KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. İktidarıyla muhalefetiyle yıllardan beri sularımıza çok kıymet veriyoruz ama denizler başta olmak üzere su kaynaklarımız son derece ciddi sıkıntıyla malul vaziyette. Ben Türkiye'nin pek çok noktasında dalış yapıyorum yıllardan beri. Balıkçılık da yapıyorum, su altı avcılığı yapıyorum, amatör balıkçılık yapıyorum ama özellikle bu dalışlarda seneden seneye sualtı çeşitliliğinin ciddi manada azaldığını bizzat müşahede ettim.

"Karekin Deveciyan" diye bir Osmanlı Ermeni'si var, bilenler vardır aranızda. Bu vatandaş, 1915'te "Deniz ve Denizcilik" diye bir kitap yazıyor. Önemi şu kitabın: O zamana kadar sualtı kaynaklarını bir belgesel biçiminde kaleme alan ilk kişi ve özellikle İstanbul bölgesinde şu anda türü tükenmiş olan, şu anda olmayan onlarca balıktan bahsediyor. Hatta Reşat Ekrem Koçu meşhur İstanbul Ansiklopedisi'nde ondan şöyle bahseder: "Karekin Deveciyan olmasaydı biz sualtı kaynaklarımızı, gerçekten nerede, ne kadar balığımızın olduğunu bilemezdik." diye. Hâlâ satışta olabilir bu kitap, tavsiye ederim.

Bunu şundan söylüyorum: Zaman içerisinde çok belirgin bir zayıflama var. 1960'larda Moda sahilinde ıstakoz yakalayanlar hâlâ hayatta. Hatta biraz daha gerilere gidelim, bu sualtı avcılığının genellikle bizim kültürümüzde çok olmadığı ya da deniz avcılığına çok fazla kıymet vermediğimiz falan düşünülür ama Fatih Sultan Mehmet deniz ürünlerini çok severmiş hatta deniz kabukluları için de sarayda "haşeratıbahriye" diye tarif edilirmiş. Bir fermanı var Fatih Sultan Mehmet'in: "O ki Keşiş Dağı'nda -yani Uludağ- bizim sarayın balıklarını yakalayanlar var, bunlar yakalansın ve bunlara kırkar değnek vurulsun." diyor. Yani Uludağ'dan Saray'a alabalık geliyor, böyle bir aks söz konusu Osmanlı dönemi içinde konuşacak olursak fakat bugün bu fakirleşme biraz aslında kendi ellerimizle yarattığımız bir problem. Bir tanesi tabii küresel ısınma sebebiyle bizim denizlerin de ısınıyor olması, balon balığı gibi aslan balığı gibi daha çok Kızıldeniz'e has türlerin yukarı doğru çıkıyor olması. Ki, balon balığı diğer bütün balıkların levreğinden çuprasına kadar yumurtalarıyla beslenen beslenme zincirinin üst sınıfında olan canlı, Edremit Körfezi'ne kadar geldi, bu nasıl engellenebilir? Başka bir konu kuşkusuz ama küresel ısınmanın burada önemli bir etkisi var. Diğer taraftan, bizim endüstriyel kirliliğimizin yarattığı sonuçlar var, ciddi bir mesele. Endüstriyel kirlilik sebebiyle denizlerimizi kaybediyoruz.

"Kendi kendini temizliyor." diye en fazla Saroz Körfezi'ne derler, Saroz Körfezi kötü durumda arkadaşlar. Aslında son derece kaliteli suyu olan, balıkçılık açısından önemli olan bir yer olmasına rağmen son derece kötü durumda. Yaptığımız hidroelektrik santrallerle -özellikle Karadeniz için daha geçerli bu- akarsuyun denizle buluşmasını sağladığımız hemen her projede balıkların beslenme imkânını azaltıyoruz. Yani "Bir gün hamsiye hasret kalabiliriz." dersem zannediyorum çok abartmış olmam çünkü bu balıkların beslenmesi için tatlı suyun taşıdığı alüvyonlarla birlikte denizde buluşması. Biz her bulduğumuz tatlı suya HES yapmak suretiyle elektrikten kazanıyoruz derken aslında büsbütün ciddi biçimde ekosisteme zararlar veriyoruz. Tabii bir yasa, bu yasaya ilişkin değerlendirmeler yapıyoruz ama yani bu tabloya bütünlüklü olarak baktığımızda hangi derde, ne ölçüde ilaç olacağı üzerine uzun değerlendirmelerin yapılması belki bazı konuların ciddi manada ayrıntılandırılması gerekli.

