KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, değerli üyeler, değerli bürokratlar ve basınımızın değerli mensupları; hepinize saygılarımı sunuyorum.

Yani bu toplantı yirmi dakikalık bir konuşma imkânı veren bir toplantı ve ne söyleyeceksek yirmi dakika içinde söyleyeceğiz. Tabii, buradan nasıl sonuçlar çıkarır bütçeyi hazırlayanlar, Sayın Bakan başta olmak üzere, bilmiyoruz tabii ki. Onun için benim tercihim esasında... Ben bu bütçeyi çok fazla önemsemiyorum doğrusunu isterseniz. Yani bütçe bir model çerçevesinde verilen birtakım... Ne bileyim işte "Büyüme oranı 2,3." dersiniz, sonuç alırsınız ve öyle yapılmış zaten. Ama mesela OECD Türkiye'nin önümüzdeki yıl büyümesiyle ilgili olarak "0,5" dedi, IMF "0,4" dedi. Mesela 0,5 alın, bambaşka sonuçlar elde edersiniz buradan. Evet, anlıyorum yani bu tabii ki niyet belirten bir metin esasında. Teknik olarak baktığımızda, belki, hani, denklemleri bilsek söyleyecek çok fazla bir şeyimiz de olmaz ama burada denklemlerin bu sonuçları üretebilmesi için gereken varsayımlar, tartışılabilir varsayımlar: Örneğin büyüme oranı, örneğin enflasyon oranı. Bunlar sahiden bu bütçe kanununda ifade edilen rakamlar olarak ortaya çıkacak mı, bunları bilmiyoruz.

Dolayısıyla ben de konuşmamı şöyle düşündüm doğrusunu isterseniz: Bir kere, şu tespiti yaparak belki vakti daha iyi değerlendirmiş oluruz diye düşündüm: Türkiye'nin bugün karşılaştığı ekonomik sorun esasında sadece ekonomik bir sorun değildir arkadaşlar. Tabii ki ekonomiyle ilgili bir sorundur; ekonomiden kaynaklanan, ekonomide yıllardır yapılmamış olan yapısal değişimleri yapmamış olmanın getirdiği sonuçlarla bağlantılıdır ama sanıyorum, özellikle içinde bulunduğumuz krizin siyasetle doğrudan ilgisi vardır. Daha doğrusu, siyaset de değil, Türkiye'nin sosyolojik yapısı ve sosyolojik yapısı üzerinde oluşmuş olan siyasetle ilgisi var ve bu siyaset önümüzdeki ya da içinde bulunduğumuz dönemde diyelim -ama önümüzdeki dönem için de bunu ima ediyor- benim kanaatimce çok hayırlı sonuçlar üretecek bir bileşim değil. Neden değil, onu biraz anlatmak istiyorum, anlatmaya çalışmak istiyorum.

Şimdi, ünlü tarihçimiz Kemal Karpat bir gün şöyle bir cümle söylemişti: "Ya, Türkiye'deki insanlar böyle öbek öbek yaşayan renkli çiçeklere benzer. Yan yana yaşarlar ama çok da birlikte değillerdir. " Şimdi, arkadaşlar, bu, bence Türkiye'yi çok iyi özetleyen bir durum. Bizler yan yana yaşıyoruz ama çok da hani bir "biz" duygumuz yeteri kadar üretilememiş. Ben bu Meclise geldiğimden bu yana -ki çok fazla bir zaman olmadı ama- o kadar çok örneğini yaşadım ki. Mesela en son -Genel Kurulda olan arkadaşlarımız hatırlayacaktır- Cumhuriyet Halk Partisinin eğitimle ilgili verdiği bir araştırma önergesinde ben bir konuşma yaptım ve konuşmamın esasını Cumhurbaşkanının bir sözünü anarak yaptım, ki Cumhurbaşkanımız çok doğru bir tespitte bulunmuştu eğitimle ilgili olarak "Neden 500 büyük üniversitenin içine girmiyor bizdeki üniversitelerden biri?" demişti, "Burada bir yanlış yapmış olabiliriz." diye de uyarmıştı. Ben de o vesileyle dedim ki: Herhâlde Adalet ve Kalkınma Partisindeki arkadaşlar da -hani kendi liderlerinin de sözü burada ve ima ettiği şey de ortada yani araştırılması gereken bir sorunla karşı karşıyayız- o zaman bu araştırma önergesine destek verebilirler diye düşünerek bir konuşma yaptım. Ama tabii, tahmin edebileceğiniz gibi, Adalet ve Kalkınma Partisindeki arkadaşların çoğu belki Cumhurbaşkanı gibi düşünüyordu ama öyle karar vermediler, ellerini öyle kaldırmadılar.

