KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın hazırun, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Dün Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın sorulara verdiği veya eleştirilere verdiği cevaplardan anladım ki aynı dilden konuşmuyoruz yani bayağı ciddi bir farklılığımız var. Yani ben girişte bunun altını çizerek başlamak istiyorum.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bu metinde "rekabet", rekabet gücü olarak anlaşılıyor. Yani rekabet gücü, bir malın dış piyasalardaki konumuyla ilgili olarak ya da potansiyeliyle ilgili olarak kullanılan bir terim bu. Ama rekabet sadece bu anlama haiz değil ki. Ben, doğrusunu isterseniz dijital formatta bunu "rekabet" diye yazdım ve baktım kaç yerde kullanılmış diye ve nasıl kullanılmış diye. Hemen hemen hepsi rekabet gücü olarak algılanıyor. Yani firmalarımızın yurt dışında başarılı olabilmesi için onların güçlü olmasını sağlayacak tedbirleri düşünmüş oluyor yani kalkınma planındaki bütün mantık bu. Fakat arkadaşlar, rekabet sadece bu anlama gelmiyor ki benim dün "mikro reformlar" diye altını çizmeye çalıştığımı konuyla doğrudan bağlantılı bir anlamı var rekabetin.

Şimdi, rekabetin anlamıyla ilgili olarak birkaç şey söyleyeyim size. Serbest rekabet ki siz sayfa 27'de diyorsunuz ki: "Kurallı tam rekabetçi serbest piyasanın gelişimi desteklenecektir." "Kurallı" ne demek diye yani bilmiyorum burada hiçbir şekilde açıklamasını görmedim. Ama "kurallı" dediğimiz şey şu: Firmalar fiyat anlaşması yapamazlar, bu bir. İkincisi, piyasada hâkim olan firma hâkim durumunu kötüye kullanamaz, rekabeti bozucu eylemlerde bulunamaz. Üç, herhangi bir firma manavdan portakal satın alır gibi başka şirketleri satın alamaz. Bunlar serbest piyasa dediğimiz firma dünyasında olması gerekenlerdir. Bunlarla ilgili hiçbir şey söylemiyor bu metin. Ve şunu söylemek istiyorum size: Bu çerçeveden baktığımızda Türkiye'deki ekonominin yüzde 70'i böyle çalışmıyor. Dolayısıyla da böyle çalışmadığı için "kurallı tam rekabet piyasası" diye bir piyasamız yok bizim. Ben isterdim ki buna bir referans, en azından bu konuda ne düşündüğünü, beş yıllık plan içinde bir şey söylenir diye umdum ama hiç böyle bir şey yok. Cümle geçiyor, "kurallı" deniyor ama kuralın ne anlama geldiği belli değil.

Dolayısıyla da buradan uzatmadan şunu söyleyeyim arkadaşlar: Rekabet ikili anlamı olan bir kavramdır. Bir tanesi rekabet gücü anlamına gelir, bir diğeri de piyasalardaki firmaların davranışlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla da eğer siz veya genel olarak biz, Türkiye, bu piyasalarda eğer serbest rekabet gibi bir amacınız varsa -ki olduğunu söylüyorsunuz, bu konuda hiç kuşkunuz da yok üstelik, dünyadaki bundan kuşku duyan gelişmelere rağmen siz tam rekabet piyasasını gerçekleştireceğinizi söylüyorsunuz- o zaman, bunun en azından anlamına ilişkin bir şeyler söylemiş olmanız lazım. Ben burada bunları görmüyorum.