Tarım için söylemeyeceğim ama tarımla burada tabii ortak bir nokta var -pek çok konuşmacı arkadaşım buna vurgu yaptı- endüstriyel balıkçılık, endüstriyel tarım gibi var olan kaynakları tüketiyor. Ben endüstriyel tarıma karşıyım, endüstriyel balıkçılığa da karşıyım. Endüstriyel tarım nasıl monokültüre dayalı, aşırı zehir kullanımına "ilaç" diyoruz adına "tarım ilacı" diyoruz, ilaç iyileştirmeye yarar, tarım ilacı dediğimiz şey zehirdir aslında, toprağı çoraklaştırır, her sene daha fazla atmak zorundasınızdır, ilanihaye bu döngü devam eder, ta ki o topraktan verim alamayana kadar. Endüstriyel tarım monokültüreldir, farklı üretimleri engeller, küçük aile çiftçiliğini tahrip eder, ekolojik yaşantıya zararlıdır ve sağlıklı değildir. Aynı şey endüstriyel balıkçılık için de geçerli. Üç ya da dört gün önce -ben Mersin Milletvekiliyim- Mersin'de balığa çıktık, hiç abartmıyorum milyonlarca, sayamayacağımız kadar ölü balık vardı denizin üzerinde, trol geçmiş. Biliyorsunuz trol deniz tabanını tarıyor, darmadağın ediyor, özellikle erişteleri mahveder, balık yuvalarını mahveder, küçük balıkları da öldürür, büyüğü küçüğü önemli değil toplar götürür, milyonlarca balık yok olmuş. Şimdi, endüstriyel balıkçılık bir taraftan çok balık yakalayıp o sözünü ettiğiniz daha fazla balık tüketimine imkân sağlayacak bir şeymiş gibi görünüyor ama aslında kendi bindiğimiz dalı kesmenin ekonomipolitik yöntemi tarım ve endüstriyel balıkçılık. Sularımızda azalan balık çeşitliliğin çok önemli sebeplerinden bir tanesi endüstriyel tarım, endüstriyel balıkçılık ve endüstriyle balıkçılığın da o hâliyle dahi yeterince denetlenemiyor olması, yeterince kontrole tabi tutulamıyor olması. Peki, o zaman bu fasit daireden nasıl çıkacağız, nasıl bu problemi çözeceğiz mesele biraz burada.

Dolayısıyla nasıl ki endüstriyel tarıma bir alternatif olarak kooperatiflere dayalı küçük aile çiftçiliğinin örgütlenmesini esas almalıysak çünkü dünyada küçük aile tarımı dünya tarımsal üretiminin aşağı yukarı yüzde 80'ini endüstriyel tarıma rağmen karşılıyor, bu çok önemli bir şey. Bizde ise küçük aile tarımı yıllar içerisinde çeşitli sebeplerle en fazla da uluslararası sermayenin Anadolu coğrafyasındaki tahrip edici etkisi sebebiyle tasfiye olmuş durumda, tasfiye olmak durumunda. Arkadaşlar, tarımla uğraşan çiftçilerin ortalama yaşı 52-53. 52-53 yaşındaki insanın üretim yapabilmesi neredeyse mümkün değil, bunun yanında tabii, girdilerden falan bahsetmiyorum. Bu meseleyi çözmenin yöntemi yalnızca ve yalnızca küçük aile çiftçiliğini kalkındırmaya dönük, onların kooperatifler biçiminde örgütlenerek sermaye karşısında güç ve etki sahibi olmalarını sağlayacak örgütsel formlar yaratmak. Ama bizim şu anda mevzuatta yer alan Kooperatifler Yasası'nı daha demokratikleştirerek bunu bu hâle getirmek çünkü "kooperatif" deyince vatandaş "Kim bizi kandıracak?" duygusuyla karşı karşıya kalıyor. Haklı mı? Evet, yaşanan çok kötü pratikler var. Bunun benzerinin denizler için de geçerli olması gerekir diye düşünüyorum. Yani burada kooperatiflerin yapacağı bazı işler onlardan alınarak başka bazı kurumlara tevdi edilmiş bu vazifeler oysa endüstriyel balıkçılığın yerine belki bunu tam anlamıyla çöp tenekesine atmak mümkün olmayacaktır ama amatör balıkçılığı kooperatiflere, su ürünleri kooperatiflerine dayanan ve üreticinin örgütlenmesini temel alan örgütsel formlar yarattığımız koşullarda büyük bir iş yapmış oluruz. Ama metnin esasına bakıldığında orada kooperatiflerin olması...

Ki, iktidarın da kooperatifler üzerinde bir çalışmasının olduğuna ilişkin bir duyumumuz var, bilmiyorum ne kadar doğrudur, yanlıştır. Hâl böyleyken yani kooperatifçilik tüm dünyada bir geçer akçe hâline geliyorken bunu artırmak yerine onun fonksiyonlarını azaltmak ve tarım gibi, balıkçılık gibi, ormancılık gibi alanlarda bunun fonksiyonlarını güçlendirmek ve bu biçimde üreticinin örgütlenmesini sağlamak yerine onu ikinci plana iten yaklaşımların uzun vadede ciddi sıkıntılar yaratacağı kanısındayım.