Şimdi, arkadaşlar, bu, şunu söylüyor: Bizler siyasi aidiyetlerimiz üzerinden davranıyoruz ve dolayısıyla da kendi ait olduğumuz kesimin ve siyasetinin bireyi olarak davranıyoruz. Fakat emin olun, bu durum esasında sağlıklı bir durum değildir. Hele hele Parlamento gibi, ortak aklı üretmesi gereken bir organizasyon yapısı içinde, herkesin bu ortak akıl için, ortak iyiyi bulabilmek için düşündüklerini söyleyebilecek, tartışabilecek bir zemin olarak görmesi lazım Meclisi. Ama benim gördüğüm kadarıyla bu böyle çalışmıyor. Kaldı ki şunu söyleyeyim: "Neden böyle?" sorusunun cevabı uzun tartışmayı getirir ama ben size sondan bir şeyle bunun niçin hayırlara vesile olmayacağını söylemiş olayım.

Dün, biliyorsunuz, Cumhuriyet Bayramı'yla ilgili olarak ve de üçüncü havalimanının açılışıyla ilgili olarak bir resepsiyon verildi. Arkadaşlar, Türkiye'nin 3'üncü büyük partisinin mensupları olarak bizler davet edilmedik. Bu ayrımcılık artık o kadar göze batan bir şey ki bunu nasıl kabullenebiliyorsunuz, ben anlamakta zorlanıyorum. Yani şunu düşünüyorum: Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, diğer insanları davet ederken beni ve benim gibi insanları niye davet edemiyor? Buradaki problem nedir? Eğer biz illegal bir şey yapıyorsak o zaman yasalar var ortada ama illegal bir şey yapmıyorsak o zaman benim şunu söyleme hakkım var: Sayın Cumhurbaşkanı, yanlış yapıyorsun, toplumu bölüyorsun, toplumu kutuplaştırıyorsun. Arkadaşlar, aslında benim sözüm şu: Türkiye, bu öbek öbek yaşayan ama bir türlü "biz" olamayan insanların toplumuysa eğer, o zaman aslında önümüzdeki görev, siyasetin görevi bu farklılıkları bir araya getirecek bir ortak kimlik üretmesidir, ortak bir anlayış üretmesidir. Bunun tam aksini yapan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Ben, Adalet ve Kalkınma Partisini, siyaset sahnesine girdiği zamandan beri yakından izleyen insanlardan birisiyim, önceleri çok umut veren işler de yapıldı. Özellikle 2002-2007-2008 arasındaki döneme bakın, ekonomik olarak söylüyorum ama ekonomik olduğu kadar siyasi olarak da doğru işler yapıldı. Avrupa Birliği reformlarını benimseyerek işler yapıldı. Efendime söyleyeyim, ortalama olarak baktığımızda, o yılların büyüme oranı potansiyel büyüme hızımızın çok daha üzerinde bir yerde oluştu. 2008 "Teğet geldi, geçti." vesaire tartışmalarıyla gitti ama 2009'da çok ciddi bir kriz yaşadık, yanılmıyorsam yüzde eksi 4,8 civarında bir daralmayla karşılaştık. Benim kanaatim odur, bu tartışılabilir bir şeydir ama o tarihten itibaren de bence Hükûmetin, Adalet ve Kalkınma Partisinin Hükûmetinin -belki "hükûmetlerinin" demek daha doğru olur- kimyası bozuldu. Özellikle sizler bunu daha iyi değerlendireceksiniz ama benim dışarıdan gördüğüm kadarıyla, sadece dışarıdan değil, Adalet ve Kalkınma Partisinde hizmet etmiş benim de birçok tanıdığım insan var, onlar da şu anda küskünler olarak kendi işlerine devam etmek durumundalar, onlar da aynı şekilde bu soru işaretinin anlamını, nedenini anlamış değiller.

Dolayısıyla da ben buradan şunu söylemek istiyorum: Hükûmetin, bugüne kadar, özellikle 2008, 2009'dan sonraki tavrı ekonomide yansımıştır. Ekonomide bakın büyüme oranlarına; bir yükselmiş, bir inmiştir ve eğilim aşağı doğrudur ve nitekim, 2017'de, belki 7,4 gibi -pek sevmiyorum ama hani çok kullanıldığı için ben de kullanayım- hormonlu büyüme dediğimiz tamamen iç talep kaynaklı bir büyümeyle bir canlanma yaşanmışsa da esasında 2018 krizi de bu sürecin nereye doğru gittiğini gösteren sonuçlarından bir tanesi diye düşünüyorum.