Ama görmediğim çok şey var doğrusunu isterseniz. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım açıkladı, bu metnin arkasında çok emek olduğu söyleniyor fakat bana göre, kimse kusura bakmasın ama birçok yargısı teorik olarak doğru değil. Yani bir tanesini hemen okuyayım size: Esnekleşmenin verimlilik artırdığını söylüyorsunuz. Alın size bir çalışma, 2 çok saygıdeğer akademisyen, biri Erol Taymaz ODTÜ'den, diğer Şeref Saygılı Merkez Bankasından, Aykut Lenger de Ege Üniversitesinden. Altıncı Verimlilik Kongresi, Sanayi Bakanlığının yaptırdığı bir çalışmada şunu söylüyorlar: "İş gücü esnekliğini ön plana çıkan firmalar verimsiz ve daha az yenilikçi olan firmalardır." Başka yerde: "Türkiye'deki firmaların önemli bir kısmının iş gücü esnekliği, tedarikçilerin fiyatlarının baskılanması gibi maliyeti düşürücü pasif stratejileriyle rekabet gücü kazanmaya çalıştıkları görülmektedir." Şimdi, dolayısıyla da yani esnek üretim, esneklik, taşerona vermek iş gücünü vesaire, bunlar doğrudan doğruya verimliliği artıran işler değildir ama burada çok böyle kesinmiş gibi, esnekleşmenin verimliliği artırdığına dair şeyler söyleniyor.

Bir diğer konu -ki dün değinmiştim- sayfa 31'de "İstihdam artışı, gelir dağılımında iyileşme sağlanmasının asli aracı olacaktır." diyorsunuz. Arkadaşlar, istihdamın artışı üretimle ilgilidir ama bölüşümle ilgili değildir. Bu çok teknik yani herhangi bir iktisatçının görebileceği bir gerçekliktir bu. Bunu buraya yazmışlar hangi arkadaşlarsa.

Enflasyon ve faiz arasındaki ilişkiye dün değinildi. Şimdi, burada öyle bir anlamda konuşuluyor ki sanki enflasyon ile faiz arasındaki ilişki tek yönlü bir ilişkiymiş gibi konuşuluyor. Enflasyon ile faiz arasındaki ilişki ikilidir. Biri maliyetlerle ilgilidir yani maliyetlerin içinde olduğu için faizler, dolayısıyla da maliyet enflasyonu dediğimiz meseleyle ilgilidir ama öte yandan faizler talepten kaynaklanabilir, talebin arzı aşması hâlinde fiyatların yükseldiği duruma biz aynı zamanda enflasyon deriz. Şimdi, burada öyle bir anlamda söylenmiş ki: "Efendim, üretim maliyetleri içinde faiz var, faizin düşmesi -evet, düşmesi lazım- lazım, üretim böylelikle artacak ve enflasyon önlenecek." Bu, her zaman böyle olmaz ki. Zaten Sayın Cumhurbaşkanının yanıldığı şey bu yani dilimiz döndüğünce her türlü araç gereçle anlatmaya çalışıyoruz. Gerçi bizim ana akım medyada, televizyonda çıkıp da konuşma şansımızı elimizden aldılar ama şunu söyleyebilirim: Kendi başına doğru gibi gözüken bu fikir esasında olayın tek yönüdür yani maliyet enflasyonuyla ilgili olarak biz faizlerin düşmesinin üretimi artırıcı etkisinden söz edebiliriz ama eğer enflasyonumuz talepten kaynaklanıyorsa o zaman bunun tam tersi doğrudur, o zaman faizleri yükseltmemiz lazımdır. Dolayısıyla da bunu mesela anlamakta zorlanıyorum hakikaten, bu kadar arkadaş burada çalışmış.

Başka bir şey daha söyleyeyim size mesela: Tasarrufları artırmaya karar vermişsiniz, bu planda o gözüküyor. Tabii ki mantıklı çünkü sonuç olarak yatırımlarınızı eğer dış finansmanla karşılama koşulları oldukça zorlaşmışsa sıcak para gelme ihtimalî giderek azaldıkça tabii ki tasarruflara yönelmeniz lazım ama arkadaşlar, Allah aşkına yani diyorsunuz ki: "Tasarrufları artıracağız." Nasıl artıracaksınız faizlerin düştüğü bir ortamda? Faizleri düşüreceksiniz, biliyoruz. Siz düşürmeseniz de FED düşüreceği için siz düşüreceksiniz zaten. O sebeple de tasarrufları artıramazsınız, bu hedef doğru bir hedef değil. Keşke artırabilsek yani ben tabii ki tasarrufların artırılmasını, yatırımların kendi kaynaklarımızla finanse edildiği bir Türkiye'yi ben de özlüyorum ama böyle bir durumda değiliz ve bunu beş yıllık plana yazamayız gibi geliyor bana.

