KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın üyeler, değerli bürokratlar ve basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, doğrusunu isterseniz konuşmayı geç istememin bir sebebi vardı, o da bu yılkı bütçenin nasıl cereyan edeceğine, müzakerelerinin nasıl olacağına dair bir izlenim edinmek istedim. Biraz umutsuzca bir istekti bir tarafıyla çünkü gerçekten yine geçen seneki gibi bir ortamda bir şeyler konuşacağız, muhtemelen suya yazı yazacağız, Durmuş Bey'in söylediği gibi. Efendim, şöyle bir şey var tabii ki: Müzakere etme en azından karşı tarafla ilişkin olarak, daha doğrusu tarafların birbirleriyle ilişkili olarak ikna etme olasılığını hissetmeleri lazım. Aksi takdirde, konuşmanın ya da müzakere ediyor gibi yapmanın da bir âlemi yok çünkü biliyorsanız eğer karşı tarafın herhangi bir şekilde ikna olma ihtimali yok, öyle bir kararlılık gösteriyorlar, dolayısıyla da gerçekten konuşmanın çok bir kıymetiharbiyesi yok duygusunu ben bu Komisyonda da bu Mecliste de geldiğimden bu yana bu duyguyu hep alıyorum. Şimdi, buna demokrasi diyoruz ama bu, demokrasi falan değil arkadaşlar yani elimizi şöyle söyleyeyim: Bu hakikaten tiyatrovari bir şey yapıyoruz esasında, gerçeklere dokunmadan gerçekmiş gibi bir şey yapıyoruz. Birtakım rakamlar konuşuyoruz falan, sanki bunların herhangi bir kıymetiharbiyesi varmış gibi, aslında yok arkadaşlar. Yani maalesef, dediğim gibi şimdi yine konuşacağım, sonuç olarak bu duygu içimde bir çelişki olarak yaşadığım bir duygu, söylemeden de geçemedim. Yine konuşacağız, işte ben de kendime göre bütçenin sorunlarıyla ilgili bazı şeyleri ifade etmeye çalışacağım.

Şimdi, neden böyle düşünüyorum diye sorarsanız, esasında galiba iki sebebi var. Bunlardan bir tanesi bu bütçe yapma sürecinin, bütçe tartışma sürecinin sağlıklı olmadığına dair gözlemler yani böyle bütçe olmaz gibi geliyor bana. Yani bunu bir şirkette de yapsanız olmaz, şirkette de farklı görüşlerin, farklı departmanların yöneticileriyle bir araya geldiğinizde herkes kendi gerçeğini ifade eder ve sonuçta üst yönetim bu gerçekler üzerinden bir bütçeleme yapar. Şimdi, bu böyle olmuyor burada. Sabah arkadaşım Garo Paylan ısrarla bir şeyler söylemeye çalıştı, ne kadar anlaşıldı çok da emin değilim ama aslında Garo Paylan'ın önerdiği şey: Batılı -tırnak içinde söylüyorum- demokrasilerde olan bir şey esas itibarıyla. Yani bütçe hakkının kullanılması anlamıyla Parlamentoya ait bir şey, bir hak ve bu hakkı yerine getirirken de gerçekten hakkı verebilmek için sahici bir tartışma ortamı lazım. Yanlış anlamayın ama bir dönem, yurt dışında bulunduğum zaman, bir televizyon programında bir üst düzey generalin kan ter içinde kaldığını gördüğümde çok şaşırmıştım, karşısında parlamenterler vardı sonuçta. Fakat ona soruyorlardı -hatırlamıyorum şimdi ama- 25 sente alınmış olan bir vidanın esasında piyasada 10 sent olduğunu söylüyorlardı ve niçin böyle bir karar verdiğini sorguluyorlardı. Karşılarındaki general -sanırım Genelkurmay Başkanı düzeyinde birisi- hakikaten, şaka yapmıyorum, böyle mendilini çıkarıp ikide bir alnını silmek zorunda kalıyordu. Gerçek böyle bir şey yani gerçek tartışma dediğimiz böyle bir şey olmalı ve eğer biz demokrasiden söz ediyorsak -ki çok ediyoruz- kabul edin ki Türkiye'de sandık dışında demokrasiyi anlamış değiliz zaten ve birçok şeyde olduğu gibi "mış gibi" yaparak geçip gidiyoruz.