O sebeple de ben, var olan ekonomik sorunların siyasette yeteri kadar demokratik adımlar atamamış bir Hükûmetin -atamamasının sebepleri ayrı bir mesele ama- atamamış olmasının sonucunda yaşadığımız bir problem olduğunu düşünüyorum ve bu, Hükûmetin attığı başka adımlarla da birleştiği zaman... Hepinizin de bildiği gibi -özellikle kurlarla ilgili- bir kur krizi yaşamaya başladık ve işin ilginç tarafı, hani ne kadar, işte "Ekonomik darbe yapıyor yabancılar." falan filan deniyor ama Cumhurbaşkanlığının son yayımladığı yazıda, mesela "ekonomik darbe" yerine "döviz kuru geçişliliği" diye bir kavram kullanılmaya başlanmış. Evet, arkadaşlar, bu kadar basit: Birtakım adamlar bizim "Türkiye batsın." diye çalışıyor değil, birtakım adamlar kendi çıkarları için spekülasyon yapıyorlar Türkiye'de. Bu da hepimizin iktisatçı olarak bildiğimiz bir şeydir yani. Eğer bu kadar faiz farkınız varsa yaparlar, Türk lirası borçlanırlar, dolar alır satarlar ve kâr elde ederler. Dolayısıyla da burada, ekonomik kriz olarak yaşadığımız kriz, bence, demokratik adımlar atamamış bir Hükûmetin inandırıcı olamamasından kaynaklanmaktadır.

Evet, bakın, Yıllık Ekonomik Rapor verildi -Sayın Başkan dağıtmıştı- mesela bunun 50'nci sayfasında 6 tane mi ne, diyagram var. Bunları hepiniz görebilirsiniz. Sayın Cumhurbaşkanımızın İngiltere'ye gittiğinde -15 Mayıstı yanılmıyorsam- yaptığı konuşmadan itibaren CDS primleri havaya fırlıyor, 500'lere kadar gidiyor. Baktığınızda, borsa endeksi çakılıyor, tahvil faiz oranları fırlıyor. Yani bütün bunlar, esasında Cumhurbaşkanımızın İngiltere'de yaptığı o konuşmasının yansımaları gibi duruyor ama aslında o da değil tam olarak. Benim kanaatim odur ki Batı sermayesi şöyle bakıyor: Özellikle Suriye ve dış politika bağlamında başka tür adımlar atma ihtimali olan bir Hükûmet izlenimi uyandırıyor yani Rusya ve Çin ekseninde kayma olma ihtimali olan bir ülke görünümüne giriyor -tam olarak değil ama öyle bir izlenim de uyanıyor- Amerika'yla bir mesafe alınıyor ve "yeni anayasa" denilen, "yeni Cumhurbaşkanlığı sistemi" denilen ve tek kişiyi çok yüksek derecede yetkilendirmiş olan bir sisteme geçildiğini görüyor ve bütün bunların toplamında da bize olan güveni sarsılıyor.

Şimdi, ben mesela şunu anlamakta zorlanıyorum: Enflasyonu açıklayan Genel Müdür Yardımcısı galiba TÜİK'te, değil mi? Enflasyonu açıkladı ve adamı görevden aldık. Ben nedenini bilmiyorum ama bu kadar da olur mu? Normal olarak böyle bir adım atılmaması lazım. Benim "Orada öyle oldu, böyle oldu." diye bir bilgim yok yani adam gerçekten yanlış bir bilgi mi verdi, doğru bir bilgi mi verdi, onu bilemem. Ama siz eğer böyle bir adım atarsanız yabancı şunu çok rahatlıkla diyebilir, Türkiye'yi tanımıyor değiller ki... Türkiye'de kimse kolay kolay bağımsız değildir arkadaşlar, herkes belli bir yapının içinde kendini tanımlar. Demin "öbek öbek" demekle kastettiğim de buydu esasında. Dolayısıyla da bu güvensizlik, bu inançsızlık bence krizi çağıran bir sonuç üretti.

Şimdi, bir şey daha söyleyeyim: Bir hesap yaptık arkadaşlarla. Mesela, şöyle: Tamamen güvenlikle ilgili kurumların bütçelerine, 2019 yılı toplamına baktım; mesela İçişleri Bakanlığını katarsak 110 milyar liralık bir bütçe çıkıyor. Arkadaşlar, Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi, ki en büyük bütçe olduğu söyleniyor, aynı aşağı yukarı.

BAŞKAN - 147 milyar, evet.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - 147 milyar mı? Yani, işte çok yakın.

