KOMİSYON KONUŞMASI

GÜLÜSTAN KILIÇ KOÇYİĞİT (Muş) - Herkese iyi akşamlar.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; aslında söz alan arkadaşlar birçok başlığı dile getirdiler, ben de birkaç hususu dile getirmek istiyorum.

Bilirsiniz ünlü bir Nasrettin Hoca fıkrası var, damdan düşer, doktor çağırmak isterler, Nasrettin Hoca der "Bana damdan düşen birini getirin." Bugün aslında bizim meselemiz tam da böyle. KHK'lerle ilgili bir düzenleme konuşuluyor ve bu salonda da, bu Komisyonda da oldukça fazla sayıda KHK'li arkadaş var. Ben de KHK'li biriyim, Sağlık Bakanlığında çalıştım on sekiz buçuk yıl ve bir sabah işe giderken yayınlanan 677 sayılı KHK'yle işimden oldum. Gerekçesi var mıydı? Hayır, hiçbir gerekçesi yoktu. Örneğin bir adli soruşturmam var mıydı? Yoktu. İdari bir soruşturmam var mıydı? Yoktu. İdari bir ceza almış mıydım? Almamıştım. Bir hasta şikâyeti var mıydı? O günkü meslek hayatım boyunca yoktu. Peki, niye ihraç edilmiştim? Çünkü muhaliftim, çünkü KESK'e üye bağlı Sağlık Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikasına üyeydim, iş yeri temsilcisiydim, ondan sonra şube yöneticisi oldum ve AKP Hükûmetinin toplamda uyguladığı Sağlıkta Dönüşüm Programına karşıydım, sağlığın piyasalaştırılmasına, ticarileştirilmesine, sağlığın bir meta hâline getirilmesine ve bütün hastanelerin ticari mantığa göre işletilmesine, kamu hastane birliklerinin kurulmasına, bunların başına CEO atanmasına vesaire vesaire birçok başlığa da muhaliftin, bu noktada da en azından mücadele yürütüyordum. Bütün bunların her birisi burada bulunan, bu salonda bulunan diğer arkadaşlar gibi ihraç olmamız için Hükûmet açısından yeterli veriydi. Bizi ihraç ettiler. Peki sadece mesele bizimle ilgili bir şey miydi? Hayır, aslında başka bir şey yapılmaya çalışılıyordu. Kalan binlerce, yüz binlerce sağlık çalışanına ve diğer kamu emekçilerine bizim üzerimizden "İşte sesiniz çıkarsa böyle olursunuz, kapının önüne bir günde konulursunuz, onun için aman ha eğer buradan ekmek yemek istiyorsanız, işinizi korumak istiyorsanız dizinizi kırın, sesinizi kesin, oturun." denmek isteniyordu değerli arkadaşlar. Yapılmak istenen aslında bir bütün toplumsal biatin, toplumsal bir çökertmenin gerçekleştirilmek istenmesiydi.

Şimdi biz AKP Hükûmeti sürecinde şuna çok alışığız: Torba yasalarla bütün düzenlemeler yapılıyor yani tek tek yapmak yerine ve o yasa maddesini, o kanunun bütün taraflarınca etraflıca bir tartışma yürütmek yerine, demokratik kitle örgütleri, sendikaları, bu işin tarafı olan odaları, birlikleri çağırmak yerine yangından mal kaçırır gibi bir torba yasa yapılıyor ve mutlaka o torba yasanın içerisine aslında toplumda albeni oluşturabilecek, toplumun en azından tepkisini yumuşatabilecek de bir başlık bulunuyor. Her zaman böyle, ya "demokrasi paketi" oluyor bu işte şimdiki şeyin adı "sağlıkta şiddete son" diye kamuoyuna sunuluyor ve bunun üzerinden de bütün o süksenin içerisinde, bütün o aslında kamuoyuna açıklananın arkasında da gerçek anlamda toplumsal hayatımızı sakatlayabilecek, kamusal yaşamı bir bütün sakatlayabilecek yasal düzenlemeler yapılıyor ve bunların toplumun gözünden kaçırıldığını da bu şekilde biliyoruz.