Yine, bence planın, planı yazan arkadaşların teorik olarak da -doğrusunu isterseniz- eksik olduğu bir yere daha değinmek istiyorum: Ölçek ekonomileri. Ölçek ekonomileri maliyet düşürücü bir unsur olarak kabul edilir, ölçekler ne kadar büyürse maliyetler de o kadar düşer, bu doğrudur fakat arkadaşlar, bundan dolayı da bir maddeniz var, "İlave istihdam destekleri vereceğiz şirketlerin ölçeklerini genişletmeleri için." diyorsunuz. Şimdi, arkadaşlar, ben size şöyle söyleyeyim: Günümüzde teknolojiyle daha küçük ölçekli firmalar daha düşük maliyetle üretim yapabilir hâle geldiler. KOBİ dünyası nedir ki? Yani bizde belki KOBİ'ler başka anlamlar da taşıyor, finansal ulaşımdaki zorluklar vesaire ama bugün bütün dünyada KOBİ'ler gündemdedir ama bizdeki gibi finansal sıkıntıları olduğundan gündemde değillerdir. KOBİ'ler yeni teknolojilerle daha düşük maliyetli üretim yapabildikleri için daha etkindirler ve sizin ifadenizle daha rekabet gücüne sahiptirler. Onun için Xerox'ların, IBM'lerin karşısında küçücük firmalar başarılı oldular. Apple değil mi? Koca IBM -ben hatırlıyorum o tarihleri- batmak üzereydi. Dolayısıyla da arkadaşlar, ölçek ekonomileri, bu çok eski bir inançtır. Mesela şöyle derler, bilenleriniz belki vardır, Stalin sorarmış mesela çimento fabrikası yapılırken danışmanlarına: "Amerika'da yılda kaç ton kapasiteli kurulmuş en büyük çimento fabrikası?" Diyelim 50 bin ton, atıyorum. "Yapın 100 bin ton." dermiş yani büyük olan daima daha iyidir diye düşünürmüş. Fakat ben anlayamıyorum, anlamakta zorlanıyorum yani "Küçük olan daha başarılı olur." konusu epey eskiden beri gelen bir konu ya da literatürde çok konuşulan konulardan, hatta magazin hâline gelmiş konulardan esasında ve benim anladığım kadarıyla böyle bir duyarlılığı yok bu metnin ve ölçek büyüyünce ilave istihdam yükleri hafifletilecekmiş, böyle de bir karar vermişsiniz.

Kredi kullanımında imkânları artırmakla ilgili bir cümleniz var burada 58'inci sayfada. Şimdi, arkadaşlar, elimizi vicdanımıza koyalım, Türkiye'deki bankacılık sistemi gayrimenkul ipoteği üzerine çalışan bir kredi sistemine sahiptir. Bunun problemi nedir arkadaşlar? Bunun problemi şudur: Gayrimenkullerin nakde çevrilmesi hukuki süreçlerin uzaması nedeniyle çok maliyetlidir ve bankalar kredi verirken bu maliyeti düşünerek yüksek faizler uygularlar. Yani siz gidersiniz, dersiniz ki: "Benim tarlam var, alın bunu, gayrimenkul olarak kullanın." ama banka ne düşünür? "Eğer bu parayı ödeyemezse ben bu arsayı nasıl nakde çevireceğim." diye düşünür. Tabii ki bu kolay bir şey değildir çünkü sonuç olarak, eğer mesela o arazinin üzerinde başkalarının hakkı varsa, miras hukuku çerçevesinde konu edilme ihtimali varsa vesaire bir yıllık, iki yıllık hukuki süreçleri gerektirebilir. Dolayısıyla da şunu söylemek istiyorum: Hukukun bu kadar ağır işlediği bir ülkede siz kredileri kolaylaştıramazsınız arkadaşlar, böyle bir şey olmaz ama dersiniz ki: "Biz yaparız, olur." Olur ama eğer gerçekten Türkiye'de yapısal bir dönüşüm diye bir derdimiz varsa emin olun işe ta buradan başlamak lazım. Çünkü kredi konusu, özellikle KOBİ'lerin... Galiba dün arkadaşlar söyledi, herkesin bildiği bir ifade olarak söyleyeyim size, yüzde 95-96 civarında Türkiye'deki şirketlerin KOBİ olduğu söylenir. Nedir onların özellikleri? Bir tek özellikleri vardır ya da sorunları vardır, ben size söyleyeyim: Krediye ulaşabilmek. Krediye ulaşamıyorlar. Yani mesela ben şunları hatırlıyorum: 2008 krizi için 2009'da "Bizi teğet geçti, geçmedi." diye tartışmalar yapılırken Sayın Cumhurbaşkanının o zaman bankalara "KOBİ'lere kredi vermiyorsunuz." anlamında esip gürlediğini hatırlıyorum. Onun için de zaten Kredi Garanti Fonu'nu kullanmak zorunda kaldınız. Şimdi, dolayısıyla, bu da böyle bir konu diye düşünüyorum.

