KOMİSYON KONUŞMASI

CAVİT ARI (Antalya) - Sayın Başkan, sayın milletvekili arkadaşlarım, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, değerli bürokrat arkadaşlar; kalkınma planı, öncelikle, Anayasa'mızda yer almakta ve Anayasa'mızın 166'ncı maddesinin ikinci fıkrasında "Planda millî tasarrufu ve üretimi artırıcı, fiyatlarda istikrar ve dış ödemelerde dengeyi sağlayıcı, yatırım ve istihdamı geliştirici tedbirler öngörülür; yatırımlarda toplum yararları ve gerekleri gözetilir; kaynakların verimli şekilde kullanılması hedef alınır. Kalkınma girişimleri, bu plana göre gerçekleştirilir." denmektedir. Dolayısıyla kalkınma planı kabul edildiği takdirde, Anayasa hükmü gereğince, bundan sonraki yapılacak olan tüm yatırımların bu yatırım programına uygun olarak gerçekleştirilmesi bir anayasal yükümlülüktür.

2014-2018 döneminde yürürlükte olan Onuncu Kalkınma Planı'nda enflasyon tek haneli olarak hedeflenmiş ancak maalesef, çok çok üzerinde bir enflasyon seyretmiştir. 2013 yılında işsizlik yüzde 9 iken izleyen yıllarda, çalışma çağı nüfusunun yanı sıra, özellikle kadınlar olmak üzere, iş gücüne katılma oranlarındaki güçlü artışlar sebebiyle, 2018 yılında resmî verilere göre yüzde 11 enflasyon yaşanmıştır. Biraz önce de dikkat çekildi, ben de bu cümleye dikkat çekmek istiyorum raporda yer aldığı için: İşsizliğin hedeflenenin üzerinde yer alması başka bir şey ancak buna bahane olarak "özellikle kadınlar olmak üzere iş gücüne katılma oranlarındaki güçlü artış" cümlesinin çok manidar bir cümle olduğunu ifade etmek istiyorum. Yani burada kadınların iş gücüne dâhil olma isteğinin olmayacağı mı planlanmış ki böyle bir cümle olmuş veya gençler iş gücü olarak değerlendirilmemiş de mi yine böyle bir değerlendirmede yer almış ve işsizlik oranının resmî verilere göre yüzde 11 ama gerçekte çok daha üzerinde yer almasına bir bahane olarak ileri sürülmüş.

İhracatımız, yine bu süreçte yavaşlamış, hedeflenenin altında. Gerekçe ise yine çok enteresan, bölgemizdeki siyasi gelişmeler. AB ekonomisinin dalgalı bir seyir izlemesi ve plan döneminde ekonomik aktiviteyi olumsuz etkileyen yurt içindeki gelişmeler, önceki yıllara göre yavaşlama sebebi sayılmıştır. Yani burada da iktidar, çok şükür ki üzerine hiçbir şey almamış! Yani ülkede ihracatın yavaşlamasının sebebi olarak yurt dışındaki gelişmeler ve diğer etkenler sayılmış, iktidarın ekonomik süreçle ilgili yaşattığı olumsuzluklara hiç değinilmemiş.

Onuncu Kalkınma Planı döneminde iş ortamının iyileştirilmesi konusunda reform niteliğinde çeşitli düzenlemeler yapıldığı belirtilmiş. Bu nedenle 2014'te 189 ülke arasında 51'inci sıradan 2018 yılında çok şükür ki 43'üncü sıraya yükselmişiz yani alkışlanacak bir durum! 189 ülke arasında 43'üncü olmakla övünen bir iktidar.

AR-GE ve yenilik faaliyetlerinin artırılması konusunda desteklemeler devam etmektedir denilse de AR-GE harcamalarının gayrisafi yurt içi harcamalar içindeki payının 2013'te yüzde 0,82; 2017'de yüzde 0,96 olduğu ve ihtiyacın devam ettiği ifade edilmiştir. Zaten bu oranlara bakıldığında AR-GE çalışmalarına gerektiği şekilde önem verilmediği de açıkça ortadadır. Ama şunu söylemek lazım: Eğer biz gelişen teknolojiye ayak uyduracaksak AR-GE çalışmalarına bütçeden hak ettiği şekilde payın ayrılması gerekmekte.