Ben bunları belirtme ihtiyacı hissettim çünkü bir bütçe geldi önümüze fakat bütçe öyle bir geldi ki arkadaşlar, tamam, Sayın Başkan söylüyor "2018 yılının kesin hesap meselesini de tartışmak zorundayız burada." diyor ve bunun İç Tüzük tarafından elinin bağlandığı bir durum olduğunu söylüyor, bunu anlıyorum. Ama şu da açık: Allah aşkına, geçen dönem ne olduğunu bilmeden bu dönem ne olacağıyla ilgili olarak laf edebilir miyiz? Yani ilk konuşmacı Bülent Kuşoğlu benim de duygularımı ifade etti, hiçbir hedef tutmamış bir önceki bütçede. Yani orada rakamları koymuşuz ama gerçekleşmelere bakıyoruz, hiç ilgisi yok. E, ne oldu şimdi? Bütçeniz var mıydı? Vardı ama bütçe yoktu da. Üstelik, açıkçası, bütçe hakkına da halel gelen bir şekilde bir uygulama yaptığımızı düşünüyorum. Yine yanılmıyorsam Bülent Bey bahsetmişti, Parlamentoda tartışılmadan 70 milyar liralık bir harcama yetkisini Cumhurbaşkanlığına vermiş olduk; bir sebebi bu.

Diğer sebebi de şu arkadaşlar: Yani şimdi bakıyorsunuz, bütçe yüzde 5'lik bir büyüme hedefi koyuyor kendine. Daha geçenlerde Dünya Bankası Başkanı bir açıklamada bulundu "Önümüzdeki dönemde ticaret hacmi çok ciddi bir şekilde daralacaktır -hatta bir rakam da telaffuz etti- 700 milyar dolar civarında bir daralma olacaktır yani ayağınızı denk alın." dedi bir bakıma, özellikle borçlanma durumunda olan ülkeler açısından ki bizi de ilgilendiriyor. Şimdi, ona rağmen biz yüzde 5'lik bir hedef koymuşuz. Belli ki gerçekleşmesi mümkün olmayan ama koymuşuz, ona göre hesap yapmışlar. Tahmin ediyorum, bir makro model çerçevesinde, yüzde 5 büyüme hedefi üzerinden giderek bir bütçe oluşmuş. Fakat bu bütçenin gerçekleşme ihtimali yok arkadaşlar, en azından geçen döneme bakarak bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bütçe de hayalî bir bütçe bence. Ha "Bir anlamı ve yararı var mı?" derseniz, doğrusu, onu çok iyi bilemiyorum. Eskiden vardı ama Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçtiğimizden bu yana, kararların doğrudan doğruya saraydan, Külliye'den alındığı bir ortamda, bu kararlara itiraz etme potansiyeli olan bürokratların da itiraz etme şanslarının olmadığı bir ortamda bu hedeflere ulaşmanın pek mümkün olmadığını söyleyebiliriz.

