KOMİSYON KONUŞMASI

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Saygıdeğer Başkan ve kıymetli hazırun, ben de sözlerime kalbî duygularımla sevgi, saygı, muhabbetlerimi sunarak başlamak istiyorum.

Tabii, birçok şey detaylı olarak anlatıldı, bir de sizin nezaketinizi bildiğim için nezaketinize sığınarak usulle ilgili ben de bir şey söyleyeceğim: Keşke baştan bir zaman sınırlaması olsaydı, sonradan konuşma niyetinde olan arkadaşların belki diğerlerine kıyasla zamanı azalmış olmazdı diye düşünüyorum.

BAŞKAN VOLKAN BOZKIR - Bu önemli bir konu olduğu için aslında bu kadar sürede biz 10 anlaşmayı geçiriyoruz Dışişleri Komisyonundan, onun için süre kısıtlamasına gitmek istemiyorum ama burada düğmeye basınca bir dakika, iki dakika söz vermeye imkânım var, onu da biliyorum.

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkürler ederiz efendim.

Şimdi Amerika'daki azil davaları dahi, Avrupa'da yapılan seçimler, özellikle Balkanlardaki seçimler ve toplumsal hareketlere baktığımızda çok önemli öne çıkan bir şey var son zamanlarda, bu üyesi olduğumuz, burada diğer üye arkadaşlar da var, NATO Parlamenterler Asamblesinde olsun, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Parlamentosunda olsun, Avrupa Karma Parlamentosu Meclisinde olsun, hatta Birleşmiş Milletlerdeki toplantılarda olsun sıklıkla bir şey çok ön plana çıktı: Bu bilgi kirliliği ve algı operasyonları, hatta siber saldırılar konsepti içerisinde en önemli savunma ayağının ya da en önemli dikkate alınması gereken bir emniyet meselesinin de bu olduğu tespit edildi, konuşuldu. Şimdi, burada da özellikle dediğim gibi azil davasının da içerisine alınan en önemli şey, Rusya'nın bu bağlamda çok maharetli olduğu, uluslararası birtakım hareketlilikleri, toplumsal olayları, hatta seçimleri manipüle ettiği yönünde birtakım endişeler var, suçlamalar var, gündeme getirilen meseleler var. Dolayısıyla ben hani Rusya basınından hareketle bu bağlamda bir şey söylemeyi çok sakıncalı buluyorum, ben de zaten söylemeyeceğim; onun yerine, o bölgede gerçekten bizim de muhabirlerimiz var, bizim de resmî ve gayriresmî kaynaklarımız var; onlardan edindiğimiz bilgiler ışığında bir iki yorumda da ben bulunacağım.

Şimdi, efendim, bakınız, hepimizin malumu, uluslararası savunma konsepti artık yeni bir boyuta dönüştü yani artık kısaca, efendim "Bekleyelim görelim, taciz ve tecavüze uğrayınca harekete geçelim." Hayır, artık böyle klasik bir savunma konsepti yok. Birçok konuşmacı bunu örnekleriyle somut bir şekilde ifade ettiler. Devletlerin ulusal güvenlik konseptine baktığınızda sınırları gerçekten ta kuzeyde... İşte, bugün, Baltık cumhuriyetlerinin yaşadığı sıkıntılar nedeniyle, orada bir asker yok, henüz bir hareketlilik söz konusu değil ama teyakkuz hâlindeyiz yani NATO bağlamında söylüyorum. Dolayısıyla artık böyle "Bekle, gör; hamle yap." mantığı değil yani reaktif değil de proaktif bir evreye geçti savunma konseptleri. Dolayısıyla, bizim gerçekten bu bağlamda kendi savunma konseptimizi de öncelikle zihinlerimizde yenilememiz lazım, yeniden düzenlememiz, gerçekten yeniden ele almamız lâzım. Dolayısıyla, bu perspektiften baktığımızda bizim -özellikle tarihten de ders çıkararak- geçmişte başımıza gelenlerin gerçekten hatalarımızdan, eksiklerimizden ya da bunu göz ardı etmemizden olduğu "Bekleyelim, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın." mantığıyla hareket etmek ya da "Henüz ben bir tecavüze, tacize uğramadım." efendim, "İçeride gayet rahatım, komşum ne yaparsa yapsın." mantığı geçerli değil; bu anlamda, tarihten alınacak çok dersler var. Elbette ki Sevr'e atıfta bulunulacak, ben dün de Genel Kuruldaki konuşmamda özellikle atıfta bulundum çünkü diplomasi ve uluslararası ilişkilerde en önemli esinleneceğimiz kaynak tarihî gerçeklerdir. Tarihten almadığımız bir ders, Allah korusun, ileride karşımıza -tarihi tekerrür ettirerek, aynı sıkıntıları yaşatarak- yeniden çıkar; ağır bedeller ödemek zorunda kalırız.