Türkiye ekonomisi, küçük ve orta büyüklükteki işletmeler yani KOBİ ağırlıklı yapısını devam ettirmekte. İstihdamın yüzde 74,2'sini katma değerin yüzde 54,1'ini KOBİ'ler oluşturmakta. KOBİ'lerin verimlilik artışı, büyüme ve kurumsallaşma ihtiyacının da yine aynı şekilde devam ettiği ifade edilmekte.

Onuncu Kalkınma Planı döneminde gayrisafi yurt içi harcamanın yüzde 4,2 seviyesinde toplam kamu sabit sermaye yatırımı yapılmış, 2013 yılı sonunda 2019 yılı fiyatlarıyla toplam yatırım tutarı 51 milyar dolar. Peki, soruyorum: Birçok değerlendirmeyi yaparken 2002 kıstasını hep alıp da günümüze göre uyarlayan iktidar olarak sizler, 2013 yılında yapmış olduğunuz yatırımların fiyatlandırmasını yaparken 2019 yılı fiyatlarıyla değerlendirme ihtiyacını neye göre hissettiniz? 2013 yılındaki verileri niye veremediniz, sormak istiyorum.

Yine, 120 milyar dolar olan 190 kamu-özel iş birliği projesi 2018'de 242'ye çıkmakta planlarınıza göre. Yine soruyorum: Bu kamu-özel iş birliği projeleri özellikle verilen garantilerle her ne kadar hizmet olarak getirilmiş gibi gözükse de maalesef sonuçta vatandaşımızın o hizmetten yararlanırken ciddi şekilde ödemeler yaptığı, fazla paralar ödendiği ve yararlanılmadığı takdirde de garanti kapsamında olan sorumluluk çerçevesinde devletimize ve sonuç itibarıyla da milletimize ciddi yükler getirildiği ortadadır. Özellikle üçüncü boğaz köprüsü dâhil, şehir hastanelerindeki garantiler ve diğer garantilerle bugüne kadar genel anlamda ekonomiye ve millete ciddi yüklerin bindiği açıkça ortada iken bakın burada kamu-özel iş birliği projesi hızlı bir şekilde artırılmış, 190'dan 242'ye çıkarıldığıyla övünülmekte.

Değerli arkadaşlar, On Birinci Kalkınma Planı'nın istikrarlı ve güçlü ekonomi, rekabetçi üretim ve verimlilik, nitelikli insan ve güçlü toplum, yaşanılabilir şehirler ve sürdürülebilir çevre, hukuk devleti, demokratikleşme ve iyi yönetişim olmak üzere 5 temel eksenden oluştuğu ifade edilmekte. Şimdi, kalkınma planında ekonominin yapısının uzun vadede istikrarı ve sürdürülebilirliği sağlayacak şekilde dönüşüme tabi tutularak eğitim hamlesiyle beşerî sermayenin, millî teknoloji hamlesiyle teknoloji ve yenilik kabiliyetinin artırılmasının hedeflendiği ifade edildi. Küresel güç odağı ülkeler kalkınma ve ekonomik büyüme süreçlerini daha çok stratejik bir yaklaşımla yönetmeye çalışmakta, kritik teknolojilerdeki yeniliklerini artırmakta ve ekonomik tercihlerinde daha çok planlı bir yaklaşım benimsemekte. Yani demek ki gelişmiş büyük ülkelerde daha çok yeni teknolojiye dayalı yatırımlar öncelenmekte ve buralar desteklenmekte.

On Birinci Kalkınma Planı'nın ülkemizde her alanda verimliliği artırarak millî teknoloji hamlesiyle uluslararası düzeyde rekabet gücünü kazanmasına yönelik daha fazla değer üreten bir ekonomik ve sosyal kalkınma süreci öngördüğünü ifade ettiğini gördük. Ancak burada şöyle değerlendirdiğimizde, bakın, nitelikli insan ve güçlü toplum olarak ifade edilen bölümde eğitim kalitesinden bahsedildiğinde dendi ki: "Önümüzdeki süreçte Türkiye'nin en az 2 üniversitesinin ilk 100 üniversite içerisinde, en az 5 üniversitesinin de ilk 500 üniversite içerisinde yer alacağı hedeflenmekte." Değerli arkadaşlar, bugünkü üniversitelerin başta yönetişim yönünü ele aldığımızda, özerkliğini kaybetmiş, daha çok iktidarın bir anlamda denetim ve kontrolünde yer alan, özgür eğitim ve bilim yuvaları olmaktan çıkarılmış üniversitelerle bu başarıyı sağlama şansınızın olmadığını sizler de gayet iyi bilmektesiniz. Kaldı ki on yedi yıllık iktidarınız süreci içerisinde üniversitelerin eğitim kalitesini şöyle gözden geçirdiğinizde, eğitim kalitesinin nereden nereye indiğini sizler de gayet iyi bileceksiniz. Bakın, son dönemlerde üniversiteye alınan öğrencilerin ve özellikle de özel üniversitelerin eğitim kalitesini şöyle gözden geçirdiğimizde, üniversitelerin kalitesini maalesef sorgular hâle geldiğimizi ifade etmek istiyorum.