Yine benden önceki konuşmacıların çoğu altını çizdi, ben de onu belirterek devam edeyim. "Hakikaten bu bütçe nasıl bir bütçe?" diye baktığımızda, bu bütçe Türkiye'nin ihtiyacı olan bir bütçe değil, bu rakamlar itibarıyla söylüyorum. Biz iktisatta bütçeyi konuşurken hep şöyle bir örnekten gideriz, daha doğrusu bir ülkenin genel olarak kaynak dağılımıyla ilgili olarak deriz ki: "2 mallı bir dünya düşünün, birinde silah üreteceğiz, diğerinde yağ üreteceğiz; bütün kaynaklarımızla silah üretseydik ne kadar olurdu, bütün kaynaklarımızı yağ üretimine ayırsaydık ne olurdu?" sorusunun cevabı olarak ortaya çıkan bir eğri içinde bir tercih yapmayı öğretiyoruz. Şimdi, buradan da baktığımızda, esasında gerçekçi olmamalarına rağmen bu rakamların da fikrî olarak altında yatan şey, büyük ölçüde güvenlikçi bir bütçeyle karşı karşıya olduğumuzdur. Bunu anlayabiliyorum -arkadaşlarım muhtemelen bunu söylemeye hazırlar- denilebilir ki: "Yahu, iyi de bu kadar gerginlik yaşıyoruz, Suriye'de şunlar oluyor, içeride bunlar oluyor dolayısıyla da tabii ki güvenlik harcamalarımız artacak." Benim hesabıma göre 141 milyar Türk lirası. 125 milyar Türk lirası olan Millî Eğitim Bakanlığı bütçesinin üstünde bir rakamdan söz ediyoruz. Geçen yıl bu rakam daha da düşüktü, 111 milyardı. Bu, sadece Millî Savunma Bakanlığının bütçesi değil, güvenlikle ilgili başka rakamları da yan yana getirerek bulduğumuz bir rakam. Ama şunu da söyleme hakkımız var gibi geliyor bana: Bu hakikaten gerekiyor muydu acaba? Yani bu gerginlikler Türkiye'nin kaderi miydi? Yani Suriye'de olan olaylarla, Suriye'de olan olaylarla ilişkili olarak Türkiye'nin benimsediği politikaları tartışmayacak mıyız? Mesela, bana sorarsanız ben şuna çok rahatlıkla cevap verebilirdim: Hayır, hiç gerek yoktu. Suriye'de Kürtlerle ilgili ortaya çıkacak olan sorunları aşmak için Kürtlerle birlikte davranmayı tercih ederdim belki de. Çünkü "Kürtler" dediğimiz, özellikle Suriye sınırında yaşayan Kürtler bizim ülkemizin Kürtleriyle akraba zaten. Yani dolayısıyla da Türkiye Cumhuriyeti devletinin tercihi, Kürtleri de içine alan bir şekilde, gerek Kuzey Irak'ta gerek Suriye'de onları da dikkate alan bir yerden siyaseti kurgulamak olmalıydı. Bunu ben söylemiyorum, bunu yıllar önce rahmetli Turgut Özal söylemişti. Dolayısıyla Türkiye'nin önünde böyle bir tercih de var, niye olmasın ki? Dolayısıyla da ben bir milletvekili olarak böyle düşündüğümü söylemek zorundayım. Dolayısıyla da bütçeyle ilişkilendirirsek, ben bütçede bu kadar büyük bir meblağın güvenlik harcamalarına aktarılmasından dolayı rahatsızım. Niye rahatsızım? Çünkü arkadaşlar, bu bütçede bu hâliyle, bu harcamaları yapabilmek için gerekli olan kaynaklara baktığımızda, bu kaynakların da daha çok dolaysız vergilerden geldiğini ve dolayısıyla da genel olarak toplumun ödeyeceğini görüyoruz. Dolayısıyla da bu çerçeveden baktığımızda ben savunma harcamalarına bu kadar para ayrılmış olmasından dolayı rahatsızım.

İkinci olarak: Faize 139 milyar Türk lirası ödeyeceğiz arkadaşlar, 139 milyar. Yani topladığımız verginin her 100 liralık verginin 18 lirası faize gidecek ve muhtemelen -yine, Durmuş Hoca'nın da söylediği gibi- bu bütçe denk gelmeyeceği için, daha büyük bir bütçe açığıyla karşılaşacağımız için, yine iç borçlanma, dış borçlanma derken bu faiz yükünün çok daha yüksek olma ihtimali çok açık olarak gözüküyor. Geçen sene biz demişiz ki "85 milyar lira açık vereceğiz." Ama 125 milyar lira açık veriyoruz galiba son düzeltmeyle birlikte, aşağı yukarı yüzde 70'e geliyor yanılmıyorsam, böyle bir bütçe açığıyla karşı karşıyayız. Hele önümüzdeki yıl itibarıyla, 2020 itibarıyla da bu 140 milyar Türk lirasına varacak.

Yine benim dikkatimi çeken... Kamu-özel iş birliğiyle ilgili olarak burada yazılan rakamlara bakıyorum. 2018'de 6,2 milyar lira ayrılmış, 2019'da 9,7 milyar lira ayrılmıştı kamu-özel iş birliği projelerine; arkadaşlar, bu sene 18,9 milyar lira yani 2 katı bir bütçe ayrılmış. Bunun 10,5 milyarı şehir hastanelerine, 8,5 milyarı da köprü ve otoyollara. Şimdi, bunların doğru kararlar olduğuna dair henüz daha bir bilgimiz yok. Hatta ben sıklıkla söylüyorum ki bu kararlar yanlış olacak, yanlış çıkacak tıpkı Karadeniz Yolu Projesi gibi yanlış çıkacak, göreceksiniz; umarım buralarda oluruz, görürüz. Çünkü arkadaşlar bunun bir sebebi var: Yani yeteri kadar düşünülmemiş, paydaşlarıyla yeteri kadar tartışılmamış projeler yapılabilir, olabilir ama bu projelerin gerçekten topluma hizmet eder projeler olması garantili değildir, yaparsınız, yıkılır yani bir süre sonra. Ne kadar büyük yaparsanız, öyle gelir insana ama öyle olmaz. Anlattım mı bilmiyorum ama mesela çimento fabrikası yapılacak zamanında, Stalin "Amerika'da kaç ton yapılıyor?" diye sorarmış, ne bileyim "2 milyon ton yapıyor." derlermiş, "Yapın 4 milyon ton." dermiş. Yani ne kadar büyük olursa o kadar iyiymiş gibi bir algıyla karar verme... Doğrusunu isterseniz, gördüğümüz kadarıyla, nasıl ki Sovyetler Birliği'ndeki bütün o büyük projeler hurda sanayinin kaynakları hâline geldiler, bu da öyle olacak gibi geliyor bana.