Değerli arkadaşlar, şunu açıkça söyleyebiliriz: "Muhalif olmanın ötesinde bu ihraçların arkasında başka ne gibi saikler yatıyor?" diye baktığımız zaman en azından KESK'e üye sendikalar ve yine DİSK'e bağlı Genel-İş'e bağlı sendikalardaki ihraçların oranlarına ve etnik yapılarına baktığımız zaman örneğin Kürt olmak, muhalif bir Kürt olmak çok açık bir şekilde ihraç edilmeniz için bir gerekçe olabiliyor. Ya da örneğin benim gibi üzerine bir Aleviliği ekleyin, ağırlaştırılmış suç, hem Kürt hem Alevi. Yani böyle bir şey olabilir mi? Üstelik de kamu emekçisi. Fazladan hak var, bunların çok hızlı bir şekilde geri alınması ve bir şekilde bir ihracın konu olması gerekiyor.

Şimdi, en azından anayasal bir eşitlikten söz ediyoruz, herkese karşı yasaların kör olması gerektiğinden bahsediyoruz, işe girme süreçlerinde ve bütün diğer süreçlerde hukukun önündeki eşitlikten söz ediyoruz ama örneğin bir güvenlik soruşturmasında adınız "Azat" diye ya da adınız "Berivan" diye ya da "Sosin" diye örneğin güvenlik soruşturmasından geçemeyebiliyorsunuz. Ya da adınızın "Zülfükâr" olması "Düzgün" olması Dersimli olmanız, Maraşlı olmanız sizin o güvenlik soruşturmasından geçip geçmeyeceğinizi de o soruşturmayı yürütenlerin bir ön kanaatine delil olabiliyor örneğin. Bunu nereden biliyoruz? Çok açık bir şekilde mülakatlar sürecinden biliyoruz. Yani biliyorsunuz sınavlara giriliyor, bir de şimdi artık devlet memurluğu için bir mülakat sistemi getirildi bazı işler için. Örneğin mülakatlarda iktidarda olan siyasi partinin genel başkanının doğru bulunup bulunmadığı, övülüp övülmediği, sevilip sevilmediği gibi sorular yöneltilebiliyor ve oradan aslında insanlar normal düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanıyor yani bir şeyin tarafı olmaya, bir siyasi iktidarın parçası olmaya itiliyorlar. Örneğin bu düzenlemeden sonra şunu sorarım: Gerçek anlamda Kürtler bundan sonra çocuklarına özgür bir şekilde, hiç çekinmeden "Azat" ismini koyabilecekler mi? Ya da "Berivan" ismini koyabilecekler mi? Hayır. Geçmişte tıpkı 12 Eylülde olduğu gibi nasıl o zamanlar "Mahir, Ulaş" isimlerini koymak fişlenmeniz için yeterli bir gerekçeyse, bugün bazı isimleri koymak Hükûmet açısından bir fişlenme ve yaşıyoruz tanıklığımız var. Çok hızlı bir şekilde tasfiye edilmenizin önüne geçiyor. Size bir örnek vereyim, geçenlerde bir öğretmen arkadaş mahkemeye başvuruyor ve adını değiştirmek istiyor, Kürtçe bir isim almak istiyor, yanılmıyorsam "Sozdar"dı, evet "Sozdar" adını almak istiyor. Hâkim diyor ki: "Sen bir kamu işi yapıyorsun, öğretmenlik mesleğini icra ediyorsun, "Sozdar" adını alamazsın." Böyle bir şey olabilir mi? Hani olmaz diyorsunuz ya. Oluyor. Sonra bir üst mahkemeye itirazı oluyor ve ondan sonra bu kararın yerinde olmadığı şeklinde karar veriliyor ve ondan sonra artık isim alabiliyor. ("Demek ki almış." sesi) Ha, demek ki almış. Tabii şöyle şey olacak, tek tek hepimiz bir mahkemeye, o olmadı bir üst mahkemeye, o olmadı öbür üst mahkemeyi aşacağız ki bir isim alabilelim, bu da sizin tabii ki lütfunuz olacak.