Yine, yaşanabilir şehirler ve sürdürülebilir çevre noktasında da söylenebilecek çok şey var değerli arkadaşlar. Bakın, bugün kentlerimiz artık o kent kimliğini kaybeden ve dolayısıyla yeşil dokusunu kaybeden, tarihî dokusunu kaybeden ciddi tahribatlar yaşamakta. Başta İstanbul dâhil olmak üzere, tarihî geçmişiyle İstanbul silüeti olarak bilinen bir silüete dahi sahip çıkamayan bir iktidarı maalesef yaşamaktayız. Bugün birçok ilimizde tarihten bugüne yani en az iki bin, üç bin yıllık veya Osmanlı Dönemi'nden kalma birçok tarihî eserimize yeteri derecede sahip çıkılamadığını ve hatta "restorasyon" adı altında orijinalliğinin kaybettirildiğini yakinen yaşamaktayız değerli arkadaşlar. Yani adına "tarihe saygı" olarak bakarsak, restorasyonla o tarihî eserin gerçek değerini ve kimliğini koruyacak şekilde daha da ileriye doğru gitmesini sağlamak gerekirken, maalesef orijinal yapısını değiştiren restorasyonlar yapılmakta. Çünkü o işi bilen, o işin uzmanı kişilere değil, belki de en ucuz fiyatı veren, klasik herhangi bir inşaat ustasına yaptırılan restorasyonları yaşamakta bugün Türkiye. Eğer tarihe biraz saygımız varsa o tarihî eserlerin dokusuna zarar gelmeyecek şekilde restorasyonların sağlanması gerekmekte.

Yine, ilim Antalya'da da olmak üzere, birçok ilimizde bugün taş ocaklarının ve HES'lerin ciddi tehdidiyle karşı karşıya bulunmaktayız. E, şimdi "yaşanabilir şehir ve sürdürülebilir bir çevre" diyoruz. Şimdi, taş ocaklarıyla, HES'lerle doğanın tahrip edildiği, sulama suyu ve içme suyu kaynaklarının tahrip edildiği yani doğanın bir anlamda bozulduğu, katledildiği bölgelerde yaşanabilir şehirler statüsünün bulunmadığını düşünmekteyim. Bu konuda, özellikle taş ocakları, mermer ocakları ve HES'ler konusunda gerekli önlemlerin acilen alınması gerekir.

Bir gün Antalya'ya havadan şöyle bir göz atma imkânınız olursa her tarafının -delik deşik- taş ocağı ve mermer ocağı olduğunu görebilirsiniz. Kaldı ki Antalya ve Muğla'nın pilot bölge olduğu ve bu ruhsatların verilme koşullarının daha da zorlaştırıldığı iddia edildiği hâlde böyle. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, bu konuda sizlerden özel bir destek talep ediyoruz.

Yine, hukukla ilgili, hukuk devleti ve demokratikleşmeyle ilgili söylenebilecek çok şey var bu yatırım programında, daha doğrusu hiçbir şey yok, onu söylemek istiyorum. Yatırım programı, On Birinci Kalkınma Planı...

Önce şunu söyleyeyim: Bakın, belki daha önce hazırlanmış bulunan ve defalarca uygulamaya konulmuş olan planların sanki bir kopyalama yöntemiyle bugün sunulduğunu tahmin ediyoruz. Öyle ki burada hedeflenen birçok proje veya taahhüdün yani hedefin, Türkiye'nin bundan en az on sene on beş sene öncesinde gündeminde olan konular olduğunu söyleyebilirim. Özellikle tarımla ilgili zaten... Her ne kadar tarım konusuna çok detay değinilmemiş ise de tarımın bugün geldiği nokta malum, ortada.