Şimdi, işin başka bir kısmı var. Bu bütçenin gerçekten iş dünyasını kayıran bir biçimde yapıldığına dair işaretler var. Bunlardan bir tanesini söyleyeyim: Yanılmıyorsam 44,4 milyar -ki bu 2019'da 25,2 milyar Türk lirasıymış- doğrudan teşvik verilecek, 25 milyar da sosyal güvenlik primi desteği olarak verilecek. Bu, kredi kurumunun dışındaki destekler gibi geliyor bana. Dolayısıyla da çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu bütçe, esas itibarıyla, daha çok iş dünyasını gözeten bir bütçe olmuş.

Bir başka konu daha var, benim ilgimi çekti, bir yazar da buna değindi: Vazgeçilen gelir. Vazgeçilen gelir 2020'de 195-196 milyar lira bir meblağa tekabül ediyor, çok büyük bir kaynak esasında bu. Tabii ki bunun içinde istisnaların bazıları makul olabilir, kabul edilebilir olabilir, bunları anlayabiliyorum ama ben bu listelere bakarken bazıları gözüme takıldı. Mesela bir tanesini okuyayım size, burada rakamın nereye tekabül ettiğini bilmiyorum ama mesela sayfa 139'da "Vakıf üniversitelerinin bünyesinde faaliyet gösteren sağlık kurumları kurumlar vergisinden muaftır." diyor. Neden? Değerli arkadaşlar, hepimiz biliyoruz ki bu vakıf üniversiteleri esas itibarıyla birer ticarethane, para kazanıyorlar. Niye biz onlara böyle bir destek veriyoruz ki? Eğer destek vereceksek bugün aşağı yukarı 300-400 bin civarında olan Kredi ve Yurtlar Kurumundan kredi kullanmış ve ödeyememiş olan öğrencilere destek verelim. Yani eğer bir destekten söz edeceksek eminim rakam çok daha küçük bir rakam olacaktır. Verginin bir kısmından vazgeçeceksek ya da vazgeçilecek vergilerin, gelirlerin içinde bunları da düşünebiliriz diye düşünüyorum.

Son olarak, buradan şuraya gelmek istiyorum arkadaşlar. Evet, farklı düşüncelere sahibiz, eyvallah, tabii ki normal ve doğrusu bu fakat bir anlamıyla, demokratik toplumlarda insanlar en azından ikna olmaya da açık bir biçimde dururlar. Yani kendi kanaatleri tabii ki vardır ama kendisinden farklı düşünenden bir karşılık geldiğinde de onun da doğru olma ihtimalini düşünerek davranırlar.

Şimdi, arkadaşlar, bir kere, Hükûmet -çok defalar söyledim- büyük bir ekonomik başarı elde ettiğini söylüyor. Yani öyle bir başarı ki artık gözlerimiz kamaşacak gibi bir başarı bu. Fakat ben daha önce de söyledim, baktığımızda rakamlar bunu söylemiyor. Daha doğrusu, belli bir zaman sınırı içinden baktığımızda yani -bulursam şuradan size okuyayım- mesela 2002-2018 gibi bir zaman çerçevesinden bakarsak Türkiye bu yıllar itibarıyla kişi başına millî geliri de 3 kat artırmış. Evet, başarı, 3 kat artırmış.

SALİH CORA (Trabzon) - 4 kat ya, 4 kat.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Fakat aynı dönemde mesela Rusya 5 kat artırmış, Romanya 6 kat artırmış, Kazakistan 6 kat artırmış -yani öylesine hesapladım-Türkmenistan 4 kat artırmış, Sırbistan 4 kat artırmış. Yani siz koşarken ya da biz koşarken başkaları da koşmuşlar. Dolayısıyla da yakaladığımız bu artışın öyle çok da göz kamaştırıcı bir artış olmadığını görmek lazım. Ben bunu defalarca söyledim. Yani benim söylememe gerek yok, açın IMF'nin, açın Dünya Bankasının rakamlarına bakın. Ha diyecekler ki: "Yahu, işte, satın alma paritesine göre değil, biz 13'üncüyüz, 13'üncü büyük ülkeyiz." Evet, doğru ama zaten 16'ydık, 13'e gelmişiz, eyvallah, o da iyi bir şey ama satın alma paritesine göre "kişi başına" diye hesaplarsanız kaçıncıyız, biliyor musunuz? 2017'de 56'ncıydık, geçen sene 73'üncü olduk. Yani Allah aşkınıza "Başarı." diyorsunuz ama gözlerimizi kamaştıran bir başarı yok. Dolayısıyla da buradan giderek şuraya getirmek istiyorum, diyorsunuz ki: "Efendim, bize düşman ülkeler, Batılı ülkeler bize saldırıyor, spekülasyonlar yapıyor, dolara şöyle müdahale ediyor." Bunların hepsi lafügüzaf arkadaşlar.