Şimdi değerli arkadaşlar, siz OHAL döneminde sadece bizleri ihraç etmediniz, aynı zamanda bizim yasal haklarımızı kullanmamızı, itiraz etmemizi engellediniz. Örneğin biz idare mahkemelerine gittik, bütün idare mahkemelerinde bu davaların görüşülmeyeceğine dair kararlarla bekledi, bütün idari süreçler duruldu. Biz AİHM'e gittik, AİHM'de çok hızlı bir şekilde yüz binlerce dava gittiği için sizinle bir ara formül buldu ve aslında hiçbir hukuki karşılığı olmayan bir komisyon oluşturdunuz, OHAL İnceleme Komisyonu. Bu Komisyonun kararının hukuki olma gibi bir niteliği var mıdır? Yoktur. Hükûmet eliyle kurulmuştur, bir idari birim olarak görev yapabilir ama bunlar insanların işlerine dönüp dönmeyeceklerinin kararını veriyorlar. Üstelik OHAL'in üzerinden iki ay geçti, ona rağmen görüştükleri dosya sayısı ortadadır, iade ettikleri insan yanılmıyorsam 2.600'lerde henüz, 40 bine yakın dosya görüştüler. Şimdi bu koşullarda biz gelmişiz bütün bu ağır travmaları, bütün bu hukuksuzlukları gidermek yerine, gerçekten çubuğu demokrasiye, insan haklarına, eşitlik ve özgürlüğe bükmek yerine, daha totaliter, daha engelleyici, daha sınırlayıcı, nasıl ayrımcı yasalar yaparız diye Hükûmet gece gündüz açıkçası çalışıyor ve öyle bir öneriyle karşımıza geliyor ki bütün KHK'lilerin SGK'yle anlaşmalı olan yerlerde çalışmaması. Zaten devletten atmışsınız, özelde de çalışamayacak. Örneğin ben İzmir'de yaşıyorum arkadaşlar. Benim bildiğim İzmir'de SGK'yle anlaşması olmayan sadece bir kent hastanesi var, o da "first class" birinci sınıf bir hastane, yüksek ücretlerle tıbbi bakım yapıyor, onun dışında, benim bildiğim en azından bir hastane yok, varsa bile çok sınırlı. Şimdi, böyle bir yerde altı yıl hekimlik yapmış, eğer varsa üzerine ihtisasını yapmış insanların ne yapmasını bekliyorsunuz? Hepsinin gidip benzinci pompacısı mı olmasını istiyorsunuz, paspasçı mı olmasını istiyorsunuz? Siz hem üniversitelerden hem bu ülkedeki gerçek anlamda yetişmiş insanların beyin göçünden bahsediyorsunuz, eğitim kalitesinin düşüklüğünden bahsediyorsunuz ama bir taraftan da yetişmiş, bizim bütün ülkenin kaynaklarıyla yetişmiş, en değerli varlığı olan yetişmiş insan gücünü heba etmek için, onu atıl bırakmak için de sürekli bir çaba içerisindesiniz ve üstelik bu çabanız, sadece o yetişen insanlara zarar vermiyor, aynı şekilde bütün o hizmetleri alması gereken halkı da etkiliyor, yurttaşı da etkiliyor. Biz şu anda birçok alanda hekim bulmakta ya da uzman bulmakta zorlanıyoruz. Bunların en tipik örneği KHK'li olan, KHK'yle atılan barış için akademisyenlerdir. Attınız, üniversiteler çölleşti, çoraklaştı, yetmedi, şimdi her birini kopyala-yapıştır iddianamelerle yargılıyorsunuz ve onlara ceza veriyorsunuz. Oysaki onlar bu ülkenin vicdanıydılar, bu ülkede her birimizin daha iyi koşullarda yaşaması, eğitim alması için dirsek çürüten insanlardı. Neydi suçları? Barış istemişlerdi. Evet, silahlar sussun, insanlar ölmesin ve bu noktada devlete görevlerini hatırlatan ya da devlete daha duyarlı olması gereken bir bildiriye imza atmışlardı. Bu onlar için bir tasfiyenin başlangıcı oldu.