Neydi Sevr? Basite alınacak bir şey değil, zihinlerde yenilmişliğin ifadesiydi Sevr; 433 maddelik bir anlaşma metni vardı ve bizim hâlâ Ege'deki adalar sıkıntımız, ta o günden ezikliğin tezahürüdür. Bugün oraya bakıyoruz, içimiz kan ağlıyor yani Rodos'taki İstanköylü vatandaşlarımızın tedricî bir yok edilmeye maruz bırakılmasını ben kabul edilir bulamıyorum. Efendim, şimdi bakın, Ege'de bir oldubittiye getirilmeye çalışıldık mı? Çalışıldık. 1947'den sonra adaların, efendim, sorumluluğu verildi mi birilerine? Verildi. Onlar da sahiplendi mi? Sahiplendi. E, peki, Sevr'de geçen neler vardı? Hatta, İzmir'in dahi geçici bir süre için Yunanistan kontrolüne verilmesi ve beş yıl sonra plebisitle istediği yönetime dâhil olması söz konusuydu, Trakya için ayrı bir şey, Doğu ve Güneydoğu için ayrı bir şey, bir sürü şey vardı; biz bunları unutmayacağız. Bugün yapacağımız en küçük bir yanlış hamleyle -gerçekten Allah korusun- tekrar bir Sevr dayatmasıyla karşı karşıya kalma ihtimalinden dolayı biz Sevr'i sürekli sıcak tutuyoruz. Allah korusun, eğer ihmal edersek tarih bizden hesap sorar, ısırıldığımız yerden bir daha ısırılırız.

Şimdi, bu genel çerçeve içerisinde, bizim özellikle Libya'yla ilgili bugünkü toplantımızın ana amacı olan mutabakat, sadece savunma mutabakatı iki ülke arasındaki Birleşmiş Milletler nezdinde kabul gören hukuksal hakkımız, uluslararası haktır ve birçok ulusun da ikili anlaşma yaptığına tanıklık etmekteyiz; biz de yapmışız, Sayın Bakanlarımız ifade ettiler. Bundan sonraki süreçte Avrupa Birliğinin özellikle "Brexit" sonrası gideceği süreç de yoğunluklu olarak budur. İkili anlaşmalar, inanın, büyük üst yapıların yaptığı anlaşmaların önüne geçecektir. Burada biz, eğer hamlede biraz gecikirsek, biraz savsaklarsak, kendimizi dışarıda tutarsak "Ya, bakalım AB nasıl bir tavır takınacak? Ya, bakalım NATO'nun bu konudaki tutumu ne olacak?" dersek biz, treni kaçırırız. İşte, Libya'da da kaçmak üzere olan bir tren söz konusu. Dolayısıyla biz, Libya meselesine bir Doğu Akdeniz gerçeği genelinden bakmak zorundayız. İşte, Doğu Akdeniz'de bir hamle yapıldı, gerçekten bir anlaşma mutabakatı sağlandı; bir anda bizden daha önce Libya'yla ikili anlaşma yapmış olan Yunanistan rahatsız oldu. Bakın, daha önce yapmış bu ikili anlaşmayı, değil mi? Hatta buna mugayir birtakım eylemleri de olmuş; işte, kaçak balıkçılık, balık avlamaları olmuş; uygulamalarda birtakım aksaklıklar var.