"Verginin tabana yayılması." Bu çok klişe olmuş bir laf zaten. Yahu, zaten vergileri taban veriyor arkadaşlar; Allah aşkınıza ya, yüzde 70 dolaylı vergi topluyoruz bu toplumdan biz. Yani gelirinin ne olduğuna bakmaksızın yapıyoruz biz bunu ve siz tabana yayacakmışsınız, neyi tabana yayacaksınız?

Tabii, belki en baştan şunu söylemem lazımdı, sayfa 29'da diyorsunuz ki: "Temel dönüşüm kararlarında kamu, özel sektör, sivil toplum ve diğer paydaşların katılımıyla toplumsal mutabakatın oluşturulmasına özel önem verilecektir." Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, hiç o kadar uzağa gitmenize gerek yok, biz burada toplumsal uzlaşmayı üretemiyoruz çünkü bu mekânlar toplumsal uzlaşma üretmek için düşünülmüşse de öyle çalışmıyor. Nereden anlıyoruz? Şuradan anlıyoruz: Daha biz bunları, şeyleri konuşmadık, konuşamayız da zaten yani günler sürmesi lazım. Sektörler var burada, her bir sektörün acayip sorunları var. Şimdi ne olacak? Ben size söyleyeyim: Bu akşam geçecek, yarın da aşağıdan geçecek, oldubitti, beş yıllık planımız var. Böyle yaparsınız ama bu yol değildir. Yani toplumsal uzlaşmayı burada üretebilmek lazımdı.

Fakat, tabii, "toplumsal uzlaşma" deyince yani konu genellikle ekonomik konular ama birkaç cümle de siyasetle bağlantılı söylemek isterim. Biz Türkiye olarak gerçekten fikir aykırılıkları içende değiliz, değer ayrılıkları içendeyiz, değerlerimiz farklılaştı. Onun için de fikirlerde anlaşmak mümkündür veya anlaşamazsınız, o çok önemli değildir ama değerle konu olduğu zaman insanların benimsediği değerlerden vazgeçmeleri mümkün değildir. Esasında, bu söylediğim şey, bugün metnin başında da, dünyadaki gelişmeleri özetleyen cümlelerin arkasında saklı olan bir şey, evet, dünyada korumacı politikalar yaygınlaşıyor, milliyetçi politikalar yaygınlaşıyor. Esasında bunlara biraz daha ayrıntılı baktığımızda şöyle bir şey çıkıyor arkadaşlar, bir zamanlar nasıl imparatorluklar yıkılmış, yerlerine ulus devletler geçmişse şimdi de ulus devletler içinde farklı kimliklerin kavgası yaşanıyor. O sebeple toplum kutupsallaşmış durumda. Onun için birbirimizi anlamıyoruz, aslında bir birimizi dinlemiyoruz da. Yani dinliyormuşuz gibi gözüküyoruz ama kimin ne söylediği, o kişinin ne söylediğinden daha önemli hâle gelmiş durumda. Böyle bir dünyada toplumsal uzlaşma falan üretemezsiniz Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım. Böyle bir dünyada gerçekten bir toplumsal uzlaşma üretebilmek için her şeyden önce kendi kimliklerimizin ötesinde olaya bakabilmemiz lazım. Ama ne yazık ki benim partim bu konuda ısrarlı bir perspektif sunduğu hâlde benim partimin grup başkan vekilinin dün yaptığı bence çok açık, doğru bir konuşmayı yayınlamadılar, yani bu Meclisin televizyonları, televizyon yayını yayınlamadı, herkesi yayınladı, bizimkini yayınlamadı. Ana akım televizyonları yayınladı, bizimkini kesti. Yani hepimiz siyasetçiyiz burada ve bunu içinize sindirebiliyor olmanızdan dolayı da çok rahatsızım ben açıkçası. Bu nasıl olabiliyor yani? "Efendim terörle iltisaklı bir parti." Açıklayın o zaman. Neredeymiş terörle iltisaklı olduğumuz? Bu mudur yani?

