garibi nedir bilmiyorum. Sayın Parsak -ve Abdülhamit Bey'i göremiyorum- aslında ben bunu bilgilenmek için soruyorum, eleştiri yok, her zamanki gibi değil; eleştiririz de şimdi değil. Şu "Meclise yılda bir gelecek iç ve dış siyaset hakkında mesaj verecek." lafının anlamını ben bilmiyorum, ne demek bu? Niye ihtiyaç var? Zaten Meclise geliyor. Cumhurbaşkanı Meclise gelip Mecliste konuşursa fıkra anlatacak hâli yok, hava durumunu anlatacak hâli yok; iç politikada mesaj verecek, dış politikayla ilgili kendi görüşlerini anlatacak Cumhurbaşkanı. Bunun ötesinde ne olabilir ki zaten? Bu hangi ihtiyaçtan kaynaklandı, hangi ihtiyaç? Yani, Cumhurbaşkanı gelecek, o gün konuşacak, iç ve dış politika hakkında mesaj verecek. Yani, bunu çözümleyebilmiş değilim, nasıl, hangi mantıkla olduğunu ben oturtamadım; öğrenebilirsem de mutlu olurum.

Şimdi, değerli arkadaşlar, burada bütün bu deli gömleğini niye giydiriyorsunuz bize? Bunun temel sebebi şu: Türkiye çok ağır sorunlardan geçiyor, çok ağır bir dönemden geçiyoruz ve bu sorunları çözebilmemizin biricik, yegâne yöntemi de bütün yetkileri bir kişiye vermek. O kişi bizi kurtaracak. Niye, nereden biliyoruz bunu? E, bizim antropolojik kökenlerimizde var. Neymiş bu antropolojik kökenlerimiz? Biliyorsunuz, Türk geleneğindeki devletlerde "kut" denir ona ama onun kaynağı tanrısaldır. Tanrısal kaynağı alır, hakan veya Selçuklu hükümdarları onu kullanırlar. onlar devlet demektir ve sorgulanamaz bir iktidarları vardır. Zaten vatandaşlık kavramı da olmadığı için bir hak da söz konusu değildir. Ama insanlık orada mı? Siz hep atıf yapıyorsunuz Osmanlı geçmişine, Osmanlı geçmişinde, bakın, Batılılaşma, muasırlaşma çabaları var; lll.Selim var, ll.Ahmet var; Tanzimat var, Meşrutiyet dönemleri var; bütün bunları bir kenara bırakıyorsunuz, oradaki Osmanlı tebasından vatandaş olma sürecini, yani Batı'da krala karşı verilen vatandaş olma mücadelesini, liberalizmi ve onun Türkiye'deki yansımalarını bir kenara bırakıyorsunuz, "Binlerce yıl önce Türk hakanları zaten bunu kullanıyordu." diyorsunuz ve onun üzerinden kurmaya çalıştığınız iktidarı da bir rasyonel temele oturtmaya çalışıyorsunuz.

"Rasyonel" demişken şu da aklıma geldi, gerekçede de var, son cümlesi: "...rasyonel yöntemdir." diyor. Yani böyle "akılcı" demek yerine "rasyonel" deyince herhâlde daha böyle kültürlü, daha geniş bir dağarcığınız olduğu hissini veriyor olabilirsiniz. Bu açıdan da bence o gerekçenin düzeltilmeye ihtiyacı var. Günlük hayatta konuşabiliriz ama bir anayasa değişikliğinin gerekçesinde "rasyonel" yerine "akılcı" yazmak daha akılcı olurdu diye düşünüyorum.

Değerli arkadaşlar, niye insanlar böyle yaparlar, niye korkutulurlar, amaç nedir, niye tek kurtarıcı ararlar?

Erich Fromm var, Erich Fromm benim de bir süre yüksek lisans yapma olanağı bulduğum Heidelberg Üniversitesinde yetişmiş, önemli bir psikanalist ve temel meslekî kariyerini özgürlük, insan ve insan-iktidar ilişkileri arasında kurmuş.

BAŞKAN - Sayın Emir, sizin konuşmanızın bitmesine göre yemek arası vereceğim.

MURAT EMİR (Ankara) - Ben bitiririm beş dakikada.

BAŞKAN - İster şimdi bitirin, ister beş dakika sonra bitirin, ister on dakika sonra bitirin. Siz bitirince yemek arası vereceğim.

GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) - Yemek yemesek de olur.

ALİ ŞEKER (İstanbul) - Yemek yemek önemli değil, memleket birbirini yemesin.

MURAT EMİR (Ankara) - Sayın Başkan, inanın, ne ben ne Cumhuriyet Halk Partili hiçbir milletvekili burada söz hakkımızı kötüye kullanmadık.

BAŞKAN - Zaten "Kötüye kullanırsınız." demiyorum, sadece durumu bildiriyorum.

MURAT EMİR (Ankara) - Onu demediğinizi biliyorum.

Dolayısıyla ben beş dakikada toparlarım, söylemek istediklerimi söylerim ama bizim talebimiz şu: Biz konuşalım, bu konu üzerinde konuşalım, bu konu önemli bir konu; siz de dinleyin, siz de kalın burada, acele etmeyin, gece 2'de, bu gece de yapabilirsiniz "Erken gideceğiz." diye eller kalkıp inmesin. Bizim talebimiz bu. Gerekirse uyumayalım, gerekirse günlerce çalışalım, gerekirse yemek yemeyelim ama bu konuyu konuşalım ama doğru dürüst konuşalım, seviyeli konuşalım.