Şimdi, hukukla ilgili bölüm çok yüzeysel ve soyut ifadelerle geçiştirilmiş ama şunu ifade etmek gerekir ki: Planlamada yatırımların tek tek sayılmasından veya nelere öncelik verileceğinden çok daha önemli olan bir konudur hukuk ve adalet. Bir ülkede, yargının bağımsız olmadığı ve yargıya güvenin olmadığı bir ülkede siz ne kadar "Ekonomiyi düzeltelim." derseniz deyin ne ekonomi düzelir ne toplumsal huzur düzelir ne de Türkiye'nin veya ülkenin itibarı düzelir. O nedenle, öncelikle, burada birinci hedef, yargının hak ettiği düzeyde güvenilir hâle gelmesi ve yargının siyasetin etkisinden çıkarılması olmalıdır. Sizin On Birinci Kalkınma Planı'nda yargının bugün içinde bulunduğu ve siyasetin etkisinde -maalesef, üzülerek söylüyorum- kaldığı ve bu nedenle de tarafsızlığını kaybettiği bu süreçten hangi yöntemle çıkılacağına dair hiçbir ibare yok. Bakın, daha önce de ben burada söyledim, yargı maalesef siyasetin etkisinde, kontrolünde. Bugün birçok hâkim kararını verirken "Acaba ilk tayin döneminde soluğu nerede alırım?" korkusu içerisinde. Böyle bir yargı ne tarafsız olabilir ne bağımsız olabilir. Biz yargıya güvenemeyeceksek, yargıya ihtiyaç hâlinde sığınamayacaksak nereye gideceğiz? Eğer bir ülkede yargıya güven kalmamışsa o toplumda huzur kalmamış demektir.

BAŞKAN - Sayın Arı, iki dakikanız var.

CAVİT ARI (Antalya) - Dolayısıyla, bir ülkede yatırımlar kadar, projeler kadar hukukun ve yargının bağımsızlığını gerçekleştirmek de gerekir. Bu konu çok önemli olduğu için özellikle dile getiriyorum ama kalkınma programında yargının bağımsızlığının ne şekilde geliştirileceğine dair esaslı hiçbir şey yok.

Yine, tarım demiştik. Tarım konusunda da değerli arkadaşlar, esaslı bir ifadede bulunulmadığını görüyoruz. Bugün her ne kadar On Birinci Kalkınma Planı'nda daha çok sanayileşme önceliğinin ele alındığı anlaşılmakta ve ifade edilmekte ise de Türkiye sonuçta yine de bir tarım ülkesidir ve Türkiye hep "kendi öz üretimiyle kendi kendine yetebilen bir ülke" olarak ifade edilen bir ülkeydi. Ancak tarımda uygulanan yanlış politikalar nedeniyle bugün Türkiye, maalesef, yurt dışından ithal edilecek birçok şeye muhtaç hâle getirildi. O nedenle, tarımın doğru programlanması ve doğru teşvik edilmesi çok zaruridir. Bugün, üreticimiz ürettiğinin karşılığını alamamakta. Örneğin, mevsim itibarıyla yaz sezonunda, doğru bir programlama yapılmadığı için, üretici ürettiği üründen hak ettiği parayı kazanamamakta ve bu nedenle zarar etmekte. Ürünün birazcık para ettiği dönemde de seçim yatırımı olarak tanzim satışlar gündeme getirildi ve çiftçimizi, köylümüzü rakip olarak gören bir anlayışı yaşadık. Eğer o gün tanzim satışlarla desteklenmiş tüketici varsa, bugün de yine benzer yöntemlerle desteklenen üretici olmalı. Çünkü o üretici de bizim çiftçimiz ve köylümüz. Üreticilerimizin doğru programlarla ve doğru desteklemelerle güçlendirilmesi ve ayakta kalması sağlanmalı. Aksi hâlde tarımımız zarar görecek ve zarar gören bir tarım olması hâlinde de maalesef ki samanı dahi yurt dışından ithal eder hâle geleceğiz. O nedenle, tarım konusunda da dikkatli olmamız gerektiğini ifade etmek istiyorum.

Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Çok teşekkür ediyorum.