BAŞKAN - Millî Eğitim, YÖK, üniversiteler; 147 milyar.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Bu niye bu kadar yüksek? Çünkü Türkiye'de demokrasi yönünde adım atılmayıp da tam aksine, diğer muhalefet partilerinden arkadaşlarımızın da söylediği gibi, özgürlüklerin kısıtlandığı, bir anlamda tek adam yönetiminin baskıcı bir havaya büründüğü bir Türkiye'de gerekli görüldüğü için yapılan harcamalardır. Dolayısıyla bunu tersten okuyabiliriz biz esasında yani Türkiye'de daha demokratik adımlar atılsın, bu kadar parayı güvenlik işlerine ayırmamız gerekmiyor esasında, daha az güvenlikçiyle daha mutlu yaşanabilir esasında. Dolayısıyla da ben bunu demokrasiye geçememenin ya da demokrasi yönünde doğru adımlar atamamanın maliyetleri olarak okuyorum ve bunun gerçekten de çok ağır bir maliyet olduğunu düşünüyorum. Geçen sene bu, mesela, 84 milyarmış, bu sene 110 milyar lira yani bu kadar da büyük bir artış var. Bunu hepiniz düşünürsünüz diye düşünüyorum.

Bu antienflasyonist politikayla ilgili olarak, Sayın Bakanın geçenlerde açıkladığı politikayla ilgili olarak da birkaç şey söylemek isterim. Sayın Bakan toplumu, üreticileri yüzde 10 fiyat indirimine davet etti ve bunun tamamen gönüllü olacağını söyledi ve bunun yılbaşına kadar olacağını söyledi. Şimdi, arkadaşlar, bu inandırıcılık meselesinde, yani biz gerçekten enflasyonu ciddi bir problem olarak görüyor isek bu bence çok fazla palyatif bir tutum diye düşünüyorum. Çünkü çok açık bir soru var: "Eğer yüzde 10 indirmezlerse ne yapacaksınız?" Var mı bu sorunun cevabı? Yok çünkü bir kanun yok. İnsanlar normal olarak bir kanun, bir ceza mekanizmasıyla birlikte davranırlar; öyle değil midir? Toplumun birlikte davranması ya öyle olur ya da dayanışmacı bir toplum özelliği vardır, dayanışarak olur; milliyetçi duygular olabilir veya yöresel duygular olabilir, öyle birlikte davranılır ya da arkadaşlar, üçüncü seçenek, baskıyla davranmak durumunda kalınabilir. Benim anladığım kadarıyla, niyetleri ne olursa olsun Sayın Bakanın ve arkadaşların ama benim gördüğüm kadarıyla böyle bir açıklama şu anlama gelir: "Yani, enflasyonla ilgili bizim çok ciddi bir önlemimiz yok." demektir bu bence yani "Bir şekilde idare edelim yılbaşına kadar, ondan sonra Allah kerim." demek gibi bir anlam taşıyor bu.

Onun için de bence çok fazla satın alınmadı. Nitekim, evet, kurlarda bir düşme oldu ama kurların düşmesinin sebepleri bence başka. Evet, yani, orta vadeli plan, yeni ekonomik plan, bunlar tabii ki belli finans çevrelerine -bazılarına en azından- güven verebilir ve dolayısıyla da Türkiye'nin ihtiyacı olan sermaye akışları gerçekleşebilir ama bunlara güvenerek çok bir adım atamayız diye düşünüyorum. Ki enflasyon, benim anladığım kadarıyla -Türkiye bundan çok çekti biliyorsunuz- yeniden... Yani mesela 15,3 veya 15,6 mıydı, hatırlamıyorum şimdi ama, bu modelin içinde kullanılan enflasyon oranı çok muhafazakâr bir rakam bence yani yıl sonu itibarıyla daha yüksek olacağını tahmin ediyorum ben.

Neyse, gelelim bütçe meselesine. Baştan da söylediğim gibi arkadaşlar, ben ikna edici bulamıyorum. Evet, bir niyet var. Nedir niyet? Niyet şu, özellikle yabancı sermayeye de verilen bir niyet: Kontrol altında ekonomi, daraltıcı politikalar, biz sıkı para politikası, sıkı maliye politikası uygulayacağız, mali disiplini sağlayacağız görüntüsü veriyor. Faiz dışı fazla epey güven verici bir rakam olarak ortaya çıkıyor fakat -burada büyük bir fakat var arkadaşlar- evet, talep kısılacak belli fakat talebin kısılmasının yarattığı maliyetler kim, kimler tarafından ve nasıl karşılanacak? Kimler, ne ödeyecek buna?