CEMAL ÖZTÜRK (Giresun) - Olur mu ya, adam açıklama yaptı.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Eğer siz...

CEMAL ÖZTÜRK (Giresun) - Hocam, siz bari böyle söylemeyin ya.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Yok ama dinleyin, dinleyin lütfen.

Hep bu cümleyi de söyleyerek söyleyeceğim: Eğer siz...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun Sayın Katırcıoğlu, tamamlayın lütfen.

CEMAL ÖZTÜRK (Giresun) - Trump kendisi çıktı, açıkladı ya, "Yaptım." dedi.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - O dediği kur manipülasyonu değildi; o, Halk Bankası muhabbetiydi.

Ama şunu söyleyeyim: Yani sizin bir yaranız varsa, problemi çözmemişseniz birileri gelir, kaşır. Kapitalizm dediğimiz şey spekülasyon üzerine yükselmiş olan bir sistemdir. E, siz açık veriyorsanız, adamlar gelip para kazanırlar tabii. Şimdi, siz bunu "Düşmanca yaklaşımlar." falan diye niteler de ihtiyacınız olan finans çevrelerini küstürürseniz, herhangi bir güven veren pozisyonda olmazsanız kimse sizin ihtiyacınızı karşılamak üzere gelmezler ve gelmiyorlar da zaten. Dolayısıyla da bir kere bundan vazgeçelim arkadaşlar.

Ben işin formülünü söyleyeyim size: İşin formülü demokrasidir bence. Bunu sıklıkla duyarsınız bizden çünkü biz inanıyoruz ki demokrasi olmazsa bir ülkede, hukukun üstünlüğü olmazsa herhangi bir şekilde yapılan her şey hatalı ve yanlış olma olasılığı vardır. Hukuk bize kuralları ve regülasyonları belirlememizde yardımcı olur ve böylelikle de toplumda çıplak gücün kontrol altına alınmasını sağlar. Dolayısıyla biz hukuk devleti derken öylesine laf etmiyoruz, hukuk devleti dediğimizde kurallarının gerçekten hukuki bir çerçeve içinde belirlendiği toplumları kastediyoruz.

Şimdi, böyle baktığımızda "Nereden nereye?" diyeceksiniz ama bakın ben size bir resim göstereceğim, bunu Garo arkadaşım gösterecekti ama ben gösteriyorum. Şimdi, bakın, bu, İstiklal Caddesi'ndeki geçen haftaki bir durum. Şimdi, bakın, 5 milletvekiliyiz biz ortada. Partimizin İstanbul İl Kongresi yapılacak ve biz de bunun bildirisini dağıtmaya çıktık fakat arkadaşlar, tablo bu.

CEMAL ÖZTÜRK (Giresun) - Ne o?

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Şu: Etrafımız polisle çevrili ve 5 milletvekiliyle birlikte yürüyoruz İl Kongresinin bildirisini dağıtmak üzere.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.

İSMAİL TATLIOĞLU (Bursa) - Koruyorlar sizi!

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Koruyorlar, tabii, tabii.

Efendim, bir dakika rica ediyorum.

BAŞKAN - Buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Değerli arkadaşlar, şimdi, böyle yaparsanız buraya yabancı sermaye falan da gelmez yani hakikaten gelmez.

NİLGÜN ÖK (Denizli) - Gelseler zaten şikâyet ediyorlar yani.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Bizim öyle bir pozisyonumuz yok ama şunu söylüyorum: Eğer gerçekten Türkiye ekonomisinin ve Türkiye toplumunun sorunlarını çözeceksek bunun tek ve yegâne yolu demokrasidir, Parlamentonun üstünlüğüdür, hukukun üstünlüğüdür. Maalesef şu an için anlatamıyoruz belki, belki siz de anlamıyorsunuz, onu da bilmiyorum ama Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi büyük bir yanlıştır, tarihî bir yanlıştır ve tarihî bir yanlış olduğunu da çok uzun değil, birkaç sene içinde hepimiz yaşayacağız.

Teşekkür ediyorum.