Şimdi, "Efendim, biz soyutlanmayalım, yalnız kalmayalım." E, ne yapalım? Yani, diplomaside genel bir kuraldır: Masada vere vere hiçbir zafer kazanılmamıştır. Şimdi, Lozan'ı anlatıyoruz, hatta bazen böyle dilimize pelesenk birtakım tartışmalara da malzeme ediyoruz ki çok gereksiz; o zaman, Lozan'ın varlığını reddetmiş oluyoruz. Orada en fakruzaruret içerisinde olduğumuz süreçte bile diplomaside kendimizi ortaya koyduk gerçekten; yani, ben unutmuyorum, lütfen, hiç kimse unutmasın "Yurtta sulh, cihanda sulh." diyen bir varlığın, bir baninin güzel bir sözü var, bizim gerçekten en sıkıntılı dönemlerimizde bile "Bu milletin kaderini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır." denen bir gelenekten geliyoruz; kimden neden çekineceğiz, neden korkacağız? Bunu söylerken hani hamasetvari şekilde "Birden atlayalım, hiçbir gerçeği dikkate almadan, gücümüzü, lehte ve aleyhte birtakım avantajlarımızı hesaba katmadan hareket edelim." demiyoruz ama sanki karşı cephe, efendim, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi, İsrail, Mısır, Doğu Akdeniz'de bir anlaşma yapmışsa "Eyvah! Biz onlarla birlikte olmak zorundaydık. Onlarla olmadığımız sürece Akdeniz bize mezar olacak." Ya, böyle bir şey yok! İşte, orada tarihe atıf yapmak lazım, orada ta 1520'lere gitmek lâzım; öyle yok. Bizim, orada 1.800 kilometrelik bir kıyı şeridimiz var. 23 ülkenin evet, kıyısı var ama 23 ülkenin dışında konuşan inanın bir 23 daha var ya, bir 30 daha var, gemileri orada olan bir o kadar daha var. Yani bunlara söyleyecek bir lafımız yok mu bizim? "Bunların orada varlık nedenlerini legalize eden nedenler neyse, bizim olmamızı niye legalize etmiyor?" diye savunmuyoruz? Biz orada olmak zorundayız. Bizim orada en uzun kıyı şeridimiz var. Biz, -Allah korusun- bir zapturapt altına alınma riskini bertaraf etmek için bir hamle yapmak durumundayız. Dolayısıyla, Libya'yla yapılan anlaşmayı da bu bağlamda görüyoruz, elbette ki artık bu kitaplara da konu oldu, teorileştirildi, ebedi dostluklar, ebedi düşmanlıklar, müttefiklikler, bunlar çöpe atılan şeylerdir. Ta 19'uncu yüzyılda dahi bunlar konuşuldu, tartışıldı. Burada, hassasiyetle üzerinde duracağımız iki önemli şey var ki uluslararası ilişkilerin de olmazsa olmazıdır, ta Vestfalya'dan bu güne kadar: Bir, egemenlik; iki, eşitlikçilik. Yani biz orada egemenlik gücümüzü, söylemimizi kayıp edersek sıkıntıya düşeriz. İşte ben hatırlıyorum bu söylemleri, buralarda yine konuştuk; biz Fırat Kalkanı ve gerçekten Zeytin Dalı öncesinde de konuştuğumuzda da aynı söylemler "Orası bataklık." Ya gerçekten böyle bir yenilgi ve ezilmişlik psikolojisinden ben rahatsız oluyorum. Yani "Orası bataklık." ne olacak yani ne olacak? "İllegal güçler, terörist güçler ya da birilerinin vekâlet savaşlarını ihale etmiş, deruhte etmeye çalışan güçler bizim Mehmetçik'imizi orada boğacak, öldürecek, yok edecek. Bütün zayiatları vereceğiz; aman gitmeyelim o bataklığa, çocuklarımızı göndermeyelim." Ama bunu diyenler, inanın, zaferle sonuçlanınca Hatay'a gitti, askerlerimizi tebrik ettiler ve fotoğraf kareleri verdi, "Aferin, alınlarından öpüyorum." dediler. Yani bu tavrı baştan gösterelim bu çocuklara ki bu bağlamda böyle bir şey de söz konusu değil. Defalarca söylediler "Anayasa'ya aykırı." dediler. Yani bizim, buradan çıkacak kararla oraya asker göndermemiz -değil mi Sayın Bakanlarım? Öyle dediniz, teyit de etti Sayın Başkanımız- öyle bir çıkarım yapmamız söz konusu değil.