Değerli arkadaşlar, şunun bir kez daha altını çizmemiz gerekiyor: Bugün önümüze gelen yasa teklifi üzerinden konuşuyoruz ama "Sağlıkta Dönüşüm Programı" dediğimiz şeyin her birisi bugün tek tek aslında sonuçlarını yaşadığımız ve her geçen gün toplumun sağlığını bozan bir sistemdir. Koca, devasa şehir hastaneleri yaptınız, her biri birbirinden büyük AVM şeklinde planlanmış, hiçbirinin içinde en başında insan yok ki? Nasıl sağlık olsun? İnsan odaklı değil. İnsanı hastalandırmak üzerine bir sistem kurmuşsunuz, insan sağlığını korumak üzerine değil ki. Koruyucu hekimliği yaygınlaştıracağınıza, insanların en yakınındaki yaşam alanında sağlık hizmetini almasını sağlayacağınıza 3-5 tane araçla aktarmalı aktarmalı gidilen ya da bazen hiçbir zaman gidilemeyen şehir hastaneleri yaptınız ve o şehir hastanelerinin içerisinde insanları artık yakalarına taktıkları detektörlerle, alarm şeyleriyle de takip ediyorsunuz. Böyle insanlık dışı bir sisteme ne yazık Türkiye geçmiş bulunuyor.

Şimdi, sağlık, AKP'ye en fazla oy getiren kalemlerden ya da başlıklardan birisi. Bunun birkaç tane nedeni var. Birincisi: Bu noktada yapılan manipülasyonlar çok geniş. İkincisi: "Sağlıkta dönüşüm" denilen meselede halka yansıyan geçmişteki yanlış bazı uygulamaların görüntüde de olsa giderilmesi meselesi. Bunlardan birisi SGK meselesi üzerindeki ilaç kuyruklarının azaltılması. Bütün bunlar olumluluk olarak haneye yazıldı. Peki, öyle mi kaldı? Evet, SGK kuyrukları kalktı, doğru, ilaç kuyrukları kalktı, ama ne başladı? Her ilaç için cepten ödemeler başladı. Her hastaneye adım attığınızda cepten ödemeler başladı. Peki, nerede kaldı sosyal devlet? Nerede kaldı sağlığın ücretsiz olması? Aile hekimliği bile ücretsiz değil, 2 TL alıyorsunuz, ücretsiz değil. Bir devlet hastanesine birinci basamaktan ikinci, üçüncü basamağa kadar ücretlendirmiş ve şu anda SGK'yle anlaşması olan özel hastaneler yüzde 200 oranında ek ücretler alıyorlar. Şimdi, bütün bunları nereye koyacağız? Asgari ücretliye 1.500 lira veriyorsunuz ama her adım attığında, en ufak bir şeyde parasını alıyorsunuz ve şu anda da bir Aspirin'i, bir Vermidon'u ya da en sıradan ilacı bile reçeteye bağlıyorsunuz. Neden? Çünkü paranın dönmesi lazım, çünkü birilerinin hastalanması lazım, doktora gitmesi lazım, ilaç yazdırması lazım ve o ilaç üzerinden de bir katma değer yaratması gerekir, daha doğrusu bir para ödemesi gerekiyor. Yani SGK'nin bütçesi şiştikçe şişiyor, cepten ödemeler arttıkça artıyor ve biz bunu yıllardır söylememize rağmen, bu alanda yapısal, gerçek anlamda toplumu, halkı esas alan bir sağlık sisteminin mutlaka kurulması gerektiğini, bununla eşit, en azından ücretsiz, ana dilinde ve en yakın yerde alması gerektiğini söylememize rağmen ne yazık ki bu konuda Bakanlığımız kesinlikle anlamlı bir adım atmamıştır ve her geçen gün sağlıktaki kriz, sağlıktaki kara delik de büyümektedir.