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - PKK bir terör örgütü müdür, onu söyleyin.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Ya, "PKK terör örgütü müdür?" sorusunu sormak, söylemek, tartışma yapmak değil arkadaşlar.

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Cevap vermiyorsunuz.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - E, ama ben de size başka şey sorabilirim, siz de cevap vermezsiniz. Veremezsiniz değil, vermezsiniz.

GARO PAYLAN (Diyarbakır) - Hep aynı taktik.

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Soru sizden geldi.

BAŞKAN - Son iki dakika.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Sonuç olarak, müsaade ederseniz, halisane niyetleriniz olduğundan şüphem yok ama gerçekten bunların nasıl yaşandığına baktığımızda o niyetlerinizin en azından çok da iyiye karşılık düştüğünü söylemek çok zor, demin söylediğim gibi. Ben beklerdim ki mesela Adalet ve Kalkınma Partisinin üyelerinin bizim grup başkan vekilimizin konuşmasını yayınlamamasına bir tepki çıkarmasını beklerdim. Bunu yapamıyorsunuz, niye yapamıyorsunuz? Ben size söyleyeyim niye yapamadığınızı: Çünkü şunu görmek durumundasınız, görmeyeceksiniz yani bazen konuşuyorum, biliyorum ki siz kendi kimlik dünyanızdan bakarak beni anlamaya çalışıyorsunuz ama ben size şunu söyleyeyim: Cumhurbaşkanı hükûmet sistemi yanlıştır. Nokta. Yanlıştır. Yani bu kadar dayanışmacı bir toplumda, bu kadar birbirine saygı göstererek davranan bir toplumda kaçınılmaz olarak biat kültürü yaygınlaşır ve gelişir. Ben şundan çok eminim, Sayın Cumhurbaşkanımızın önerdiği veya söylediği herhangi bir şeye itiraz edebilmek size kolay değil ama siyaset de budur gibi geliyor bana.

Dolayısıyla, uzattım belki ama, galiba son dakikalarım, özetle söylemeye çalışayım: Her ne kadar Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, bu metni çalışan çok sayıda insan olduğunu, arkasında çok çabanın, çok emeğin olduğunu söylüyorsunuz, inanıyorum öyledir ama emin olun iktisadi teoriler açısından baktığımızda son derece yanlıştır. Türkiye toplumunun, Türkiye ekonomisinin yapısıyla ilgili olarak da yanlış bir perspektife sahiptir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Dolayısıyla da tabii ki ben size şunu söyleyemeyeceğim, yani değiştirelim, bunu bilmem ne yapalım diyemeyeceğim çünkü siz bunu yaptınız, buraya getirdiniz ve burada geçirmek zorundasınız. Onun için de o uzlaşmayı yaratabilecek imkânımız yok ama hani ne işe yarayacaksa, söylüyorlar "Tarihe not düşmek." diyorlar ama onun da ne anlama geldiğini çok anlamış değilim ama yine de insanoğlu konuşmadan yapamıyor. Ben de söz aldım konuştum.

Teşekkür ederim.