Dolayısıyla biz, ne olur, gerçekten bu azim ve kararlılık kudretimizden uzaklaşmadan... Bu konuda da elbette ki eleştirilerimiz olacaktır. Benim kafamda bir sürü soru vardı, Sayın Bakan ikinci söz alışında sanıyorum kısmen izale ettiler ama yine var mı soru? Var. Elbette ki iki düşünüp bir hamle yapacağız.

Sözlerimi bitirirken, benim en önemli sorum şudur: Şimdi bakınız, bana gelen bilgiler, Hafter biliyorsunuz Kaddafi'nin generallerinden biriydi. Şimdi, zaten Rusya'nın orada varlık nedenlerinden bir tanesi de Putin'in biraz intikam duygusu. "2011'lerde beni hiç adam yerine koymadılar, saymadılar; şimdi ben de Hafter'e ulaşıp, bu bağlamda, el altından gönderdiği..." Malum, biliyorsunuz, onların, Putin'e bağlı oligarkların kontrolünde bir güç var, işte, 200 civarında tespit edilmiş bir güç var; onlar orada savaşıyor. Mısır'ın, orada bir teçhizatlı, donanımlı bir yapısı var; Birleşik Arap Emirlikleri'nin var. E, tamam da yani, bunların, orada varlıklarını sürdüren ve illegal bir yapıyla birlikteliğini sürdüren bir yapı karışışında benim legal, Birleşmiş Milletler nezdinde de tanınan bir merkezî Hükûmetin yanında olmam ki bu da benim hem -biraz önce de söylediğim gibi- egemenlik hem de bölgedeki "eşitlikçilik" ilkesine uygun bir tavrımın açılımından bu kadar endişe etmeyelim diye düşünüyorum.

Sayın Bakanım, benim bir sorum var: Bu Hafter Atina yetişmesi bir tip bildiğim kadarıyla yani, Yunanistan'da da askerî eğitim almış bir geçmişi var gibi diye biliyorum.

OĞUZ KAAN SALICI (İstanbul) - O değil, Deniz Kuvvetleri Komutanı...

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Deniz Kuvvetleri Komutanı, evet.

Şimdi "Libya'daki petrol kaynaklarının yüzde 80 kontrolü bu illegal yapı altında." diye istatistiki bir bilgi var. Şimdi, o zaman, tamam, Trablusgarp'ta -yaşanan merkez niteliğinde- müthiş bir nüfus yoğunluğu söz konusu ama malum, o bölgelerin, o bölgedeki ülkelerin de en önemli geçim kaynağı ya da en önemli maddi kaynağı petrol. Şimdi, bu yüzde 80'i merkezî Hükûmetin kontrolünde değil ise bunların bizimle yapacağı anlaşmaların maliyeti noktasında ya da bundan sonra hayatlarına idame etme noktasında nasıl bir kaynak kullanımı söz konusu? Acaba amaç edinilen şu mudur: İllegal yapının elindeki yüzde 80'i de alıp kendi öz kaynağımız olarak kullanmak mı, yoksa bizim bilmediğimiz başka kaynaklar var mıdır?" diye bir soru da sorarak sözlerimi bitiriyorum.

Saygılar sunuyorum.