Bu şehir hastaneleri meselesinde bir şeyi daha söylemek gerekiyor. Biliyorsunuz, bunlar yap-işlet-devret meselesi üzerinden yürütülüyorlar, yapana devrediyorsunuz on yıllığına. Örneğin, şöyle: Bir devlet, bir bakanlık ve üstelik de sağlığın ücretsiz olması gibi yani en azından Anayasa'sında "sosyal devlet" maddesi yazan bir devlet şunu yapabilir mi ya? Müşteri garantisi veriyorsunuz, hasta garantisi. Şu kadar yıllık hasta garantisiyle şehir hastanelerindeki müteahhitlerle ya da işletenlerle anlaşmalar yapıyorsunuz tıpkı yollarda, köprülerde, havaalanlarında yaptığınız gibi.

Sağlık çalışanlarına gerçek anlamda bir iyilik yapılmak isteniliyorsa, sağlık çalışanları ve sağlık alanında gerçek anlamda bir düzenleme yapılmak isteniliyorsa örneğin yıpranma payı üzerinden bir düzenleme yapmayı düşünebilirsiniz. Gerçek anlamda sağlık alanında bir düzenleme yapmak istiyorsanız ihraç ettiğiniz hiçbir adli mercide suçu sabitleşmemiş, hiçbir yerde yargılanmamış bu insanlara koyduğunuz pasaport yasaklarını kaldırarak başlayabilirsiniz, bunların işe iadelerini hızlı bir şekilde gerçekleştirebilirsiniz. Hukukumuzda olmayan, ceza hukukunda olmayan, hiçbir yerde olmayan iltisak gibi muğlak, herkesin kendine göre yorumlayabileceği, subjektif meseleler üzerinden, kriterler üzerinden insanları değerlendirmekten vazgeçebilirsiniz örneğin. Bu anlamda daha objektif, daha eşit koşullarda insanların hizmet etmesini sağlayabilirsiniz.

Değerli arkadaşlar, bu güvenlikle ilgili meselenin bir önemli, bir kritik başlığı daha var: O da öğrencilere ilişkindir. Örneğin, "Güvenlik soruşturmasından geçmeyenler kamu hizmeti yapamayacaklar, kamuya alınamayacaklar." deniliyor. E, altı yüz günlük de bir süre var, onu yapmayınca da özelde çalışamayacaklar vesaire. Şimdi, burada ne yapılmak isteniliyor? Aslında en nitelikli eğitimi alması gerekenleri ve bu ülkenin eşitlik, özgürlük mücadelesinde üniversiteden başlayarak söz söylemesi gereken tıbbiyeli öğrencileri aslında siz siyasetten uzaklaştırıyorsunuz, eleştirel düşünceden uzaklaştırıyorsunuz. Örneğin, bunlar 6 Kasımda YÖK protestosuna gittiğinde, yarın öbür gün güvenlik soruşturmasına gittiğinde 6 Kasım YÖK protestosu resmi önüne konulacak ve denilecek ki "Sen eyleme katılmışsın, kusura bakma biz seni işe alamayız." Şimdi, böyle bir şey olabilir mi? Bu kadar önemli insanların fikir, düşünce ve eylem hakkını sakatlayan, bütün bunları engelleyen, insanları bir bütün suskunluğa terk eden ve bu suskunluk sonucunda da Türkiye demokrasisinin kökten sakatlanmasına yol açabilecek bir düzenlemeyi bugün gelmişiz, burada talihsiz bir şekilde tartışıyoruz.