Şimdi, bakın, şöyle ifade edeyim: 2008 krizini biliyorsunuz iktisatçılar önceden anlayamadılar, algılayamadılar ve dolayısıyla da bir şey söylememiş oldular ve yanıldılar. Daha sonraki yıllarda benim görebildiğim ve çok saygı duyduğum insanların bu tartışmaların içinde olduğu bir çizgi var, bir literatür var, o literatür esas itibarıyla şunu söylüyor: Bir ülkenin krizlere gebe o hâli gelir dağılımının ne ölçüde bozuk olduğuna bağlıdır. Dolayısıyla gelir dağılımındaki bozukluk ile krizler arasında, özellikle Amerika'daki "mortgage" kriziyle ilgili olarak çeşitli modeller ve denemeler yapılıyor ve çok da isabetli bir tespit olarak görüyorum bunu. Dolayısıyla da gelir dağılımı meselesi... Şimdi, mesela şunu da söyleyeyim ben: Gelir dağılımı konusunda, hani Gini katsayılarından bakarsak Adalet ve Kalkınma Partisinin olumlu bir çizgisi oldu 2008'lere kadar ama oradan baktığımızda, o tarihten itibaren Gini katsayısı bence -ki doğru dürüst ölçer mi, çok emin de değilim ama- Türkiye'deki eşitsizliğin giderek bozulduğunu söylüyor. Demin Garo arkadaşım da zaten rakamları vermişti, ciddi bir gelir dağılımı problemiyle karşı karşıyayız. Şimdi, bu durumda, nasıl, kim ödeyecek bunu? Buna vergiler bağlamında baktığımızda kim ödeyecek bu vergileri? Benim gördüğüm şu: Bir kere, evet, aşağı yukarı yüzde 25 civarında vergi gelirlerinde artış olduğu ifade ediliyor, bunun yüzde 30'u da gelir vergisi. Peki, "Gelir vergisini kimler veriyor?" diye baktığımızda, bunun yüzde 65'i ücretliler tarafından veriliyor. Dolayısıyla da ücretlilerin üzerine yıkılmış bir vergi yapısı var. İkincisi de kurumlar vergisine baktığımızda, bunun tam aksine, yüzde 12,7 gibi bir rakama tekabül ediyor. Yani kurumlar vergisi, büyük şirketlerin verdiği vergiler bu kadar bir vergi katkısı sağlıyor. Dolayısıyla da ben, bir özet çıkaracak olursam şöyle söyleyeyim...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Katırcıoğlu, toparlayın lütfen.

Buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim.

Türkiye'nin ekonomik sorunu sadece ekonomik sorun değildir arkadaşlar, bir toplumsal sorun yaşıyoruz, bir siyasi sorun yaşıyoruz ve bu sorun esas itibarıyla Türkiye'yi kapsayan ortak bir kimlik üretemememizle ilgilidir. Yani, bu, şunu ima ediyor: Bugüne kadar sürdürülen politikalar, Adalet ve Kalkınma Partisinin sürdürdüğü politikalar zaman zaman olumlu adımlar olarak ortaya çıkmış olsa bile -özellikle Kürt sorununun çözümüyle ilgili olarak söylüyorum- bunu devam ettirememiş olmasından dolayı ve ondan sonra aldığı kararlarla daha vahim bir noktaya doğru hızla gidiyoruz. Oysa, bizim barışa ihtiyacımız var. Ben bir Kürt değilim, onu da bilesiniz ama bunu çok açık ve rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye'nin neresinden bakarsanız bakın, her taraftan baktığımızda Türkiye'nin bir barışa ihtiyacı var ve bu barışın ekonomik karşılığı da çok fazla olacak, tahminimizden çok daha fazla olacak. Dolayısıyla da ben Hükûmeti uyarmak istiyorum: Bu bütçe ve bu bütçenin ima ettiği zihniyet dünyası ve bu noktadan önümüzdeki yıllara bakış sorunludur, problemlidir. Yani eğer becerilebiliyorsa bunun üzerine kafa yormak lazım ve "Biz nasıl yaparız da gerçekten toplumun her kesiminin ihtiyacı olan bir demokrasiyi, bir özgürlüğü yaşatabilir hâle geliriz?" Bence çok temel soru bu, ekonomi bunun arkasından gelir arkadaşlar Türkiye'de, başka ülkelerdeki gibi değildir. Eğer biz ekonomide iyileşme istiyorsak, ekonomide refahın artmasını istiyorsak, daha dengeli bir büyümeyi yakalayabilmek istiyorsak dönüp siyasete bakmamız lazım ve siyasetin bu yapısının değişmesi üzerine kafa yormamız lazım diye düşünüyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum, teşekkür ederim.