Cezalarla bu işler çözülmüyor arkadaşlar. Bir de kim kime ceza veriyor? Bak, açık bir şey söyleyeyim: Bu sahil hatlarında mesela, gece zıpkınla, tüple orfoz avlayanlar var, ben buna tanık oldum -biliyorsunuz, orfoz avı yasak çünkü türü tükenen canlılardan bir tanesi, balıklardan bir tanesi- hem jandarma komutanlığına hem sahil güvenliğe hem Ankara Sahil Güvenlik Komutanlığına telefon ettim, birkaç yıl önceydi, ihbarda bulundum yani. Acı olan ne biliyor musunuz? Jandarma komutanlığına 2 kova balık verip balıkçılar balıkçılıklarına devam ediyorlar yani bu kötü bir şey tabii. Denetlemeyi nasıl yaparız bilmiyorum ama denetlemenin bu biçimiyle de meseleyi çözmediğini hele cezayı artırmak esasına dayalı bir fikriyatla bu işin altından kalkmanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

Hadi kaçak balıkçılığa, türlerimizi yurt dışına çıkaranlara cezayı yazdık, devlete ne yapacağız? Mesela, endüstriyel kirliliğin en önemli sorunlarından bir tanesi Enez Nehri'ne gidin, Enez Nehri yılan balıklarının uğradığı bir yerdir. Yılan balıkları Saragosa Körfezi'ne kadar gidiyor arkadaşlar yani bu kadar enteresan hayvanlar, gelip Enez Nehri'nde ergenliklerini geçiriyorlar. Enez Nehri arsenik akıyor, siyanür akıyor. Devleti ne yapacağız? Hükûmeti kastediyorum yani. Bakanla konuşmuştuk bir tarihte "Valla, bu kadar şeye 'Filtre yapın.' dersem, bunlar kapatırlar." dedi. Ne olacak peki? Bu nehirler kirlenmeye devam edecek. Bilmiyorum yani büyük boyutlu nehirlerimizden kaç tanesi gerçekten temiz? Bu çok temelli bir mesele. Dolayısıyla vatandaşa ceza yazmaktan ziyade su ürünleri politikasını yeniden ele alan, yeniden değerlendiren ve gerçekten derde derman olan bir perspektife ihtiyaç var. Hani 3 tarafı denizlerle çevrili kavramsallaştırması ya da edebiyatı var ya, evet ama bu 3 tarafımızdaki denizleri lağım olarak kullanıyoruz, oradan çıkanı da yiyip sağlığımıza kavuşacağımızı düşünüyoruz. Balıklardaki ağır metal oranı, özellikle dip balıklarındaki ağır metal oranını... Ben mesela, kızıma yedireyim mi yedirmeyeyim mi bilmiyorum, çok seviyor balığı, bayılıyor, 9 yaşında. Ama şimdi ne kadar cıva, ne kadar kadmiyum, ne kadar kurşun... Bunların her biri çok temelli meseleler. Japonya'da biliyorsunuz, bir tarihte cıva zehirlenmesinden çok sayıda insan hayatını kaybetmişti, balık sebepli ürünlerdendi. Şimdi, bunu bilmiyoruz.

Tabii, sularımız o kadar orijinal ki Karadeniz'de hamsi denen balık dünyanın başka bir yerinde yok. Kalkan... İstavriti biz severiz, istavriti kuzey ülkelerindekiler yemezler, tadı yok ama istavrit çok lezzetlidir bizim memlekette. Lüfer Amerika'ya kadar gider, Amerika'dakiler köpek balığı avlarlar, Karadeniz'den çıktıktan sonra tadının bozulduğu söylenir ki bence doğrudur. Lüfer bizim baş tacımızdır, olsa da yesek deriz, onların da sayısı giderek azalıyor.

Uzun lafın kısası şu: Evet, kırk küsur yıldır ele alınıyor olması eyvallah ama bu bir gecikmişlikse eğer meseleyi temelli çözecek, devletin sorumluluğunu başka kurumların ya da kişilerin üzerine ihale edeceği değil, birinci planda kendini hem yasa yapan olarak hem bunu denetleyen olarak sorumlu göreceği ve bu meseleyi bir master plan çerçevesinde Türkiye'deki bütün denizler ve akarsular için geçerli olabilecek bir perspektifle ele alması doğru olacaktır diyorum.

Tasarıda olumlu taraflar olmakla birlikte böylesi bir hâletiruhiyeden uzak olduğu kanısındayım.

Teşekkür ediyorum.