Değerli arkadaşlar, arkadaşlarım hem Sayın Gergerlioğlu hem de diğer arkadaşlarımız şunu belirttiler: Bu bir vicdan meselesi. Birçok şeyi kanunlarda arayabiliriz, birçok şeyi hukukla anlatabiliriz ama insanların çalışma hakkını engellemeyi ve onları yaşarken öldürmeyi hukukla da siyasetle de açıklayamayız. Bu bir vicdan meselesi ve burada eğer gerçek anlamda vicdanlıysak bir zamanların en azından kendini mağduru ilan ettiği "28 Şubatın mağduru" diye ifade eden AKP'nin bugünün bu zalimane tutumlarına karşı milletvekilleri olarak hep beraber tutum almamız gerekir. Bu, siyasetüstü bir meseledir, asla ama asla bir partinin siyasi ideolojik bakış açısına kurban edilecek bir mesele değildir. Her birinizin çocukları var, her biriniz bu ülkede yaşıyorsunuz, bu ülkenin yurttaşlarısınız, aileniz var, çevreniz var ve eminim ki o çevrenin içerisinde de bu haksız, hukuksuz KHK'yle işten atılan ve size de gelen onlarca arkadaş var, yüz binlerce arkadaş var. Onlara karşı nasıl boynunuz bükükse yarın öbür gün bu teklif yasalaşırsa bundan sonrası için de boynunuz bükük olacak, yüzüne bakamayacaksınız ve hep beraber tarih karşısında suçlu olarak ilan edileceksiniz değerli arkadaşlar. Kimsenin çocukluğundan başlayarak geleceğini öngörmeme hakkı diye bir şey olamaz, öngörememesi olamaz. Yani, ben bir tıp fakültesinde okuyorsam şunu bilmem lazım: Ben yarın öbür gün mezun olduğumda hekimlik yapabileceğim. Bunu bilmediğim bir süreçte nasıl tıp fakültesini tercih edeceğim, nasıl tıp fakültesine gideceğim ve nasıl kendimi güvende ve özgür hissedeceğim? Bu soruları da yüksek sesle her birimizin kendisine sorması gerekiyor diye düşünüyorum.

Son olarak da şunu ifade edeyim: Bu, böyle çok hızlı bir şekilde geldi ve bu konuda en azından CHP'li milletvekili arkadaşların verdiği bir öneri vardı alt komisyona havale edilmesine yönelik. Örneğin, niçin alt komisyona gönderilmemesi gerektiğini yani niçin reddettiğinizi duyamadık. Niçin reddettiniz bir alt komisyona gitmesini ve bu teklifin daha esaslı bir şekilde tartışılıp gerçek anlamda bir uzlaşıyla yukarıya çıkmasını niçin istemediniz örneğin? Bunu gerçekten merak ediyorum. Yani burada oturduğunuz zaman siyasi parti rozetiyle her zaman oturmak zorunda değilsiniz. Evet, bazen siyaseten söz söylememiz gerekir ama bazen de siyasetüstü söz söylemeniz gerekir, siyaset gömleğini çıkararak söz söylemeniz gerekir, insan kimliğiyle söz söylemeniz gerekir, vicdanınızla söz söylemeniz gerekir ki yarın öbür gün daha eşit, daha özgür, daha demokratik bir ülkede hep beraber yaşayabilelim, ortaklaşabilelim, uzlaşabilelim ve bugün yaratılan bütün bu mağduriyetleri giderebilelim. Aksine bu hamasi tavırlarla "Biz yaptık olur, bundan sonra da yaparız; siz de çoğunluk değilsiniz, bakarsınız." tarzıyla Türkiye yeni 15 Temmuzlara, yeni darbelere, yeni antidemokratik yasalara kapı aralamış olur. O yolda hepimiz karanlığa sürükleniriz. Türkiye bir diktatörlüğe doğru zaten gitmiş, faşizm koşullarında yaşıyoruz, bu da bu faşizmi derinleştirmekten başka bir işe yaramaz diyorum, hepinizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum.

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.

Şöyle bir uygulama yapmak istiyorum: Komisyon üyesi arkadaşlarımdan konuşmak isteyen varsa öncelik ona vereceğim, ondan sonra bu konuşmalara, tamamı üzerine yapılacak konuşmalara, yapılan konuşmalara cevap vermek üzere teklif sahiplerine ve sayın bakanlık yetkililerine bir söz vermek istiyorum.

Onun için, önce Komisyon üyesi arkadaşlar...