Şimdi, Erich Fromm'da kalmıştık. Erich Fromm insanlardaki özgürlükten kaçışı araştırmış, "Özgürlükten Kaçış", 1941'de bir kitap yazmış. O zamanki Nazizmi incelemiş, insanlardaki bir tek kurtarıcıya yönelme eğiliminin kökenini araştırmış; niye böyle oluyor, niye insanlar özgürlükten vazgeçiyorlar da bütün haklarını, bütün özgürlüklerini bir kurtarıcıya veriyorlar?

Değerli arkadaşlar, bu aslında birkaç nedenden kaynaklanan bir şey kısaca anlatmam gerekirse. Öncelikle insanın kültürel geçmişinde böyle bir şey var. Yani özgürlüğünü kullanmak zor bir şey, bir mücadele gerektiriyor. Oysaki kurulu düzen içerisinde, hele de büyük kurtarıcıya; o büyüme vadeden, ulusal özgürlük vadeden, güçlü devlet vadeden kurtarıcıya haklarını, özgürlüklerini vermek çok kolay, çok büyük bir rahatlık sağlıyor kişiye. Hem insanın geçmiş kökeninde var hem de günlük hayatında aslında onu rahatlatan ve daha huzurlu yapan bir şey.

Bir de "özgürlük" dediğimiz şey öyle sadece sizin anladığınız gibi beş yılda bir oy vermekle olan bir şey değil, özgürlük her alanda üretilen bir şey. Yaşamın her alanında özgürlük olması gerekir. Özgürlük yaşamın her alanında olan bir şey olduğu için özgürlüğünün peşinde olmak da bir ayrıksılık durumudur, bir yabancılaşmadır. Dolayısıyla, özgürlük peşinde koşmak bir direnci ve bir göze almayı gerektirir. İşte, bu nedenle de insanoğlunda bir özgürlükten kaçış vardır.

Şimdi bunları niye anlatıyorum? İşte, bunun için anlatıyorum. Bize diyorsunuz ki: "Ülke savaşta." E, kim soktu? Bu Suriye politikasını kim bu hâle getirdi? O tek adam getirdi. Bu kurullarda, Genel Kurulda, Türkiye'nin üniversitelerinde, Türkiye'nin gazetelerinde bunun hayalperestlik olduğu, bunun maceracılık olduğu söylenmedi mi? Söylendi.

BAŞKAN - Sayın Emir, toparlayalım lütfen.

MURAT EMİR (Ankara) - Ben 7'ye kadar konuşacağım, 7'de bitireceğim Sayın Başkan.

BAŞKAN - Tamam, peki.

MURAT EMİR (Ankara) - Bunlar söylenmedi mi? Söylendi. O tek adam bunları dinlemediği için bugün OHAL'deyiz ve o tek adam bizi gelecek, o savaştan kurtaracak.

Bugün Türkiye'de iç barışımızı kaybettik, sürekli şehitler veriyoruz, bombalar patlıyor. Bakın, IŞİD'le bugün düşmanız, IŞİD'e karşı bir mücadele veriyoruz. Ama IŞİD ne zamandan beri bizim düşmanımız? Biz size "Bu IŞİD'le fazla içli dışlı oluyorsunuz, bu radikal İslamcı gruplarla fazla içli dışlı oluyorsunuz, Suriye'de rejim değişikliği yapmak sizin ilk göreviniz değil, demokratik, özgür dünyayla birlikte hareket edelim." dedikçe, siz bunu "Siz anlamazsınız, tek adam biliyor bunları." dediniz, işte, tek adamın getirdiği nokta.

Değerli arkadaşlar, bugün bu sorunlar varsa "Ben bilirimcilik"tendir. Bakın, siz aslında bir darbe yemiş iktidarsınız, bir darbe yaşattınız bu ülkeye. Elbette ki darbeyi yapanlar birinci elden bunun failleridir, elbette ki FETÖ'cülerdir ama FETÖ'cüleri görmeyen, görüp de durdurmayan, bilip de kadrolara yerleştiren kişiler, kurumlar, bakanlar, hükûmetler sorumlu değil midir? 2010 HSYK değişikliğinden sonra nasıl yüksek yargıda pazarlıklar yapıldığı savcılık tutanaklarında var değerli arkadaşlar, bunun artık kapanır bir tarafı kalmadı, üstü örtülür bir tarafı kalmadı. Buradan baktığınız zaman bu tek adamın, tek adam anlayışının Türkiye'yi götüreceği yer felakettir.

Yine, bir sonraki konuşmamda Michel Foucault'ya da değinirim çünkü daha önce Michel Foucault'dan bahsedilmişti. O da iktidar ve insan arasında önemli saptamalar yapmıştır. Şimdi, Michel Foucault'nun da dediği gibi, "İktidarlar sürekli gücünü büyütmeye ve gücünü şiddetle evirmeye muhtaçtırlar." ve tek adamın, tek adam anlayışının bizi götüreceği yer sonunda felakettir. Teorisyenlere inanmıyorsanız pratiğe bakın. Bakın, Mussoliniler, Hitlerler, Esadlar, Putinler boşuna gelip geçmedi. Doğru, ortak akıldadır; doğru, demokrasidedir; doğru, hukuk devletindedir; doğru, bağımsız yargıdadır ve doğru, kuvvetlerin gerçekten ayrıldığı bir düzendedir.

Sabrınız için teşekkür ederim.